Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAntakya’da bir bayram sabahı

Antakya’da bir bayram sabahı

6 Şubat 2023'te saat 04:17'de deprem oldu. Anlamam 60 saat sürdü: Antakya diye bildiğimiz kent artık yoktu. Akrabalarımın büyük çoğunluğu sağdı, ancak artık aile apartmanımız yoktu. Bayram namazına gittiğimiz Meydan Camii de yoktu minaresi de yoktu. Ekmek aldığımız fırın yoktu. Bayramlık almak için gezdiğimiz mağazaların bulunduğu Atatürk Caddesi yoktu. Arefe geceleri döner yemek için gittiğimiz Saray Caddesi yoktu. Çocukluğuma dair hatırladığım ne varsa, onların yaşandığı mahalleler, sokaklar, binalar, dükkanlar, evler ve odalar artık yoktu. Ama Antakya’da yaşadığımız o eşsiz bayram sabahları hatıralarımızda var olmaya devam edecek.

Hiçbir zaman tam anlamıyla uykuya dalamazdım. Birazdan annem kapısı hep açık kalan odamdan içeriye girecek, hadi oğlum kalk baban duştan çıktı sen gir, diyerek beni uyandıracak, sonra hızlı hızlı ütü yapmaya odasına geri dönecekti.

Hemen doğrulsam da yataktan kalkamazdım. Daha fazla uykuya ihtiyacım olduğunu düşünürdüm. Ama bilirdim, Meydan Camii’ndeki bayram namazından sonra, ve babaannemdeki kahvaltıdan sonra, anneanneme gittiğimizde öğle yemeği hazırlanana kadar bir aralık olacak; ve ben, herkes mutfaktayken oturma odasında derin bir uykuya dalacaktım.

ağaç, dış mekan içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Depremde yıkılan Meydan Camii

Annem hızlı hızlı odama geri gelir, hadi oğlum baban giyiniyor, der ve üzerinden hiç eksik olmayan telaşından biraz da bana vermek isterdi. Ağır ağır kalkıp duşa girerdim. Namaza gitmeyecek olan kız kardeşimin hala mışıl mışıl uyuduğunu görüp kıskanırdım. Bedenim sıcak suya alışıp uyanmaya başladığında biraz sonra giyeceğim bayramlığımın heyecanını duyardım. Babam anneme kapıdan seslendirtirdi: Burak, abdest almayı unutma ha!

Eğer bir gece önce babam beni ve yaşıt kuzenlerimi hamama götürmemişse o sabah iyice yıkanırdım. Sonra da abdest alırdım. Burnumdan genzime kaçan su beni mutlaka hapşırtırdı. Fazla uzatmadan suyu kapatır dışarı çıkardım.

Babam jilet gibi giyinmiş, mis gibi kokarak yanımdan geçerken sorardı: Abdest aldın mı? Aldım babacığım. Annem henüz ütülemiş olduğu bayramlık gömleğimi herkesin bayramlıklarının dizildiği yere aceleyle getirir, benim yeni alınmış iç çamaşırımın, çoraplarımın ve pantolonumun yanına bırakırdı. Babam tepeden tırnağa yeni giyinmemizi isterdi bayramlarda. Ben bunu dediğini hiç kendi ağzından duymadım. Zaten işlerinin yoğunluğundan Mersin’den ancak arefe günü gelir, o zamana kadar da direktiflerini anneme telefondan iletirdi.

Ben üstümü giyinmeye başladığımda babam bana arabanın motorunu ısıtmak için önden ineceğini söylerdi. Böylece bayramlığımı giyme heyecanı babamı bekletme endişesi ile birbirine karışırdı. Özenle üstümü giysem de saçlarımı yaparken annem sıkıştırmaya başlardı: Haydi oğlum! Baban aşağıda bekliyor.

Saçlarım bir türlü istediğim gibi olmazdı ama yine de fazla uğraşmazdım. Babamın tıraş kolonyasından sürer, parfümünden sıkar, alt kata iner, ayakkabılarımı giyer ve annemin yolcu etmesi ile sokağa inerdim. Arabanın ön kapısını açtığımda müzik çalardan yüksek sesle bir vaizin okuduğu Kur’an duyulurdu. Babamın yanına, ön koltuğa otursam da birazdan buradan kalkacağımı bilirdim. Babam, tamam mısın, diye sakince sorar, olumlu cevap aldığında arabasını oldukça yavaş bir şekilde hemen arka sokağımızdaki Narin Apartmanı’na sürerdi. Hoş, bizim apartmanımızın adı da Narin Apartmanı’ydı ama bizim apartmanımızda hem bizden başka soyadı Narin olan yoktu hem de diğerinden çok sonra, babamın kuzeni tarafından yaptırılmıştı. Bu sırada babam bizim mahallede oturmayan büyük kuzenlerimi arar, uyanıp uyanmadıklarını sorar, geç kalmamalarını tembihlerdi. Narin Apartmanı’nın önüne geldiğimizde bana bir şey söylemesine gerek yoktu. Babam soğumasın diye arabanın motorunu söndürmeden, ben, görev bilinci ile hemen arabadan iner apartmana girerdim.

Dört katlı evin sol daireleri bizim aileye ait, sağ daireleri ise köyden tanıdığımız ve akrabamız olan başka bir aileye aitti. Giriş kat benim doğduğum evdi ama oradaki kiracıları tanımazdım. Hızlıca birinci kata çıkar büyük amcamın zilini çalardım. Tahta kapı açılsa da demir kapı açılmaz, yengem amcamın uyandığını ve hazırlandığı söylerdi. Koşar adım ikinci kata çıkar, küçük amcamın zilini çalardım. Onlar genelde benim zili çalmamla uyanırlardı. Küçük amcamın ve çocukluğumu birlikte geçirdiğim oğlunun namaza zamanında geldiğini gören pek olmamıştır. Birkaç kere daha zile basar, cevap alamadan son kata çıkardım. Zile basar basmaz kapı açılırdı. Dedem, her zamanki lacivert takımı, yün süveteri ve siyah kasketi ile hazırdı. Elinde tesbihi, gözünde kolormatik gözlüğü, öylesine enerjik olurdu ki bir el ense yapsa anında yere yapıştırırdı beni. Haydi oğlum der, hemen benden önce merdivenlerden inmeye başlardı. Her katta zili çalıp çalmadığımı sorar ben de kendisini bilgilendirirdim. Küçük amcamın zilini cevap alana kadar çalar, hafif azarlayan sesine telaşını da yansıtırdı. Sokağa inip beklemeye koyulurduk. Dedem hemen arabanın ön koltuğuna geçer Kur’an dinlerdi. Babam dedeme selam verdikten sonra arabadan çıkıp benden amcalarımın durumunu sorardı. Bu sırada büyük kuzenlerim farklı evlerden arabayla apartmanın önüne gelirlerdi. Birbirimizin bayramını henüz kutlamaz, büyüklerimizin elini öpmezdik; ancak kim ne giymiş süzülür, eller sıkılır, yanaklar öpülür veya kafalar tokuşturulurdu.

Nihayet büyük amcam indiğinde neşesi ile herkesi gülümsetir, küçük amcamı ve oğlunu beklemeden çarşıya, Meydan Camii’ye doğru yola koyulurduk. Anlayacağınız, bayram sabahı ailedeki diğer erkeklerin uyanmalarından erkek kardeşlerinin en küçüğü de olsa babam ve — onun oğlu olarak — ben sorumluyduk. Babam sayesinde bu sorumluluğumuzu her zaman tam anlamıyla yerine getirirdik.

Normal zamanlarda tıklım tıklım görmeye alışık olduğumuz ancak bayram sabahı doğal olarak bomboş olan çarşıya girip dedemin dükkanının ve yaptırdığı hayratın elli metre arkasındaki Meydan Camii’nin önüne arabaları park ederdik. Hemen hemen herkesin tüccar olduğu ailemizde zaman zaman çok para kazananlar zaman zaman da batanlar olurdu. Meydan Camii’nin önüne park edilen arabaların da markaları buna göre değişirdi. Ancak aile içinde kimin ne marka araba kullandığının fark etmediği tek zaman, arabaları bırakıp camiye girdiğimiz o zamandı. İnsanlar camiye, kıskançlıklarını, komplekslerini, küslüklerini, dargınlıklarını ve kızgınlıklarını, çıkarken tekrar almak üzere kapıda bırakıp girerlerdi.

Namaz sonrasında toplanacağımız avluyu geçip mescide girerdik. Hem avlusu hem de mescidi oldukça küçük ve eski olan bu cami, avlusunda bir de kuyu bulundururdu. Buraya gelen tanıdıklar sadece dedem çocukları değildi. Burası dedemin kardeşlerinin ve onların çocuklarının, köylülerimizin ve hatta bazı şirket çalışanlarımızın da bayram namazı için geldiği bir camiydi. Mescide girdiğimizde büyük amcam dedemle birlikte hemen imamın arkasına dizilirdi. Babam biraz daha geride ama huşusunu bozmayacak bir yakınlıkta yer bulurdu kendine. Dizleri üzerine oturur ve adeta ilahi kudret karşısında kendi güçsüzlüğünü gösterir gibi boynunu bükerdi. Ben kararsız kalırdım. Bazen babamın yanında dururdum, bazen büyük kuzenlerimle orta sıralarda. Ancak yaşıt kuzenlerimle en arkada takılmak ve yaramazlık yapmak istemezdim. Namazın hakkını vermek isterdim. Sadece bayram namazına özel ‘iki salla bir bağla, üç salla bir yat’ kuralını hatasız uygulamak, yıllardır değişmeyen cami imamının bayram hutbesini dikkatle dinlemek ve arada hâlâ boynu bükük oturan babamı gözlemek isterdim.

Nihayet namaz biter, dedem, amcam ve babam imamın çevresinde küçük bir grupla bayramlaşmaya başlardı. Biz geri kalanlar, ayakkabılarımızı giyer avluya çıkardık. İşte orada küçük amcam ve kuzenimi görürdüm. Ya namazı kaçırmışlar ya da son dakika gelip en arka sırada kılıp biter bitmez kendilerini avluya atmışlardır. Küçük amcamın gülümsemesi ile içim ısınır, oğlunu görünce neşelenirdim. Bayramlarını kutlayıp arkamı dönerdim. İşte, dedemin hayatta kalan kardeşleri ve çocukları, ölen kardeşlerinin çocukları ve torunları, amcamın çocukları ve torunları, köylülerimiz, tanıdıklarımız hepsi birer birer çıkıyorlar camiden. Öylesine kalabalık olurduk ki bayramını kutlamadığımız kişi kalmasın diye yarım daire yapmak şart olurdu. Çıkan bir baştan başlar, herkesin bayramını kutlar ve diğer uca eklenirdi. Büyüklerimizin ellerini, yaşıtlarımızın yanaklarını öperdik. ‘Bayramın kutlu olsun’ ve ‘bayramın mübarek olsun’ cümlelerini değiştirir dururduk. Herkes birbirine gülümserdi. Caminin avlusunu dolduracak kadar kalabalık bir aile olmanın ve her bayram burada böyle bir arada bulunmanın verdiği mutluluk en samimi şekliyle yaşanırdı.

Babam sorumluluk duygusu ile herkese, haydi, derdi. Her büyük aileyi evde kadınlar kahvaltıya beklerdi. Eğer hava yağmurlu değilse, annemle kardeşim bayramlıklarını giyer arka sokaktaki Narin Apartmanı’na yürürlerdi. Babaannem sabah namazından sonra uyumamış, kahvaltıyı hazırlamaya başlamış olurdu. Büyük yengem iki üst katına yardıma çıkar, ancak küçük yengem, kızları ile birlikte önce kendi annesigile giderdi. Onlar camiye en son geldikleri gibi kahvaltıya da hep en son gelirler ve şakayla karışık bir takım eleştirilere maruz kalırlardı.

Biz babamla camiden dönerken yoldan fırına uğrar, kahvaltı için en az on-on beş tane elimizi yakacak kadar sıcak tırnaklı pide alırdık. Babaanneme vardığımızda kahvaltı sofrası kadınlar tarafından el birliği ile kurulmuş olurdu, ancak herkes toplanana kadar kimse yemeye başlamazdı. Büyükler masaya oturur, küçükler ise koltukların oradaki küçük masanın etrafında yerlerdi. Ben önceleri küçük masada, asıl eğlencenin döndüğü yerden uzakta otururdum. Büyüdükçe kendime büyük masada yer bulur oldum.

Zahter salatası, zeytin salatası, soğanlı tuzlu yoğurt, yumurta, domates, salatalık, peynir ve zeytin tabaklara dağıtılırdı. Hummus tabakları tırnaklı pidelerle alınan büyük lokmalarla hızlıca biter, biten yumurtanın ikincisi, üçüncüsü ve dördüncüsü gelirdi. Kimse yok demez, geldikçe yerdi. Yiyen yediğini inkar eder, bir başkasının çok yemesinden yakınırdı. Babam daima masanın ortasında, ayakta, etrafa yemek dağıtır, ona buna laf atarak neşe saçardı. Büyük kuzenlerim babamın gençken hep böyle olduğunu anlatırlardı ama ben babamı sadece bayram sabahları böyle görürdüm. ‘Ördekler’ diye hitap ederdi herkese — tabii kendinden küçüklere. Azarlamakla dalga geçmek arasında bir tonda konuşur, kızgınlıkla kahkaha atmak arasında bir yüz haline bürünürdü. Yüzü kızarır, sesi gür çıkar, muntazam gömleği, saati ve parmakları ile tüm ilgiyi üstüne toplardı. Mesela büyük amcam, dedem, nenem, küçük amcam, büyük kuzenlerim neredeyse hiç konuşmaz, bir yandan yemeklerini yer bir yandan babamın döndürdüğü muhabbete gülümserlerdi. Ama kadınlar o kadar sessiz değildi. Amcalarımın ve kuzenlerimin karıları yüksek sesli kahkahalar atarlardı. Annem bazen fırsattan istifade yeni gelin zamanlarından kalan öfkesini yansıtacak şekilde insanlara dokundurur, küçük amcamın kızlarını hiç iş yapmamakla suçlar ve onları bulaşık yıkamaya gönderirdi. Onlar da itiraz etmezler, söylenen işi yaparlardı.

Kahvaltı faslı bittiğinde en sevdiğim kısım başlardı: Bayramlık dağıtma! Küçük amcamın oğlu ile birlikte herkesi tek tek dolaşırdık. Önce sürekli konuştuğu için ulaşılabilir olduğunu düşündüğümüz babama giderdik; ama o, usta bir tüccar olarak piyasayı öğrenmek için bizi önce abilerine yönlendirirdi. Gider, büyük amcamın elini öper onar lira alırdık. Sonra küçük amcamın elini öper, ondan da onar lira alırdık. Babama ikinci kere gittiğimizde bizi reddetmezdi ama elini de asla öptürmezdi. Abilerinden kaç lira aldığımıza bakar, onlar gibi onar lira verirdi. Etti otuz. Sonra koltuğa oturmuş dedemin önünde kuyruğa girerdik. Dedem parayı hemen vermez, küçük çocuklar ve kızlar için “haydi haydi salla da gel” şarkısını söyler ve dans etmelerini isterdi. Erkekleri ise bacakları arasına sıkıştırır, kurtulma mücadelelerini izlerdi. Sonra elini öptürürdü. Tüm bunlara rağmen dedem çok az para verirdi. Eğer beş lira vermişse şanslıydık. Önündeki kuyruğa tekrar girerdik, ama fark ederse popomuza tekmeyi basardı. Etti mi sana otuz beş! Komşularımızdan dedemin bayramını gelen gelen olursa da onlardan da bayramlık alır, üstüne koyardık. En iyi günde otuz sekizer lira paramız olurdu.

Nihayet bayramlık faslı da biter, insanlar bir telaşla mezarlığa giderdi. Ailede herkesin sağ olduğu o günlerde, genelde çocukları mezarlığa götürmezlerdi. Hızlıca ziyaretlerini yapar, beni ve kardeşimi alıp anneanneme, Hekimoğlu Apartmanı’na götürürlerdi. Çocukluğumu anne tarafım ile o apartmanda geçirmiş olsam da bayramın zevkine vardığım taraf o kalabalıklığıyla babam tarafıydı. O muhabbetler, şakalar, kahkahalar, atışmalar, baba tarafımda sadece bayram günleri ortaya çıkardı.

Babam bizi anneanneme bıraktıktan sonra yemek hazırlanana kadar ne olduğunu bizle paylaşmadığı işlerini halletmeye giderdi. Annem anneannemin elinin altında dört dönmeye başlar, iki telaş kadın yemekleri hazırlamaya koyulurdu. Ben doğrudan mutfaktan en uzak odaya, oturma odasına gider, çekyata uzanır, çok derin bir uykuya dalardım. Öyle ki uyandığımda hemen ayılamaz, bir süre suratım asık dolaşırdım. Yemek hazır olduktan sonra, babamın veya dayımgilin gelmesini beklerdik. Adana’da yaşayan küçük dayım ise bayramın ilk gününü kendileri ile aynı şehirde yaşayan eşinin ailesiyle geçirir, ertesi gün hep birlikte gelirlerdi.

Bayram günlerinde anne tarafımda özel bir muhabbet olmazdı, ancak enfes yemekler pişerdi. Ramazan bayramı ise İzmir köfte veya oruk (içli köfte türevi), tatlı olarak da ekmek kadayıfı ve kömbe yapılırdı. Orada zaten hep çok güzel yemekler pişerdi. İnsanlar her günkü halleri ile davranırdı, ancak babamın gelmesi ile ortam normalde olduğundan çok daha gerginleşirdi. Babam sabahki neşeli halinin aksine her zamanki haline döner, şaka yapmaz, konuşmaz, bazen söylenenlere doğru düzgün cevap dahi vermezdi. Sessizce yemeğini yer, abdestini alır, namazını kılar ve ardından yine bilmediğimiz işlerini halletmeye giderdi. Ben anneanneme geldiğimizde artık babamı izlemeyi bırakmış olurdum.

Biz çekirdek aile olarak Mersin’e taşındıktan sonra da bayram geleneğimiz değişmedi. Hayatımda ilk kez bayramda bu anlattıklarımdan uzak kaldığım zaman Ürdün’deydim. Duygu yüklü bir mesaj yazıp kız kardeşime gönderdim. Kahvaltı sofrasında mesajı okumasını istedim. Ağlayanlar kadınlar, anlamsız bulan erkekler oldu. Ürdün’de gittiğim camide hutbenin tek kelimesini anlamadım. Namaz bittiğinde kimseyle bayramlaşamadım. Eve döndüğümde tek başıma kahvaltı yapmak içimden gelmedi. Benim için üzgün bir bayram sabahıydı. Sonraki bayramları asla ama asla kaçırmak istemediğime karar verdim. Ne olursa olsun, dünyanın neresinde kimle evli olursam olayım, işimden izin alıp bayram namazına Meydan Camii’ye gitmeli, babannemlerde hep birlikte kahvaltı yapmalı, anneannemde öğle yemeği yemeliydim.

Ancak hiçbir şey olduğu gibi kalmadı. Mesela aile kalabalıklaştıkça bayramlık dağıtılmaz oldu. Bayramı fırsat bilip tatile gidenler oldu. Tek başına koskoca bir aile olan büyük amcamlar kimseye yük olmamak adına kendi içlerinde kahvaltı etmeye başladılar. Ancak asıl kırılma pandemi ile birlikte başladı. Sonra aile içinde gerginlikler ortaya çıktı. Babam kendi ailesinden uzaklaşmaya başladı. Farklı sebeplerle de olsa hiçbiriyle görüşmek istemez oldu. O kalabalıklığından ve bir aradalığından övünç duyduğumuz aile, küçük ve birbirinden habersiz parçalara bölünmenin eşiğine geldi.

Öyle ki İtalya’dan döndükten sonra heyecanla gittiğim ilk bayramda büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Eski beraberlikten eser yoktu. Kızdım. Konuşulması imkansız olan babama bir şey diyemedim ama amcalarıma, yengelerime, kuzenlerime öfkemi ifade ettim. Bunca adam, bunca kadın aileyi bir arada tutamamışlardı. Dedemi kaybettikten sonra bizi bir araya getirecek irade nasıl hiçbirinden çıkmazdı? Hele babam… İnsan oğluyla, abileriyle, yengeleriyle, yeğenleriyle küs olur muydu Allah aşkına?

Bana hava hoş, ben de bayramlarda tatile gider veya İstanbul’da arkadaşlarımla keyif yaparım, diye düşündüm. Koskoca aileyi ben bir araya getirecek değildim ya? Ne isterlerse onu yapsınlar!

*          *          *

6 Şubat 2023’te saat 04:17’de deprem oldu. Anlamam 60 saat sürdü: Antakya diye bildiğimiz kent artık yoktu. Akrabalarımın büyük çoğunluğu sağdı, ancak artık Narin Apartmanları yoktu. Meydan Camii’nin mescidi de yoktu minaresi de yoktu. Ekmek aldığımız fırın yoktu. Hekimoğlu Apartmanı yoktu. Bayramlık almak için gezdiğimiz mağazaların bulunduğu Atatürk Caddesi yoktu. Arefe geceleri döner yemek için gittiğimiz Saray Caddesi yoktu. Çocukluğuma dair hatırladığım ne varsa, onların yaşandığı mahalleler, sokaklar, binalar, dükkanlar, evler ve odalar artık yoktu.

O yüzden 21 Nisan 2023’deki Ramazan Bayramı için, Antakya’ya değil de Mersin’e giderken nasıl bir bayram yaşayacağıma dair bir fikrim yoktu.

Arefe gecesi babam beni Havaş’tan aldı. Yolda biraz sohbet ettik. Depremden sonra Mersin’e taşınan büyük abisini ve yengesini, onların Mersin’deki çocuklarını ve torunlarını, depremden sonra Antakya’dan hiç çıkmayan küçük abisini ve yengesini, yine evi yıkıldıktan sonra Mersin’e taşınan dayımı ve ailesini, Adana’da yaşayan dayımı ve ailesini, bayram sabahı kahvaltıya bize davet etmiş. Annemin dediğine göre bu davetleri yapmadan önce kendisinden izin almış. Annem, babamın daha önce küs olduğu kişileri kast ederek, eğer bir kişiyi bile çağırmamazlık yapacaksa hiç kimseyi istemediğini söyleyince, babam ayrımcılık yapmayacağını söylemiş.

Eve vardık. Anneme ve depremden sonra bizimle yaşamaya başlayan anneannem ve babaanneme sarıldım. Her birini öptüm. Bana ‘oğlum’ diye hitap eden bu üç kadın da beni gördüklerine çok mutlu oldular. Benim için hazırladıkları yemeğimi yedim ve Mersin’de geçireceğim ilk bayram sabahına uyanmak üzere yattım.

Hiç zorlanmadan uyandım. Artık kendiliğimden erken saatlerde uyanır olmuştum. Evde pek bir telaş yoktu. Banyonun boşaldığını söylediklerinde yataktan kalktım. Gözlerim babamı aradı. Mutfağa doğru yürüdüm. Babam eli kokmasın diye olacak ki eldiven giymiş soğanlı tuzlu yoğurt için soğan doğruyordu. Şaşırdım. Duşa girdim. Yeni olmayan ama bayrama uygun olan kıyafetimi giydim. Babam hazırlansın diye beklerken o üzerinde eşofmanı ile bana, hadi, dedi. Bayramlık giymeyecekti. Arabaya bindik. Büyük kuzenim, iki çocuğu ve büyük amcamla bizim evin önünde buluştuk. Tek araba yakınlarda bir camiye gittik. Çok kalabalıktı, insanlar dışarıya hasırlar, kartonlar sermişlerdi. Ancak biz kimseyi tanımıyorduk. Camiden çıktığımızda küçük kuzenim bayramlaşacak kimse olmamasından yakındı.

Ekmeklerle eve döndüğümüzde ise bizi tanıdık bir manzara karşıladı. Kadınlar mutfağa geçmiş ve harika bir iş çıkarmışlardı: Sofrada zahter salatası, zeytin salatası ve soğanlı tuzlu yoğurt vardı. Hem nohut hem bakla hummusu vardı. Yumurtasını bitirene ikinci yumurta vardı. Babam mutfakta annemle birlikte hiç durmadan çalıştı. Herkesi masaya oturttu, tek tek servis yaptı. Yese de doymayan büyük kuzenime sataştı. Kahvaltı boyunca sofrada bitmeyen bir neşe vardı.

Kahvaltıdan sonra bayramlık isteyen küçükler ve — artık aralarında benim de olduğum — bayramlık veren büyükler vardı. Kahvaltıya yetişemeyenler de öğlene doğru geldiklerinde, artık evde cümbür cemaat vardı. Anneannemin iki oğlu bir kızı ve kız kardeşim hariç tüm torunları, babannemin üç oğlu, torunları ve torunlarının çocukları vardı. Öyle dedikleri gibi, ne anlama geldiği belli olmayan ‘buruk bir sevinç’ falan yoktu. Gerçek bir hüzün vardı, ama coşkulu bir sevinç de vardı. Göz yaşları vardı ama kahkahalar da vardı. Yeniden bir bayram sabahında sağ salim beraber olmanın verdiği büyük bir mutluluk vardı. Halıya kahve döktüğü için annemin ‘ikiz doğurasın inşallah’ diye beddua ettiği kızlar, babamın çocuklara özel olarak aldığı falafeli yedikleri için azarladığı koca koca adamlar vardı. Balkonda o duymazken babamın depremden sonra bambaşka bir adam olduğunu, herkese sahip çıktığını, herkese karşı çok ilgili olduğunu, ona daha önce hiç bu kadar yakın hissetmediklerini söyleyenler vardı. Depremle sarsılmış bu iki aileyi, bir bayram sabahında bir araya getirdikleri için annemle babama müteşekkir otuza yakın insan vardı.

Antakya’da yaşadığımız o eşsiz bayram sabahları hatıralarımızda var olmaya devam edecek. Bununla birlikte Mersin’de bir bayram sabahı da ancak bu kadar güzel olabilirdi.

Yazarın Antakya’dan Notları:

Bayramın ikinci günü Antakya’daydım. Yok olan şeyler saymakla bitmez. Ben var olan şeylerden bahsedeyim:

Uzun Çarşı’da bir tane açık peynirci vardı. Sıkma peynir, künefelik peynir, sürk (baharatlı çökelek) aldık. Bir tane açık fırın vardı. Külçe (rezeneli-susamlı çörek), tuz kimyonla yenen Antakya simidi aldık. Çaprazında bir tane açık kasap vardı. Antakya kasapları sadece et satmaz, tepsi kebabı ve kâğıt kebabı yaparlar. Orada hazırlattığımız kâğıt kebaplarını fırında pişirtirdik, iki tane de tırnaklı pide yaptırıp afiyetle yedik. İki tane açık aktar vardı. Bir tane açık oyuncakçı vardı. Balık pazarının karşısında açık künefeci vardı, künefe aldık. İskenderun Yolu’nda Antakya’nın en ünlü kahve markalarından bir tanesinin Antakyalıların vazgeçemediği kahve ve enfes kuruyemiş sattığı bir dükkân vardı. Kahve ve kavrulmuş tuzsuz kabak çekirdeği aldık. Esnaf şehir dışına gitmiş geri gelmişti. Döndükleri ve işlerinin başında oldukları için mutlulardı. Bizim gibi alışveriş edenler de hasret kaldığımız tatları tekrardan deneyimledikleri için mutlulardı.

——————

*Antakyalı. Hukuk ve Siyaset Bilimi eğitimi gördü. Kısa öyküler ve denemeler yazıyor.

- Advertisment -