Modern futbolda oyuncuların fiziksel kapasiteleri inanılmaz bir seviyeye ulaştı. Hız, dayanıklılık, çeviklik gibi atletik özellikler, geçmişe kıyasla çok daha belirgin bir şekilde öne çıkıyor. Örneğin, Kylian Mbappé’nin sprintervari deparları veya Erling Haaland’ın fiziksel dominasyonu, bu atletik evrimin somut göstergeleri. Bu durum, sahadaki alanın ve zamanın kullanımını yeniden tanımlıyor. Eskiden bir oyuncunun yeteneğiyle topu tutup doğaçlama yapabileceği boşluklar varken, şimdi rakiplerin hızı ve pres gücü bu boşlukları daraltıyor. Dolayısıyla, doğaçlama için gereken zaman azalıyor ve bu da ansal bir yetkinlik gerektiriyor: Hızlı düşünme, anlık karar verme ve sezgisel hareket.
Ancak atletizmin bu dominasyonu, ironik bir şekilde, doğaçlamayı tamamen serbest bırakmak yerine kurguyu daha kritik hale getiriyor. Çünkü alanın her santimetre karesini değerlendirmek ve zamanı kusursuz kullanmak, bireysel yetenekten çok sistematik bir planlamayı zorunlu kılıyor. Mesela, Jürgen Klopp’un Liverpool’unda yüksek pres (gegenpressing) bir doğaçlama gibi görünse de aslında bu hareketlerin her biri önceden çalışılmış bir kurgunun ürünü. Oyuncular, nerede pres yapacaklarını, hangi açıyı kapatacaklarını biliyor; bu, atletik kapasitelerini kurguyla harmanlamanın bir sonucu.
Kurgusallığın mükemmelleşmesi ve öngörülebilirlik
Gelişen ve çeşitlenen atletik nitelikler, futbol oyununu bu gidişle “öngörülen bir faaliyete” dönüşebilir. Atletizmin alan ve zamanı domine etmesi, oyunu bir satranç maçına daha benzer hale getiriyor: Hamleler hızlanıyor, ama bu hızın içinde kazananı belirleyen şey, kimin daha iyi bir planla hareket ettiği oluyor. Pep Guardiola’nın Manchester City’si, Arne Slot’un Liverpool’u, Luis Enrique’nin PSG’ si, Ancelotti’nin Real Madrid’i ve özellikle, Hansi Flick’in Barcelona’sı, bunun mükemmel birer örneği: Topa sahip olma, pas ağları ve pozisyon oyunu, sahanın her santimetresini matematiksel bir kesinlikle kullanıyor. Bu kurgu o kadar rafine ki, rakibin doğaçlama yapma şansı bile minimize ediliyor. Öngörülemezlik, yerini kurgusallığın üstünlüğüne bırakıyor.
Ama burada bir paradoks ortaya çıkıyor: Eğer kurgu mükemmelleşirse, futbolun o kaotik, insanî ve duygusal yanı kaybolabilir mi? İzleyiciler, doğaçlamanın getirdiği sürpriz anları (örneğin, Ronaldinho’nun topuk pasları veya Messi ve Maradona’nın slalomları) seviyor. Kurgusallık bu anları yok etmese de, onları bir çerçeveye oturtarak daha az “vahşi” hale getirebilir. Belki de gelecekte, atletizm ve kurgu o kadar baskın olacak ki, doğaçlama ancak kurgunun izin verdiği ölçüde, yani ansal bir patlama olarak var olabilecek.
Kurgu yaşamsal mı, yoksa kaos hâlâ gerekli mi?
Zamanı doğru kullanmak ve alanı maksimize etmek, kurguyu gerçekten yaşamsal kılıyor; olan o ve buna şüphe yok. Ama öngörülemezliğin tamamen kaybolması, futbolu bir nevi “robotik” bir aktiviteye çevirebilir. Belki de ideal olan, kurgusallığın atletik dominasyonu desteklediği, ama doğaçlamaya da belirli bir alan tanıdığı bir denge.