Avrupa Birliği’nin (AB) en başarılı olduğu alan şüphesiz 20’inci yüzyıl içinde kendi aralarında iki kanlı savaşa sahne olmuş kurucu üyeleri arasında barış ve istikrarı sağlamak olmuştur. Bugün AB içinde ne kadar çok kriz ortaya çıkarsa çıksın artık Almanya ile Fransa arasında bir savaşın patlayabileceğini düşünmek bile abes, hatta gülünçtür.
Sonraki dönemlerde AB bu başarısını genişleme yoluyla paylaştırmaya gitmiştir. Yunanistan, Portekiz ve İspanya AB üyesi olduktan sonra tarihlerinde ilk defa istikrarlı ve müreffeh demokrasiler olmuştur. Bir taraftan genişlerken AB, diğer taraftan da ekonomik bütünleşmeye devam etmiş, gümrük birliğini oluşturduktan sonra Tek Pazarı, arkadan çoğu üye arasında parasal birliğini gerçekleştirmiş ve serbest dolaşımın sembolünü teşkil eden Schengen sistemini yaratmıştır. Ancak AB Akdeniz ülkelerinde elde ettiği başarıyı Doğu ve Güney Doğu Avrupa ülkelerinde aynı ölçüde sağlayamamıştır. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra en önemli öncelik şüphesiz Doğu ve Güney Doğu Avrupa ülkelerini Rus hegemonyasından kurtarmak için en süratli yoldan ve hazır olup olmadıklarına çok fazla bakmadan onları AB üyesi yapmak olmuştu. O suretle 2004-2007 arasında AB 12 yeni üye (Doğu Avrupalılara ilaveten Malta ve Kıbrıs) alarak 15’ten 27’ye, Hırvatistan’ın da 2013 yılında girmesiyle 28’e çıkmış, sonra Birleşik Krallık’ın 2020 yılında çıkmasıyla tekrar 27’ye inmiştir.
Bu hızlı genişleme beklenen neticeyi verememiştir. Romanya ile Bulgaristan yolsuzluk başta olmak üzere AB standartlarının epey gerisinde kalmış. Polonya, Macaristan, Slovakya ve hatta Çekya kurumsal istikrar, hukukun üstünlüğü ve demokratik değerler gibi alanlarda Batı Avrupa’ya ayak uydurmakta güçlük çekmiş, kıtanın iki ucu arasında fark gittikçe büyük olmuştur.
Bunun neticesinde genişleme kötü bir şöhret edinmiştir. Hatta Hırvatistan’ın katılmasından sonra o zamanki Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Paul Juncker en az beş yıl boyunca yeni bir genişleme olmayacağını ilan ederek Batı Balkanlardaki adaylar Arnavutluk, K. Makedonya, Karadağ ve Sırbistan gibi ülkelere bir soğuk duş dökmüştür. Diğer taraftan 2008’den sonra patlayan ekonomik krizler parasal birliği germiş, bir ara Yunanistan Euro bölgesinden çıkma noktasına gelmiş, kendi seçmenlerine karşı sorumlu olan hükümetler korumacı reflekslere kapılmaya başlamıştı. AB nezdinde Büyükelçi olduğum o dönemlerde bir gün eski dostum olan Hollanda Büyükelçisi ile bir buluştuğumuzda, Yunanistan krizi patladıktan sonra hiçbir Batı gazetesinde Yunanistan’a tesanüt gösterip onu krizden çıkarmak gerektiği sözüne rastlamadığımı belirttiğimde, cevap olarak “Öyle bir şey diyemezler. Yapılacak olan operasyonunun amacının Yunanistan’ı değil, Euro bölgesini, dolayısıyla AB ekonomisini kurtarmak olduğunu anlatmak zorundalar. Yoksa seçmenler vergi gelirlerinin Yunanistan için kullanılmasını kabul etmezler” demişti.
Gerçekten de hızlı giden bütünleşme eksiklerle doluydu. Parasal birlik ve faizlerin tüm üye ülkelerde birbirine yaklaşması sağlanmış, ancak tek bir maliye politikası uygulanması mümkün olmamış zira böyle bir şey halkların hazır olmadığı ABD benzeri bir federal Avrupa yapısının kurulmasını gerektiriyordu. Faizler, Euro üyeliği sayesinde çok düşük olduğu için İtalya, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda’da (Pig yani domuz kelimesini çağrıştıran PIIGS) gerek halklar gerek hükümetler altından kalkamayacakları borç yüklerinin altına girmişti. Bu krizin etkileri hala bitmemiş olup, Yunanistan’da görülmemiş bir kemer sıkma operasyonuyla ülke ancak yeni yeni toparlanmaya başlayabildi. Hollandalı dostum kriz patladığında bana düşünebiliyor musun, Yunanistan’da insanlar tatile gitmek için bankadan kredi çekiyorlar demişti. Ben de içimden gülerek ve ülkemizdeki benzer şeylere tabii hiç değinmeden, bu bilgiyi hayret ve esefle karşıladığımı söylemiştim. O tarihlerde AB içindeki bir bölünme de müsrif güney ile tasarrufçu kuzey arasındaydı. Kuzey ülkeleri de karınca ve cırcır böceği misali paralarının güneyin borçlarını ödemek için kullanılmasına itiraz ediyorlardı.
Putin, Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldırmamış olsaydı, bu durum böyle devam ederdi. 2015’de patlayan Suriyeli mülteci krizi az çok ahenkli bir şekilde atlatılmış, yük ülkelerin gücüne göre paylaşılmıştı. Tabii en büyük yük de para ve vize serbestisi vaadiyle Türkiye’nin üstüne yıkılmıştı. Gerçi kriz patladığında kapılarını mültecilere ardına kadar açan ve onları AB ile Birleşmiş Milletler’in yöneteceği kamplarda tutmak yerine ülkeye yayılmasına izin veren de yine iktidar ve zamanın başbakanı Davutoğlu olmuştur. Neyse bu başka bir mesele.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması gerçekten manzarayı tamamen değiştirdi. En azından ilk başlarda AB üyesi ülkeler Putin Ukrayna’da durdurulmazsa gizlemediği amacı olan eski Rus ve Sovyet İmparatorluklarını ihya etmeye ve dolayısıyla Doğu Avrupa ile Baltıklar üzerinde egemenlik tesisini gerçekleşmeye çalışacağını anlamışlardı. Bundan da haliyle en fazla zarar görecek olanlar Ukrayna ile hudutları olan Polonya, Macaristan ve Slovakya idi. Macaristan hariç diğer iki ülke savaşın ilk dönemlerinde Ukrayna’ya yardımlarını esirgememişler, buna karşılık Fransa ile Almanya Putin’e karşı tavır almakta gecikmişlerdi. Gerçi bu gecikme uzun sürmemiş ve onlar da Ukrayna’ya yardım ve askeri malzeme desteğini kısa zamanda arttırmışlardır.
Ancak savaşın belki en büyük sonucu AB genişlemesini tekrar gündeme taşımak olmuştur. Bu defa da amaç gerek Batı Balkan ülkelerini gerek Moldova, Gürcistan ve Ukrayna’yı birliğe üyelik yoluna sokmakla Rusya tehdidinden kurtarmaktır. Tabii bu ülkelerin hazırlık düzeyleri arasında muazzam farklar var. Ukrayna belli başlı bir sorundur. Her şey bir yana Ukrayna’nın çiftçi sayısı ve tarım ürünü üretimi ile ihracatı AB’nin temel direklerinden birini teşkil eden Ortak Tarım Politikasını batıracak niteliktedir. Şimdiden o ülkeden Doğu Avrupa’ya ihraç edilen gıda ürünleri onlarla rekabet edemeyen yerli çiftçileri ayağa kaldırmış ve Polonya, Macaristan ve Slovakya hükümetlerini AB kurallarına tamamen aykırı bir şekilde tek taraflı ithalat kısıtlamaları uygulamaya yöneltmiştir. Popülist politikaların halklara hitap ettiğini son olarak Slovakya’da yapılan seçimlerde gördük. 15 Ekim’de Polonya’da yapılacak seçimlerde de benzer bir sonuç alınması AB ülkeleri içinde şimdiye kadar görünen fikir birliğini zedeleyecek niteliktedir.
Geniş Avrupa’yı Rus etkisine karşı koruma ihtiyacı yeni yapılanmalara yol açmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un mucidi olduğu Avrupa Siyasi Topluluğu (AST-EPC) bağlayıcılığı yönü olmayan bir diyalog ve iş birliği forumu olarak gündeme oturmuş ve her yıl iki defa toplanır olmuştur. Geçtiğimiz hafta İspanya’nın Granada kentinde üçüncüsü yapılan bu zirveyi Cumhurbaşkanı Erdoğan ”sağlık sorunu” gerekçesi göstererek yine teşrif etmemiştir. Granada’ya gitmeme kararının arkasında Temmuz ayında Vilnius’te yapılan NATO zirvesinde verilen söze rağmen İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye tarafından kabulünü sağlayacak protokolün onaylanmak üzere hala TBMM’ye sunulmamış olması olduğunu tahmin etmek güç değil. Ancak bu tür toplantılara katılmaktan imtina etmek Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin ne kadar gevşediğinin çarpıcı bir işarettir. Nitekim Ukrayna savaşının sebep olduğu yeni yapılanmalar ve özellikle genişleme ile ilgili tartışmalarda ülkemizin hiç adının geçmemiş olduğu dikkatten kaçmamıştır.
Diğer taraftan, Fransa, Almanya ile AB’nin Azerbaycan ile Ermenistan cumhurbaşkanlarını bir araya getirme projesi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu zirveye davet edilmemesi, hatta Fransa ile Almanya’nın buna şiddetle itiraz etmeleri üzerine Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in de zirveye katılmaktan vazgeçmesi sonrasında akamete uğramıştır. Bu durum epey düşündürücüdür. Bir taraftan durum Fransa ile Almanya liderlerinin Türkiye Cumhurbaşkanı’nı bir ortak ve müttefik olarak değil, hasım olarak gördüklerinin açık bir göstergesidir. Diğer taraftan AB’nin de yakın çevresinde karşılaştığı sınamalara karşı çaresiz kaldığını son savaşta yeniden gördük.
Yeni genişleme sürecinin sancılı olması, aday ülkelerin birçok bakımdan üyeliğe hazır olmamaları, ancak onları da bir şekilde AB ile bütünleşmeye çekme ihtiyacı, başta Fransa ile Almanya olmak üzere AB çevrelerini düşünmeye sevk etmektedir. Bu düşüncelerin henüz başındayız tabii ama 1990’lı yıllarda zamanın Fransa Başbakanı Balladur’un gündeme getirdiği tek merkezli halkalar (concentric circles) fikrinin yeniden ortaya çıktığı, diğer taraftan da karar alma mekanizmalarında oybirliği gereğinin azaltılıp nitelikli çoğunlukla alınan kararların kapsamının arttırılmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Zaman zaman gündeme gelen bu tür öneriler şimdiye kadar hayatiyet kazanamamıştı. Kimisine göre zaten bu sistem kısmen de olsa uygulanıyor. Nitekim tüm üye ülkeler Schengen ve Euro bölgesine dahil değil. Hatta Norveç, İsviçre ve İzlanda gibi AB üyesi olmayan ülkeler Schengen’e taraf iken İrlanda, Bulgaristan, Romanya ve Kıbrıs değiller. Kapıda bekleyenler için bu formül esnek olması ve tam üyelik kapısını kapatmaması şartıyla kabule şayan olabilir. Oybirliği gereğinin azaltılması ise başta oyun bozanlığı ile şöhret yapmış Macaristan başbakanı Orban gibilerinin ağırlığını azaltmaya yönelik olduğu açıktır. Bu kural mevcut üyelere uygulanacaksa haliyle onların da rızası gerekecek olup, ki böyle bir şeyi kabul edeceklerini pek sanmıyorum.
Önümüzdeki dönemde AB bir şekilde değişimden geçecektir. Geçmiş dönemlerde bu tür sınamalardan başarıyla çıkmıştır. Tabii yukarıda da bahsettiğim şekilde Batı ile Doğu Avrupalı üyeler arasında ortak değerlere bağlılık açısından gittikçe büyüyen fark yeni sınamaları atlatmayı zorlaştırmaktadır. Üye sayısı 36’ya çıkabilecek olan bir AB’nin sıklet merkezi iyice doğuya kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Brüksel’deki görevim sırasında o zamanki Konsey Genel Sekreteri eski tüfek Fransız diplomatı Pierre de Boissieu bir görüşmemizde 32 üyeli bir AB’nin 11 üyesinin Balkan, 8 üyesinin de eski Yugoslav cumhuriyetlerinden oluşması gerekeceğini, böyle bir şeyi düşünmenin dahi mümkün olamayacağını, bu ülkeler için üyeliğe alternatif formüller bulmak gerekeceğini söylemişti. Böyle formüller şimdiye kadar bulunamadı, çözüm yeni üye almamakta arandı. Ancak Ukrayna savaşından sonra bunun da bir çözüm olmadığı anlaşıldı. Bakalım bu defa başarılı olunacak mı?
Bu arada tartışmaların hiçbir yerinde Türkiye’nin adının geçmediğine de tekrar dikkat çekmekte fayda var. Tam üyelik dışında oluşturulacak formüllerin herhangi birinin ülkemize uygulanması demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda evrensel nitelikte olan AB standartlarını benimsememizi gerektirecektir. Oysa mevcut iktidarımız böyle bir iradeye sahip olmadığı gibi bu standartlara yaklaşması kendi yetkilerini azaltmayı ve başkalarıyla paylaştırmayı gerektireceği için onun için şayanı kabul değildir. Dolayısıyla AB’deki gelişmeleri şimdiye kadar yaptığımız gibi dışarıdan izlemeye mahkumuz.