“Ama yapmayın o daha bi çocuk dedi Tanrı…“
Bana Bir Şeyhler Oluyor oyunundaki son tiradın son cümlesi.
“Götürmeyin kızımı, o daha çok küçük!“
Liseli öğrencilerin yargılandığı “Manisalı gençler davası“nın sonunda cezaevi aracına bindirilen kızının arkasından feryad eden anne.
Ortalık küfür kıyamet… Tekmil Atatürkçüler ve twitter Kemalistleri çok kızgın. Bu raddeye varan öfkelerinin gerçek sebebi, başka bir şey olsa gerek: Belki 14-28 Mayıs seçim yenilgileri, belki günah keçisi belledikleri Kılıçdaroğlu’nun hâlâ istifa etmemesi… Ama Tanrılar kan istiyor; kurban: 17 yaşında liseli bir çocuk.
Kutsal infiale kayıtsız kalamayan İçişleri Bakanlığı, derhal devreye girdi. Savcılar ferman buyurmak için harekete geçti, yargı karar verdi: Arkadaşlarıyla şakalaşırken Atatürk’ün resmine müstehcen bir hareket çeken çocuk, tutuklandı.
Twitter’daki Atatürkçü infial, ironik şekilde, hem bir ahlâkçılıkla (çocuğun hareketinin kınanması üzerinden çekilen ahlâkî nutuklar) hem de galîz küfürler ederek (çocuğa etmedik hakaret bırakmayarak) tam gaz devam ediyorken, birden, “Atatürk olmasaydı” varsayımıyla başlayan analizler sardı ortalığı. Çocuğun İmam Hatip Lisesi öğrencisi olmasından dolayı, eğer Atatürk’ün yaptıkları olmasaydı Türkiye’nin şimdi şeyhlerin ve müritlerin ülkesi olacağından dem vuruldu. Yatıp kalkıp Cumhuriyet’e dua edilmesi gerektiği, hepimizin başına kakıldı. Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun harika bir buluş olduğu laf arasına serpiştirildi.
“Atatürk olmasaydı…” varsayımıyla kurulan panik hali
Bu varsayım, bir fantezi. Nostaljiyi ve yâd ettiği kurucu babaya saygıyı tüketen bir fantezi. Eğer’li fanteziler olarak adlandırıyorum bu tarz akıl yürütmeleri. Eğer o olmasaydı, eğer şu yaşanmasaydı, eğer başka bir şey olsaydı türünden cümlelerle başlayan varsayımlar, aynı zamanda, bir mantık ve yöntem hatasına tekabül ediyor.
Tarihte olan biten her şeyi sabitleyip bir insanın varlığı veya yokluğu üzerinden değişkenler hesaplayan ve günün sonunda herkese “akıllı olun!” yollu parmak sallayan saldırgan bir fantezi, Türkiye’yi esir aldı. Eski İslamcıların ve İlahiyat Fakültesi çıkışlı profesörlerin geçmişlerine nedamet getirerek harladığı bu eğer’li fantezilere dayanan akıl yürütme biçimi, ideolojik bir şiddete dönüştü. Türkiye’de yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan herkes, asla bitmeyecek bir borca çarptırıldı.
“Hepimizin” Atatürk’e çok şey borçlu olduğunu söylüyorlar ama aslında imâ ettikleri şey, kendilerine biat edilmesi gerektiğidir. Atatürkçüler, Atatürk’ü kendi sınıfsal ihtiraslarının arkasına bir istinat duvarı misali dikmişler. Bugün bütün hırsını 17 yaşındaki lise çocuğundan çıkarmak için sıraya giren Atatürkçü kulübün ve onlara ahlâkçı ideolojiyle arka çıkan eski İslâmcı mahalle ağabeylerinin tek derdi, herkesi hizaya sokmak. “Atatürk” ismi ve imgesi, bu kesimlerin elinde bir intikam neşterinden ibaret. İntikam almak istedikleri mercii, bizatihi Erdoğan’ın kendisi. Ama Erdoğan’a güçleri yetmediği için, önlerine düşen çocuğu paralamakla yetiniyorlar.
Güya karşı-olgusal analiz yapma niyetiyle “Eğer O olmasaydı…” diye konuşmaya başlayan kişiler, daha ilk adımda boşluğa düşerler. Ne de olsa tarihsel olarak gerçekleşmemiş bir şeyden, bir yokluktan yola çıkarlar. Ürpertici bir boşluğa düştükleri için olağanüstülüklere ve abartılara ihtiyaç duyarlar. Böylesi bir yoklukta akıl yürüyemez, tökezler. Tökezledikçe duygular kabarır, varsayımlar vaaz çoşkusu kazanır ve yüksek perdeden ama daha öfkeli seslerle dile getirilir.
Akla uygunluk yerine duygu sömürüsünü amaçlayan iddaların, mantığın yerine batıl inançların egemen olduğu bir alanda, “O olmasaydı…”, “Eğer şöyle olsaydı…” gibi konuşmalarla imân tazelenir. Bu imân dolu konuşma safsatadır; çünkü konuşmada açığa çıkan kıyas, batıldır. “Atatürk”, bu kesimlerin elinde bir haz nesnesine dönmüştür. Atatürk’e yönelik saygı ve minnettarlık gösterileri, esasında, mukaddes bir tazimdir.
Bu uğurda yapılan mantık hataları ve Atatürk’ü sömürerek sembolik bir Müslüman avına çıkma uğraşları, son yıllarda Atatürkçü diye nâm salan kişilerde rutin bir etkinlik haline geldi. İdeolojik karizması yüksek bir iş yapıyorlar ve bu işten elde ettikleri kredi ile Müslüman (ya da kendi lügatlarınca “yobaz” ve “cahil”) dövüyorlar. Üstelik devletin resmi ideolojisine yaslandıkları için aldıkları herhangi bir risk yok, konforları yerinde ve bu yüzden karşıtlarına devlet destekli öfkeli çığlıklar savuruyorlar.
Çocuk, arkadaş ortamında başgösteren bir şakalaşmadan dolayı yapıyor yaptığı hareketi. Ama yetişkinler, nobranca ve acımasızca yapıyorlar yaptıklarını. Ortaokul ve Lise yıllarında her ders kitabının girişinde bulunan Atatürk resmine gırgırına sakal çizen, sarı bıyıklarına mavi tonlar eklemiş bir çocuk olarak şunu ifade edebilirim: 17 yaşındaki çocuğun Atatürk resmine çektiği hareket, kendisine nefretle yönelen ihtiyar ergenlerin ahlâkçı ve hiddetli tavrının yanında oldukça masum ve naif kalıyor.
Kılıçdaroğlu’nun mahareti
Çocuğun tutuklanmasına ilk reaksiyon gösteren siyasetçi Kemal Kılıçdaroğlu oldu. Atatürkçü kutsal infialin debdebesinden etkilenmiş görünen Kılıçdaroğlu, el çabukluğuyla suçu Erdoğan’a yıktı. Derin bir muhalif tefekkürün sonucunda olayı çözmüş olmanın huzuruyla konuya bir tweet dizisiyle müdahil olarak hem nalına hem mıhına vurdu: “Bu çirkinliği kabul edemeyiz. Ancak maharet böyle eğitilen, böyle kandırılan, böyle beyni yıkanan bir çocuğu cezalandırmak değildir.” Açıklamasının bu bir yerinde yabancı düşmanlığına vites yükselten Kılıçdaroğlu, asıl maharetin ne olacağını söylemekten de beri durmadı ve olayı Kuveytli bir kişiye bağladı.
Kılıçdaroğlu’nun tepkisi, kanaatimce, bir ifşadır: “böyle eğitilen, böyle kandırılan, böyle beyni yıkanan…” Kılıçdaroğlu, bilmeden ve istemeden tabii, esas faili ifşa etmiştir. Çocuğun o hareketi çekmesinin sebebi, içinde bulunduğumuz somut koşullardır. Bu koşullar, Atatürkçülerin Atatürk’ü kutsamasından ve Atatürk’ün tarihsel eylemlerini Türkiye’deki herkesin başına kakıp kendilerine sonsuz minnet ve itaat beklemesinden doğmuştur. Kılıçdaroğlu kendisinin de bir parçası olmaktan keyif duyduğu bu suçu faş edip cezalandırma talep etmektedir. Peki, kim nasıl cezalandıracaktır bu bitmeyen minnet ve borç ortamını oluşturan, biat beklentisindeki Atatürkçü panikleri?
İdris Küçükömer’in taa 4 Kasım 1973’te, “Atatürkçülük ve Türk Toplumu” başlıklı bir forumda, forum konusunun yarattığı huşudan dolayı hüzne gark olmuş ama cezbeye kapılmaktan beri durmayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Şevket Süreyya Aydemir’in ve Tarık Zafer Tunaya’nın yüzlerine bakarak söylediği sözdür: “Artık büyük kumandanın yakasını herkes bıraksın. O’nu tarihteki yerine tevdi edelim…”
Mustafa Kemal Atatürk’ü rahat bırakalım artık. Neredeyse 73 yıldır tam tekmil devam eden ulusal tazim ve minnettarlık şovu devam ederse, yani bütün bir millet ve ülke ilanihaye borçlandırılmaya devam edilirse, bu koşullar altında, yeniyetme delikanlıların müstehcen addedilen tepkiler vermesi vaka-i adiyeden sayılır.
Bitirirken şu Atatürkçü varsayımların mantık hatasını düzeltelim: Tarihte bireylerin rolü önemsiz değildir ama belirleyici olan bireyler değil, bireyleri varkılan koşullardır. Koşulların sonucu olan insan, doğal bir başlangıç noktası olarak varsayılamaz. Mustafa Kemal’in yaptıklarını, onun konumunda olan herkes yapardı. O dönemin bütün kurmay kadrosu, aynı radikal ideolojik bilince ve benzer siyasal vizyonlara sahipti. Atatürk, zamanının aktif-öznelerinden ve kurucu figürlerinden biriydi. Ama biricik değildi. Zaten biricik olmadığından ötürü, kendisi gibi aktif-öznelerle iktidar kavgasına tutuştu; hem Kurtuluş Savaşı esnasında hem sonrasında.
Mustafa Kemal olmasaydı da, tarihsel koşullar ve somut yapılar hesaba katıldığında, bir Atatürk çıkıp aynı şeyleri yapardı. Daha doğrusu, biri çıkıp aynı şeyleri yapar ve Atatürk olurdu. Ve yine bugün, bir sürü Atatürkçü çıkıp o gün yapılanları kendilerine biat etmemiz için başımıza kakmaya devam ederdi. Ve yine bugün, bütün Atatürkçüler Atatürk’ü sömürerek bir çocuğun cezaevine gönderilmesinden haşin bir keyif duyardı.
Bu kadar şeyin başa kakıldığı bir toplumda, “Atatürk”ün bizzat Atatürkçülerin elinde bir toplumu rencide etmenin joystick’i olduğu bir ülkede, toplumun yeniyetmeleri bu tür hareketlere başvurarak başlarını kakılmış olmaktan kurtarmayı deniyor belki de. Demem o ki olayın Atatürkle ilgisi yok, bütün mesele Atatürkçülerin dinmek bilmez borçlandırma ve minnet altında bırakma arzuları olabilir mi?