İnsan -en azından bir dönem- Aşk’ın “ne”liğine, “nasıl”ına, doğasına, hayatındaki rolüne cürmünce kafa yoruyor. Tarihi, insanın o ulvî Aşk tasavvuruna, sevgiliye layık olma çabası da aynı zamanda. Bir göze girme, beğenilme boğuşması… Bu çaba bile daldan dala Aşk’ı, felsefenin (de) “ünite”si yapıyor. Mevzu, felsefenin de belki bugün biraz kuytuda kalan ama katmerli bir alanı olarak karşımıza çıkıyor.
Zira insanın bir şeye “layık olma” muhasebesi, bir bakıma varlığının, varoluşunun o terazide tartılması, sorgulanması… “Ben kimim -ki-” dedirtiyor, aşk. Öncesinde kimdim, sonrasında kimim… Bir varoluş, var olma hesaplaşmasını taşıyor satır/gönül arasında. Ve -bilinçli ya da bilinçsiz- (b)ilgi arayışı yaratıyor insanda. Değer, denklik arayışı…
Varoluşunu yaşadığı, hatta yaşayamadığı Aşk’la tanımlayan, o güne kadar ayrışmış (b)ilgilerini, hislerini, dağınık ya da sıradan hayatını, o başlıkta, o başlık için toplayan insan, soruların içine savruluyor. Aşkı nasıl bilebiliriz, anlayabiliriz, açıklayabiliriz… Aşk varlığın, varoluşun odağını değiştiriyor. Dünyayı, hayatı onun üzerinden okumaya, tanımlamaya meylediyor.
Âşığın “mâşuk”un ufkunu kaplayan suretine odaklanan yanıt arayışı, hayatın her kesitinde, anında o Aşk’ı karşısına çıkartıyor. Attila İlhan gibi, “kimi sevsem sensin /senden ibaret /hepsini senin adınla çağırıyorum /kimi sevsem sensin /hayret /in misin cin misin anlamıyorum” dedirtiyor hatta. Yahut Edip Cansever’de “Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin /Bir kuş olsa mavilik derdi buna” oluyor, göğe eriyor. Aşk, felsefe, şiir birbirine karışıyor.
“Şölen”in çarpma garantili kokteyli
Geçen haftaki “Filozofların harika aşk dedikoduları” yazımdan devamla… Platon’un “Şölen”i, “birlikte içme”, yahut aranje deyimiyle “kafa çekme-kafa bulma” anlamına gelen “Symposion”u da öyle: Aşk, felsefe, şiir, müzik, şarap kâsesinde karışıyor birbirine… Aşk’ın kutsal kâsesinde… Yani aynı yazıda değindiğim, o Şölen’lerde şarabın ortama-gönle-niyete göre suyla, farklı oranlarda seyreltildiği o kulplu çömlekte, koca kupada.
Sözlükteki şöleni Platon’un “Şölen”i yapan, Aşk, felsefe, şiir, müzik ve illa ki şarap… Her kula nasip olmasa da bildik bir kokteyl aslında. Çarpma oranı yüksek. Patlayıcı… Hayallerin, hayaller üzerinde yükselen düşüncelerin çırası. Sokrates’in “Kendini bil”inin yanında, saygıyla andıkları şarap tanrısı Dionysos’un, aşk, tutku tanrısı Eros’un “Kendini unut”unun iksiri.
Akşam yemeğinin ardından birlikte kafa çekilen, “siyasetten sanata türlü konularda fikir alışverişi” yapılan Symposion’un bir Şölen, kıvamlı bir muhabbet niteliği kazanması için şairlerin varlığı şart. Tarifin tıkandığı, perspektifin flulaştığı, sözün, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde şiir giriyor devreye… Hayalleri, düşünceleri elinden tutup o gezdiriyor. Zaten Platon’un yaşadığı çağda “bilge (sohpos)” bilhassa şairler için kullanılan bir övgü sıfatı.
Asmalarla defnelerin kucaklaştığı mezar
Teoslu (Sığacık) şair Anakreon ise özetlediğim karışımın babalarından. Aşkın, şiirin, felsefenin, şarabın, erotizmin, “Şölen”lerin şairi… Ayyaş ihtiyar, Hedonizm’in, “entelektüel zevkler”in de pirlerinden. “Şölen”lerin baştacı, olmazsa olmazı… Öyle ki Platon, astronom, coğrafyacı Hipparkhos’un Anakreon’u Atina’ya getirtmek için Teos’a elli kürekli bir gemi yolladığından söz ediyor. (Göz attığım kadarıyla, kıyıya ulaştıktan sonra deniz yoluyla Atina-Sığacık 300 kilometreden pek aşağı değil.)
Şiirleri “Şölen”lerde en çok okunan dizeler arasında. Ölümü de Şölensel, şiirsel… Rivayete göre şarapçı şair bir Şölen’de meyveleri lüpletirken bir üzüm tanesi boğazına kaçıyor, 85 yaşında öyle ölüyor. Prof. Dr. Nalan Eda Akyürek Şahin, Anakreon’u Seferi Keçi Dergisi’nde bir bölümü yayınlanan akademik çalışmasına detayıyla almış.
Goethe, Anakreon tarzında yazdığı “Anakreon’un Mezarı” şiirinde (1784) onu, yaşamını şöyle özetliyor: “Gülün açtığı, asmalarla defnelerin kucaklaştığı bu yerde, /kumrucuğun çığırdığı, cırcır böceğinin eğlendiği bu yerde, /nasıl bir mezardır burası, bütün tanrıların birlikte yaşadığı, /güzel bitkilerle dolu ve süslü? /Anakreon’un istirahatgâhıdır burası. /Baharın, yazın ve güzün tadını çıkardı şanslı şair; kıştan ise korudu onu en sonunda bu mezar.”
“Daima sarhoş ve âşık ihtiyar”
“Daima sarhoş ve âşık ihtiyar”ın Şölen’lerde okunan şiirlerinde Aşk, bazen oyun oynarcasına, o oyun boyunca yaşanan bir şey. Anakreon “aşkta hissedilen çılgınlığı ve heyecanı” şiirlerinde “Eros’un zarları” olarak nitelendiriyor. Hani bazen “düşeş attım yek geldi” kabilinden… Bir oyun tadında.
Ki Eros da çocuksu bir tanrı nihayetinde. Ve “Anakreon ‘Eros’tan sarhoş olma’ hâlini ilk ortaya koyan şair”. Sadece şarap değil Aşk da onu sarhoş ediyor. Hangisi hangisinin cilası, aslı astarı, gel de çık işin içinden. Platon Şölen’de devlet adamı, komutan Alkibiades’in sarhoşluğun etkisiyle, meseleyi “Hakikat şaraptadır”a tırmandırdığından ve “Çocuklar da, şarap da doğru sözlüdür” dediğinden söz ediyor. Aşk’ın çocuksuluğu sık geziyor sohbetlerinde.
(Yukarıdaki resim, Fransız ressam Jean Bernard Restout’un “Anacreon’un Zevkleri” tablosu… Büstü ise Roma’daki Capitolium Müzesi’nden. Bana mı öyle geliyor bilemiyorum ama resminde de, büstünde de Anakreon’un şaraptan burnu-yanakları kızarmış sanki.)
Gül rakısındaki Anakreon manzumesi
Anakreon “Dionysos’a yakarış” şiirinde şarabın, tutkunun, coşkunun tanrısı Dionysos’a da yalvarıyor, dizlerine kapanıyor zaten: “Ey, genç boğa Eros’la, /kara gözlü perilerle /ve erguvanlar giymiş /Aphrodite ile oynaşan, /dağların ulu zirvelerinde dolaşan efendim! /dizlerine kapanıyorum.” Onun da mezhebi geniş, o da statükonun, kur(g)ulu “düzen”in değil değişimin, hatta “çılgınlığın” peşinde: “Hem âşığım, hem değil /hem deliyim, hem değil.” Ve hepsi, aşk, şiir, tutku bir yerde gelip şaraba bağlanıyor.
Sohbette o mâhut “Nereeeden nereye…” devriâlemi de bazen alkolün cilvelerinden… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Geçmiş Zaman Elbiseleri”ndeki kahramanını, Ankara Keçiören’de bir bağ evine davet ediyor arkadaşı. Ama onun aklı başka yerde… Anında reddediyor, bahaneler buluyor, hiçbiri kâr etmeyince, başka bir işi/niyeti olduğunu açıkça söylüyor: “Niyetim Artist Keti’yle bir otel odasında, bir gece geçirmek”… Lâkin o da nafile.
Arkadaşı tutuyor kolundan, onu yeni aldığı arabasına bindirip bağ evine götürüyor. Aklında fikrinde başka bir hayal, üzerinde onun koyu can sıkıntısı var. Lâkin hepsi masaya gelen “gül rakısı”nı içene kadar. Hayatı boyunca böyle nefis, kokusu, lezzetiyle böyle “bahar” bir içki görmemiş. “Evet, bu rakı değil” diyor kendi kendine, “Bu Hafız’dan bir gazel, yahut Anakreon’dan bir manzume…” Birkaç kadeh sonra “O tabanca gibi kuru ve sert” içki, onu kendi Şölen’ine alıyor.
Benzetmek gibi olmasın Antik Bukowski
Benzetmek gibi olmasın ama… Şair Anakreon yaşı başı, muzırlığı marazasıyla sanki Antik Bukowski. Şarabın “hikmet”inin yanında Aşk’ın birdenbireliği de var Şölen’deki felsefesinde; bir anda olmuş, bazen de bir anda yok olmuş… Oyunu, masalı, “Bir varmış, bir yokmuş”u da var.
Gazeteci soruyor Bukowski’ye, “Aşkı tanımlar mısınız?”… Her dem yaşından ihtiyar yazar, “Aşk….” diyor, bir saniye duralıyor, ağzındaki sönmüş cigarasını çakmağıyla yakıyor… “Gün doğmadan uyandığınızda bir sis görürsünüz ya… Bir süre orada durur, sonra birden yok olur gider…”
Sonra susuyor, “etraflıca” vermiş cevabını işte… Yeniden körüklüyor cigarasını, dalıyor. Röportajı yapan kadın da duralıyor, ardından gülerek, sanki biraz işveyle, “Ciddi misiniz?” diyor. “Kesinlikle…” yanıtını veriyor Bukowski: “Evet hem de çok hızlı biçimde… Aşk gerçekliğin ilk ışıklarında yok olabilecek bir sistir.”
“Aşk zorla olmaz, herkesten yiğittir”
Aşk, aynı zamanda “bir mavi kuş” Bukowski’nin zihninde, şiirinde; “çıkmaya can atan”. Sadece “geceleri, herkes yattıktan sonra çıkmasına izin verdiği”… Öyle bir şey ki, “sarhoşken kapının anahtarını kaybettiriyor”. Lâkin şikâyetçi değil bitevi esrikliğinden, sarhoş olan hayatın anahtarını kendince buluyor onların söyleminde. Aşk, sevişme dâhil “bütün yaratıcı işlerini içkiliyken yaptığını” söylüyor 1987’de hayranlarından Sean Penn’e…
Platon’un “Şölen”inde Aşk’ın Sezar’ı, “Veni, vidi,vici (geldim-gördüm-yendim)”si de yok. İnsanlar Aşk’a bırakıyor kendini, teslim oluyor. Şölen’in ev sahibi, şair Agathon “Zorla aşk olmaz” ı da kayda geçiriyor: “Zor Aşk’ı eline geçiremez. Herkes kendi isteğiyle hizmet eder Aşk’a. Hiçbir haz aşktan daha güçlü değildir.”
Savaş tanrısı Ares’in bile aşka karşı koyamadığını vurguluyor ardından: “Çünkü söylenceye göre Ares Aşk’ı ele geçirmez; tersine Aşk, Aphrodite’nin aşkı, onu ele geçirir. Dünyanın en büyük yiğidini hükmü altına aldığına göre herkesten çok daha yiğit olmalı aşk.
Aşkla ilgili tanrının adaleti, ölçülülüğü ve yiğitliği konuşuldu, öyleyse geriye bilgeliği kalıyor. Aşk tanrısı, sıradan bir kişiyi bile şair yapacak kadar bilge bir şairdir. O ana dek şiirden yana nasipsiz bile olsa Aşk’ın dokunduğu herkes şair oluverir bir anda. Özetle müziğe dayalı bütün yaratımlar da, Aşk’ın usta bir şair olduğuna kanıttır”.
Aşk’ta şiir “ona ihtiyacı olanındır”
“Valla çok haklısın beybaba” diyerekten bu noktada bir paragraf açmam gerekiyor. Hayatı boyunca hiç şiir okumayan yahut zorla bir-iki şiir okutulan, hatta çekiç ritminde ezberletilen o şiirleri “müfredat öfkesi”yle hatırlayanlar bile âşık olunca, o denize cumburlop düşünce şiire sarılıyor.
Âşık olduğunda şarkı sözlerindeki dizeleri fark ediyor, ezberliyor belki önce: “Aaa… Şarkıların sözleri de varmış!” Ardından mezhebine göre şiirlerden dizeler aktarıyor sevdiceğine. Hatta yazıyor-karalıyor-dizeliyor bir şeyler, hatta “ödünç alıyor”. Sevgilisine, o aşka layık olması gerek! Hem bedelini saymazsak şiir bedava. “Gariban”ın Aşk aşı…
“Il Postino” filminin yoksul postacısı Mario, âşık olunca şair Pablo Neruda’nın dizelerini araklayıp, sevgilisi Beatrice’ye kendi şiirleriymiş gibi okuyor mesela. Neruda’ya yakalanınca, mazeretinde yerden göğe haklı: “Şiir, yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır…” Evet, o aşkın “Aşk” olması, kabul görmesi için ihtiyacı var şiire…
O filmde postacı rolünü üslenen aktör, tiyatro sanatçısı, “duyguların komedyeni” Massimo Troisi’nin hüzünlü hikâyesi de kendinde bir şiir. Il Postino’daki rolü için ameliyatını erteliyor ve filmin ana çekimlerini bitirdikten 12 saat sonra kalp krizi geçirerek, ölüyor. Oynadığı filmi seyredemeden, 41 yaşında…
Filmin finalinde de şair Pablo Neruda belki 10 yıl sonra onu görmeye gidiyor. Ancak Postacı Mario “Don Pablo benimle gurur duyardı” diyerek katıldığı bir protestoda öldürülmüş çoktan. Âşık olduğu ve Neruda’nın şahitliğinde evlendiği Beatrice’den doğacak çocuğunu göremeden, birkaç gün önce…
Dünyanın en güzel aşk şiiri
Serbestiyet’te üç yıl önce “Dünyanın en güzel aşk şiiri (25 Ocak 2019)” başlığıyla yayınlanan sinema yazımda uzun uzun anlatmıştım… Yeri geldi, o yazıdaki, o filmdeki “ihtiyar yabancı”yı da bir anekdotuyla yeniden çağırmalıyım masaya.
Yönetmen Luis Puenzo’nun Carlos Fuentes”n romanından uyarladığı “Old Gringo” filminin kahramanı ergenliğinde yaşadığı yerin en güzel, en zengin kızına âşık oluyor. Ama çok yoksul; ne üstünde var, ne başında… Dengi dengine tüm damat adayları zaten kızın peşinde… Onun o kıza vaat edecek hiçbir şeyi yok.
Bir gün kızın yaşadığı konağa gidiyor, onu görüyor balkonda. “Seni seviyorum” diyor, “Hayatımın sonuna kadar seninle birlikte olmak istiyorum”… Kız hem zengin, hem güzel, hem de küstah tabii; “Hepsi seviyor beni, hepsi bir şeyler vaat etti, sen ne verebilirsin ki bana?”
“Senin için çok büyük bir şey yapacağım” diyor fakir ama gururlu genç: “Sana, bugüne kadar yazılan, dünyanın en güzel aşk şiirini yazacağım… Öyle bir şiir ki, tüm insanları mutluluktan ağlatacak, onlara dünyadaki varlıklarının anlamını hissetmelerini, kavramalarını sağlayacak.”
“Yapamazsın, bunu kimse başaramaz” karşılığını veriyor kız. “Bekle ve gör” diyor delikanlı, yemin ediyor, söz veriyor. Duralıyor kız, gözleri kendinden önce konuşuyor: “Eğer o şiiri bana getirirsen…” Alıyor gazı, terk ediyor oraları… Zira o küçük kasabada, dünyanın en güzel şiirini bulamaz. Ne Aşk’ı, ne de şiiri oraya sığmaz.
Âşıkların dünya vatandaşı olması
Yıllar geçiyor sonra. Bildik “dünya”, hayat memat meseleleri, yola çıktığındaki o ulvî amacını usulca unutturuyor. O şiiri, dünyanın en güzel aşk şiirini yaz(a)mıyor elbet. Aramayı da çoktan bırakmış. Zaten öyle meseleler hep o şiir, o şarkı: “Bekle dedi, gitti… /Ben beklemedim, o da gelmedi. /Ölüm gibi bir şey oldu… /Ama kimse ölmedi.”
Ama hayal edin… Büyük harfle bir Aşk şiirinin sevgiliye ithaf edilmesi ve onun dünyanın en güzel aşk şiiri olması… Sonra misal güfte olup bir şarkıya dönüşmesi, o şarkının dünyanın hemen her ülkesinde -bazen o ülkenin diliyle- bir köşeye, bir mırıldanmaya, bir ıslığa yerleşmesi…
Hayal edin… Tüm dünyada her âşığın mırıldandığı, alıntıladığı, sıkışınca çağırdığı bir şiiri, bir güfteyi, seslenişi, yakarışı onun avucuna kondurmuşsun. Dünyayı dolaşan ve öznesi artık dünyanın bildiği o sevgili olan şiir, iki tarafa, yazana ve yazılana etkisiyle de kıyas kabul eder mi… Yükte de pahada da ağır o hediyeyi sunanı da, alanı da bir anda dünya vatandaşı yapar.
“Ben kimim”den, “Sen kimsin ki”ye
İşte Aşk, hayatın, şiirin müsamere ezberini, dürte dürte şiir okutulan çocukların “Hazır ol”da duruşunu, “uygun adımı”nı böyle bozuyor. “Aşk” da, şiir de insanın “devlet dersi”ndeki ezberini, hep bir ağızdan “fâilatün fâilatün fâilün”ünü, o kalıbı zorluyor, kırıyor. “Ben kimim”den, “Sen kimsin ki”ye sürüklüyor hatta.
O nedenle korkuyor tiranlar, otoriteler “Aşk”tan, şiirden, felsefeden, o “başıbozuk alayı”ndan, onun kendine buyruk dünyasından… 23 Nisan müsameresinde dürtüle dürtüle, telaştan, korkudan nefes nefese şiir okuyan çocuğa farklı bir nefes veriyor. Hayatı boyunca uğradığı tek şiiri müsamerede ite kaka kekeleyen insan, keşfettiği yeni “şiir dünyası”nda nefes alıyor.
Bazen edebiyattan en uzak insanı, “şiir yazıcısı” yapıyor. Behçet Necatigil’in “Gizli şiir (şair) sayısı, gizli işsiz sayısından aşağı değildir” demesi, boşuna değil. Birkaç nesil “sepet sepet yumurta /sakın beni unutma”yla büyüdüyse, bazen herkesi –farklı kırılganlıklarla da olsa- aynı sepete koyuyor aşk… Tek bir Aşk şiiriyle dillere destan olanlar var, dünyada. Zira Aşk dillere de, felsefeye de destan. Şiir(e) de elbet…
Aşk tanrısı itibar ve ün kazandırır
Şair Agathon M.Ö. Aşk’ı huşû içinde överken, bugüne şak diye “kopyala yapıştır” yapılabilecek bir örnek veriyor yine: “Sanatların uygulanışında Aşk tanrısı kime öğretici olursa onun itibar ve ün kazandığını; ama kimi eline geçirmezse Aşk, onun da silik kaldığını bilmiyor muyuz?
Apollon okçuluğu, hekimliği ve kehaneti, aşk ve arzu kendisine yol gösterdiği için icat ettiğine göre o da Aşk’ın öğrencisi olmalı, aynı şekilde Mousalar müzikte, Hephaistos demircilikte, Athena dokumacılıkta, Zeus tanrıları ve insanları yönetmede… Aşk, açıkçası güzelliğin aşkı aralarına girdiği içindir ki, işleri yoluna girdi tanrıların.
Aşk tanrısı doğduktan sonra güzel şeyleri sevmekten kaynaklanan bütün iyilikler hem tanrılar hem de insanlar arasında ortaya çıktı. Öncelikle Aşk’ın kendisi en güzeldir, dolayısıyla diğer bütün şeylere de bu türden başka nitelikleri kazandıran odur.
Nezâketi veren, kabalığı defeden; cömertçe iyilikte bulunan, sevimli, bilgelerin hayranlıkla seyrettiği, tanrıların takdir ettiği, nasipsizlerin kıskandığı, nasiplilerin değer verdiği; rahatlığın, inceliğin, kibarlığın, iyiliklerin, arzunun ve iptilanın babası, kötülere aldırış etmeyen; sıkıntıda, korkuda, eğlencede, muhabbette yolcu ve kaptan, yoldaş ve en iyi kurtarıcı; bütün tanrıların ve insanların onuru, hem tanrıların hem de insanların aklını başından alırcasına söylediği şarkısına herkesin eşlik edip ahenkle terennüm ederek peşine düşmesi gereken en iyi, en güzel yol gösterici hep odur.”
Aşk suçta da, mazerette de kullanışlı
Şölen’de Aristodemos’un anlattığına göre, Agathon konuşmasını bitirdiğinde orada bulunan herkes hem kendine, hem de tanrılara yaraşır bir konuşma yaptığı için bu delikanlıyı alkışlıyor. Evet, biz de alkışlıyoruz Aşk’ı, ama mezhebimize, işimize geldiğinde, tarifimize, kabına-kalıbımıza uyduğunda… Zira alıp başını giden, götüren Aşk’a, bir çekidüzen gerek. Geleneğin-göreneğin, kuralın, zapturaptın atını en kolay oynatacağı alanlardan.
Ataerkil kültürün etkisiyle aşk -potansiyel olarak- sağlıksız, maraz görülen yan etkileriyle sündürmeye, daraltmaya/genişletmeye, adını bile değiştirmeye uygun zaten. Ataerkilliğin egemenlik alanında bir suç olarak da, tam tersine bir mazeret olarak da kullanışlı… Medyada zaten öyle de, hukukta bile o kulpa tutunmaya çalışan çok.
Çok seviyordum, öldürdüm be abi!
Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâye”sinde ne diyordu yazarın paltosunun cebine saklanan helvacı Hidayet: “Dostumu öldürdüm abi! Sakla beni…” “Neden öldürdün, Hidayet?” “Seviyordum be abi!” “Nasıl seviyordun Hidayet?” “Deli gibi be abi!”
Âşıktı ona Hidayet… “Gün onunla ağarıyor, onunla kararıyor”du. “Bir dakkası yoktu, onu düşünmediği. Her laf gelir gider ona dayanırdı”. Eh, gün geldi, Hidayet’in olmayınca, toprağın oldu Pakize. Takımını giyip mahkemeye çıksa Hidayet, o takım taklavatla, mazeret bahaneyle, belki hafifletici sebep…
Aşkın içine itelenen bu “hâl”i, bu yazımın konusu değil. Bir bakıma böyle bir yazı çerçevesinde mümkün de değil belki. Hemen her mevzu bu kirliliğe, hava kirliliğine değiyor. Misal mevzuyu “özgürlük”ten, “adalet”ten açsan, özgürlüğü, adaleti kendi mezhebince, menfaatince tanımlayarak iğdiş edenlere, yeniden tanımlayarak tanımayanlara değinmekten asıl konuya gelemezsin. Hem onlar böyle mütevazı yazıları değil ansiklopedileri hak ediyor.
Önümüzdeki pazar da Şölen’e devam edeceğim, o Şölen’deki sarhoşluğun detaylarına, Platon’un sarhoşlarına değineceğim. Ve Sokrates’in aşk üzerine konuşmasıyla meseleyi noktalamaya çalışacağım. Ki kendisi o konuda “çekingen” olduğunu, Aşk’ı hiç yaşamadığını söylüyor… Bakalım bakalım. Öyle midir aslı, esası…