Tam da bu soruyu kendime soruyordum.
Avrupa Birliği meselesi, kamusal yapıların işleyiş biçimleriyle, pratikleriyle rejimi iyileştirebilecek, yenileyebilecek yegâne dinamikti.
Altılı Masa’da liderlerin imzaladığı son ortak bildiri, Avrupa Konseyi (AK) ve Avrupa Birliği (AB) kararlarına ve normlarına uymayı taahhüt ediyor.
Bu önemli haber neredeyse yalnızca iktidarın denetimindeki medyada yer aldı. Bildiri iktidar medyasınca; “işte Altılı Masa’nın dış güçlere teslimiyetinin belgesi” diye sunuldu. (https://www.yenisafak.com/gundem/yuvarlak-masa-taahhutleri-avrupa-konseyi-ve-avrupa-birligi-kararlari-uygulanacak-3745139)
Bu mesele “geçiş dönemi” programı hazırlığı, karar alma prosedürleri, adayın kim olacağı gibi önemli konular yanında muhalif çevrelerce zannedersem es geçildi.
Bu yüzden kafamdaki sorunun hâlâ yerli yerinde durduğunu söyleyebilirim.
Kendimi bu soruya cevap alamamış gibi hissediyorum.
Avrupa Birliği, muhalefet tarafından utangaç bir şekilde dile getiriliyor. Bu tutum, ister istemez bir önceki dönemde siyasal iktidarın sahiplendiği, kimi zaman içine sivil toplumu da alan gelişmeleri hatırlatıyor.
AKP, iktidarının ilk dönemlerinde, Avrupa Birliği’nin hukuk şemsiyesi sayesinde darbelerden korunabileceğini düşünüyordu. Aynı durum Kürt politik hareketi için de söz konusuydu.
Meseleyi ciddiye alanlardan Ömer Dinçer “Kamu Yönetimleri Reformu” başlığı altında bir takım çalışmalar başlattı. Uyum sürecinde açılan başlıklar somut adımlar atmayı gerektiriyordu. Belki de ülkenin tarihinde Tanzimat Fermanı’nın ilanından bu günlere kadar toplumun değil, devletin düzenlenmesine yönelik en somut çalışma buydu. Diğer taraftan bu çalışmaları sivil toplum ve akademi alanında destekleyen deneyimli kuruluşlar bulunuyordu.
Sivil toplum içinden bağımsız kişilerin uzun yıllardır üzerinde çalıştığı Avrupa Kültür Başkenti adaylığı da tam bu süreçte gündeme geldi. Sivil toplum örgütlerinin inisiyatifiyle adaylık 2005 yılında gerçekleşti. İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti oldu. AK Parti iktidarı bu girişimin üstüne atladı, sahiplendi. Avrupa Birliği bu başvuruyu 2006 yılında kabul etti.
96 Birleşmiş Milletler Konferansı öncesinde ülkemizdeki sivil toplum harekete geçmiş, uluslararası ağlarla ilişki kurmuş, 99 felaketi sonrasında neredeyse bütün kamu görevlerini üstlenmişti. Sivil Anayasa ve Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi gibi önemli birliktelikler oluşturarak deneyim kazanmıştı.
Bu girişimin amacı, sürecin ayakları yere basan, şehirlerle uyumlu bir yönetim rejimine dönüşmesiydi.
Dönemin iktidarına göre, İstanbul’un 2010 yılında Kültür Başkenti seçilmesi onlar için ayrıntıydı. Uygulamanın arkasındaki gerekçe stratejikti. İlki meşruiyetlerini kabul ettirmekti. Bu amaçla sivil inisiyatifi sahnede tutmak, arka plandaki “kutsal amaçları” sürdürmekti. Avrupa Birliği ile ilişkiler hassas bir konuydu, başıboş bırakılamazdı, yukarıdan kontrol altında olmalıydı.
Dönemin başbakan yardımcısı Hayati Yazıcı’nın bu toplulukla ilk görüşmelerinden birinde büyük bir samimiyetle şunları söylediğine tanık olmuştum: “Siz Ankara’da neler olduğunu bilmiyorsunuz, daha Ankara’yı tanımıyorsunuz.”
Brüksel’in merkezinde, bölge hükümetinin de desteği ile “İstanbul’u tanıtmak” için hazırlanan bir sergi projesi dahi bunun için kullanıldı.
Buna karşılık belli nedenlerle, aynı partiden olsalar da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve hatta Kültür ve Turizm Bakanlığı devre dışı bırakıldı. “2010 Ajansı” adıyla özel yasayla kurulan kamu tüzel kişiliği doğrudan yukarıya bağlandı.
Avrupa Birliği meselesi işte böyle ikircikli bir mesele.
Kimi zaman da sempatiyle yaklaşanlar gördüm. İnsan hakları, ifade özgürlükleri, ekonomik gelişme, sivil toplumun desteklenmesi gibi meselelerde…
Kimi zaman da muhalif zannettiğim birçok insanın milliyetçiler ve devlet gücünü kullanan imtiyazlı zümrelerle birlikte saf tuttuklarını ve Avrupa Birliği’ne “emperyalist güç” düşmanlıklarını sergilediklerini gördüm.
Bu meselenin yalnızca bir siyasal tercihe indirgenmesinin rejimin değişmezliğinin de bir garantisi olduğunu düşünüyorum.
Buna karşılık bu “müzakere özürlü” yöntemlerle inşa edilen, kamu-özel karışımı yapılarla askıya alınan şehirsel konular farklı politikalar geliştirmek için eşi benzeri olmayan fırsatlar sunuyor.
Çatışmacı olmayan, şiddet içermeyen, açık yöntemlerle geliştirilen kamusal konular, politikaların yenilenmesini sağlayabilecek kuluçka alanlarına dönüşebiliyor.
Avrupa şehirlerinde örneğin istihdam, eğitim, kültür, çevre programları merkezi yönetimin desteği, imkânları ve yerel organlaşmalarla yönetiliyor. Çevre programlarında merkezi yönetimler örneğin çok taraflı, çok öncelikli şehircilik deneyimlerinin geliştirilmesine destek veriyor.
Bu yüzden o zaman neyse, bugün de kafamdaki soru aynı: Ülkenin kamusal alanındaki otoriterleşmeyi, yargının siyasallaşmasını, yalnızca bir döneme özgü ve bugünkü iktidarın bir tercihi olarak mı görmeli?