Aptallıkla ilgili yazdıklarımın bazı kişilerde alınganlık yaratma ihtimali olabileceğini geçen hafta hayretle idrak ettim. Yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için kısa bir özet yapmak istiyorum.
1)Aptallık zihnin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan doğal bir durum. Doğal seçim aynı zamanda giderek hem daha akıllı hem daha aptal bir tür yaratıyor. Bilincimiz ve muhakeme kabiliyetimiz (on binlerce yıl içinde) artarken, bilinçdışımıza yaslanma ve güvenme eğilimimiz de benzer biçimde güçleniyor.
2)Yazılarımda ‘aptallık’ derken, bilincin alanında ele alınması gereken durumlarda bilinçdışının peşinden gitmeyi kast ediyorum. Genetik yapımız ve hayatımızın ilk birkaç yılı sonucunda ortaya çıkan zihni melekemizin düzeyi değil. Söz konusu zihni melekeyi nasıl kullandığımız.
3)Dolayısıyla insanları kişisel olarak akıllı/aptal şeklinde yaftalama peşinde değilim. İnsanların akıl kullanabilecek iken (şu veya bu nedenle) kullanmamasının yol açtığı toplumsal aptallık hali ile ilgiliyim.
4)Öte yandan aklını kullanmama kişiyi ‘aptal’ yapmıyor. Çünkü temel dürtümüz çevreye olabildiğince başarılı şekilde adapte olmak. Bu ise çoğu zaman ‘duruma’ razı gelmeyi, ‘doğrunun’ ya da ‘gerçeğin’ peşinden gitmemeyi ima ediyor.
5)Diğer deyişle insanlar kendi hayatlarında sağlıklı kalabilme ve başarılı olma uğruna akıllı davranıp genel aptallığın parçası olmayı kabullenebiliyorlar. Buna karşılık toplumsal akıl aptallığı sistemleştirebiliyor, aptallığın kabul ve sonuçlarını kurallaştırabiliyor.
6)Sözünü ettiğim aptallığın bana göre üç türü var. Birincisi otoriter ve ataerkil zihniyetlerin hiyerarşi ve gücü belirleyici kılan özellikleri nedeniyle, toplumsal aklın toplumdaki ortalama aklın altında yer alması ve bir norma dönüşmesi. Türkiye bunun bariz örneklerinden biri.
7)İkinci aptallık türü bir ideolojinin kabullerine gerçeklik payesi vermenin sonucunda toplumsal yararın, dolayısıyla toplumsal aklın değerini yitirmesi, kişisel inancın altında ezilmesi. Aşı karşıtlığının gösterdiği üzere örneğin liberal ideoloji bu türden aptallıklar üretmeye yatkın.
8)Üçüncü aptallık türü ise bu yazıda ele alınıyor… Muhakeme gerektiren işlerde ‘bilme duygusunun’ giderek ağır basması ve nihayette muhakemenin sezgilerin kuyruğuna takılması. Farklı bir ifadeyle uzmanların kendilerini ikna etme (kandırma) kapasitelerinin yükselmesiyle normatif beklentilerine ‘gerçeklik’ payesi vermesi.
Modern dünyamızda mühendisler, doktorlar, hukukçular, gazeteciler, askerler, akademisyenler ve benzeri birçok meslek erbabı (dolayısıyla büyük oranda aydınlar) bu tür aptallığa yatkın. Bu mesleklerde önümüzde çözmemiz gereken bir durum bulunuyor ve bir açıklama getirmemiz, tavsiyede bulunmamız ya da eylem planı yapmamız gerekiyor. Karşımızdaki kişiler bizden ‘doğruyu’ duymak üzere oradalar. Bu durum uzman konumunda olan kişi üzerinde sürekli bir baskı yaratıyor. Önümüze gelen durumu anlamadığımızı, konuyu yeterince bilmediğimizi söylemek psikolojik olarak kolay değil. Üstelik karşımızdaki kişiler nezdinde muhtemel bir itibar kaybı.
Dolayısıyla duygu dünyamızda biliyor olmak istiyoruz ve bilinçdışımız bu endişemizi giderecek hızlı bir çözüm üretiyor. Söz konusu çözüm esas olarak belirli bir muhakeme ‘yoluna’ işaret ediyor. Özgüvenle ifade edebileceğimiz ve ziyaretçilerimizi tatmin edecek bir açıklama yapıyoruz.
İyi de yaptığımız açıklamanın ‘doğru’ olduğunu nereden biliyoruz? Aslında bilmiyoruz ama içimizde o açıklamanın doğru olduğuna dair bir ‘his’ var. Buna ‘bilme duygusu’ deniyor. Zihin çalışmaları bu duygunun bir şeyi bildiğimizi idrak ettiğimiz anda değil, bildiğimizi henüz fark etmemişken ortaya çıktığını gösteriyor.
Yani önce bir bilme duygumuz oluşuyor, ardından ağzımızdan o duyguyu somutlaştıran bir beyan çıkıyor. Bu sayede bilme duygumuz söz konusu beyana ‘bilgi’ niteliği atfediyor.
Birçok kişi bu durumu sezgi kavramı ile açıklıyor. Buna göre bilgi zihnimde ama bilincimde değil. Bilinçdışımda duruyor ve herhangi bir nedenle tetiklendiğinde bir anda bilincime gönderiliyor. O an zihnimde zaten var olan ama bildiğimin farkında olmadığım bir şeyi fark ediyor ve böylece biliyorum.
Ne var ki bu cevap meseleyi çözmüyor. Bilinçdışının ürettiği sezginin doğru bilgi olduğunu nereden biliyorum? Çalışmalardan elde edilen bulgu şöyle: Eğer uzman olarak belirli bir durumu sık yaşıyorsanız ve her seferinde verdiğiniz tavsiyenin geribildirimini hızlı alıyorsanız, bir süre sonra sezgileriniz size doğru yolu gösterebilir. Çünkü bu durumda bilinçdışı benzer girdileri art arda alacak ve onları sınayacaktır. Dolayısıyla yeni bir durumla karşılaşıldığında bilinçdışı bu yeni durumun özelliklerini önceki deneyimlerden hareketle ürettiği bir olasılık yelpazesiyle mukayese edecek ve hızla (doğruluk olasılığı nispeten yüksek) bir kanaate varacaktır.
Bilinçdışımız bu gibi durumlarda bize meseleye nasıl bakmamız, çözümü nerede aramamız gerektiğini söyler. Gelen mesaj çok güçlüdür çünkü denenmiş ve sınanmış bir geçmişi yansıtır. Dolayısıyla bilincimiz bilinçdışının önerisini alır, ona uygun bir şekil verir, etkisini maksimize edecek şekilde yeniden formüle eder ve bu sayede sonucu özgüvenle karşımızdakilere iletiriz.
Ama ya ele aldığımız mesele sıkça tekrarlanan ve hızlı geribildirim elde edilen bir olgu değilse? O durumda bilinçdışını susturup bilince yaslanmak, odaklanmak ve sonucunu öngöremediğimiz bir fikirsel hat oluşturmamız gerekir. Düşünmek, her şeyin bilinemeyeceği bir dünyada, sadece ihtimaliyetler içeren bir karmaşıklıktan el yordamıyla bağlantılar ve nedensellikler üretmek ve bunları da yine bir ihtimaliyet skalasına oturtmak demektir.
Açıkçası hiç kolay iş değil… Çünkü bilinçdışımızın kısa yoldan karar verme baskısına direnmek zordur. Ama dahası da var: Birçok meselede bakışımız nötr değil, o meselenin belirli bir şekilde gelişmesini, sonlanmasını istiyoruz. Yani geleceğe normatif, seçici bakıyoruz. Bazı şeyler olsun, diğerleri olmasın istiyoruz… Çok istediğimiz için de gerçekliğin bizim beklentilerimize doğru gelişme ihtimalinin daha yüksek olduğuna inanma ihtiyacı içindeyiz.
Nitekim aynen ‘bilme duygusu’ gibi bir de ‘inanma duygumuz’ var. İnanacağımız şeyi henüz formüle etmeden, içeriğini idrak etmeden bir şeye inanıyor olma duygusu geliştiriyoruz. Bu sayede daha hızlı, kararlı, özgüvenli ve kendimizle tutarlı davranabiliyoruz. Ne var ki doğru davrandığımızın hiçbir garantisi yok…
Böylece zihniyetlerden ve ideolojilerden bağımsız, tamamen doğal seçim sonucu ortaya çıkmış ve modern dünyanın talepleri karşısında kronikleşmiş, yaygın bir aptallık haline geliyoruz.
Sezgilerin işlevsel olmadığı durumlarda da sezgiye güvenmek ve onu normatif beklentilerle iç içe geçirerek buradan bir gerçeklik çıkarmak… Bilme ve inanma duygularının birleşerek kendi algımızın ‘doğru’ olduğuna bizi ikna etmesi. Öyle ki buna ikna olduğumuz anda tüm verileri kendi öznelliğimizin süzgecinden geçirerek ayıklamaya, bazı verileri görmezden gelmeye, karşı tezleri uç noktalara çekmeye, giderek bilgiye ihtiyaç duymayan bir ‘yalın gerçeklik’ üretmeye doğru gidebiliyoruz.
Bu tür aptallık daha ziyade zikretmiş olduğum uzmanlık gerektiren meslek erbabında (genelde aydınlarda) oluyor. Çünkü onların sezgilerine güvenerek doğru karar verdikleri bir alanları var. Yani sezgilerine aşırı güvenmelerinin maddi bir zemini var. Öte yandan meslek alanlarının dışına çıktıklarında bu türden bir deneyimleri yok. Ne var ki sezgilerine aşırı güven devam edebiliyor…
Ayrıca meslek alanları dışına çıktıklarında genel kamusal alana, örneğin siyasete dair fikir üretme durumundalar. O noktada sade birer vatandaş olmalarına karşın kendi mesleklerinden edindikleri ‘uzmanlık’ duygusunun etkisi altındalar. Ülkenin serencamına ilişkin istek, talep ve tercihlerini serdederken bu uzmanlık duygusundan kurtulmaları kolay olmuyor. Kendilerini ‘doğal olarak’ sıradan vatandaşa göre daha bilgili ve ‘doğru fikirli’ addediyorlar.
Eklemek gerek ki bu kişiler konuşmasını da biliyorlar! Ve üstelik toplumun da onlara yönelik ilave bir saygı ve beklentisi bulunuyor. Konu bu kişilerin uzmanlık alanına girmese bile, sanki akılları her şeye yetecekmiş gibi algılanıyorlar.
Bu durum kendisini kandırmakta mahir olan ‘uzmanların’ toplumu da kandırmasına ve toplu olarak aptallığın sularına sürüklemesine çok müsait. Siyaset bu konuda iyi bir sınav alanı. Gerçekte kimsenin uzmanlık alanı değil, süreklilik ve değişkenlik iç içe, ilişkilere dayanan son derece dinamik bir yapı…
Yapabileceğimiz en iyi şey bilinçaltımızı olabildiğince susturmak, sezgilerimizin kolaycılığına kapılmamak, her şeyi tam olarak anlamak gibi imkânsız hedeflerden uzak durmak, gerçekliği normatif beklentilerimiz doğrultusunda basitleştirmemek, olabildiğince tüm verileri kuşatmaya çalışmak, kritik olguları dışarda bırakmamak ve de bazı olgulara kendi uzmanlık alanımızdan hareketle ilave ağırlık vermekten kaçınmak.
Zihin üzerine çalışmalarda gördüğüm en ilginç olaylardan biri, uzmanlık alanımızın dışında olduğumuzda ve hele ele aldığımız meselenin belirli şekilde çözümlenmesini fazlasıyla istiyorsak bebekliğimizin akıl yürütme formatına dönmemiz. İlk bakışta şaşırtıcı ama aslında değil…
Düşünün önümüzde çok önemsediğimiz, sonucunun bizi maddeten ve manen etkileyecek olduğu bir mesele var. Örneğin Cumhur İttifakı’nın iktidardan düşürülmesi. Buna karşılık elimizde uzmanlığımızdan gelen ve durumu doğru analiz etmeyi sağlayacak bir alet veya bilgi yok. Bilme ve anlama duygumuzu nasıl tatmin edebiliriz?
Kritik bir soru çünkü kendi alanlarında uzman kişiler sıradan vatandaşlardan çok daha fazla bu iki duyguya dayanarak iş yapmış ve haklı çıkmış insanlar… Şimdi onları hem çok ilgilendiren hem de uzmanlıkları dışında bir meselede tavır almaları ve böylece bilme ve anlama duygularının içini doldurmaları gerek.
Bu durumda zihnimizde yöntemsel olarak bebekliğe, yani öğrenme sürecinin başına ve en hızlı olduğu döneme gidiyoruz. Bebekler etraflarında gördükleri her şeyi, insanları da nesneleri de özneleştiriyor ve onlara irade atfediyor. Bir insan ya da oyuncak yer değiştirdiğinde ya da görüntüsünde değişim yaşadığında bunu kendi iradesiyle istediği için yapmış demektir. Bebekler bu iradenin sonuçlarını hareket olarak algıladıkları ölçüde izlenimlerine nedensellik yüklüyorlar. Kısacası bebek için irade sahibi özneler var ve her olay bu öznelerin neden olduğu bir hareketlenmenin sonucu…
Uzmanlar da örneğin siyasete baktıklarında, bilincin uzun ve meşakkatli yolundan gitmektense, bazen (ya da belki çoğu zaman) içgüdüsel olarak bilinçdışının kolaycı çözümüne kapılabiliyor. Siyaset örneğini devam ettirirsek siyasette irade sahibi özneler arıyor, bunların sayısını olabildiğince azaltıyor ve meseleyi basitleştirip yaşananları irade sahibi birkaç öznenin ürettiği nedensellikler olarak tasvir edebiliyorlar. Böyle bir irade görmedikleri zaman ortada nedensellik olmadığına, nedensellik görmediklerinde de ortada bir irade olmadığına hükmediyorlar.
Gerçeklik ve onu anlama yöntemi böylesine basitleştiğinde ‘çözümler’ de haliyle fazla basit oluyor…
Bugünlerde muhalefetin ne yapması gerektiği konusunda serdedilen fikirler iyi bir örnek. Bazı yorumcular meselenin Erdoğan’ın devrilmesi olduğuna, tüm gücün buraya seferber edilmesi gerektiğine inanıyor. Onlara göre ortada apaçık bir irade var ve olan biten her şey o iradenin ürettiği sonuçlardan ibaret. Erdoğan devleti ele geçirmiş durumda. Hatta devlet o denli zayıf ki ele geçirilmesi bile gerekmiyor. Ülkedeki olan ve olmayan her şey doğrusal bir nedensellik bağı ile Erdoğan’ın iradesine bağlanıyor.
Bu görüşü bir sokak röportajında okusak yadırgamayabiliriz. Ama kendisine ilave anlama payesi veren kişilerden duyduğumuzda ortada başka bir mesele olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Esas olay siyaseti irdelemek, anlamak değil. İstenen bir sonuç var ve o denli isteniyor ki anlama çabasının risk taşımasından ürküp, sonucu garanti eden bir analiz öneriliyor. Öte yandan aynı ihtiyaç olayı o denli basitleştiriyor ki hedefin önerilen yöntemle sağlanamayacağını kavramak zorlaşıyor.
En basit olarak bugün anti-Erdoğancılık Erdoğan’ın oyunu artırabiliyor… Çözüm eleştirmemek değil, farklı bir mesaj daha verebilmek. Yarına ilişkin inandırıcı bir hikâyede muhalefetin bir araya gelmesi ve ne kadarında anlaşabiliyorsa onu bir ortak önerme olarak topluma sunması. Çünkü toplum iktidarın yanlışlarının ötesinde kendi yarını ile ilgili bir perspektif duyma ihtiyacında.
Benzer şekilde Erdoğan üzerine yoğunlaşma Bahçeli’yi tümüyle analiz dışına itebiliyor. Ne var ki cumhurbaşkanlığı sistemini getiren, kotarılmakta olan anayasanın temelini yüz madde halinde sunan, her fırsatta ön alarak iktidarın hareket alanını sınırlayan o… Ayrıca devlet kurumlarının tüm alt ve orta kademelerine yapılan personel alımlarının dizginleri de MHP’nin elinde. Buna söz konusu partinin kolluk ve sokak gücünün formel ve enformel aktörleri nezdindeki etkisini de ekleyin… Öte yandan Bahçeli’nin MHP üst yönetiminin bile sonradan öğrendiği tasarrufları oldu ve oluyor. Acaba bu kararlar nasıl alınıyor? Kimler tarafından? Hangi mekanizmayla?
Bilmiyoruz… Ama sonuçlarını biliyoruz. Ülkeyi Bahçeli’nin temsil ettiği bir arka plan ile Erdoğan arasındaki ilişkinin ürettiği bir karar mekanizması yönetiyor. Erdoğan’ın hükmü tabii ki daha fazla. Ama ortağının desteğine muhtaç ve bu da onun bazı sınırlar içinde kalmasını gerektiriyor.
İktidar düşerse esas kaybeden Erdoğan olacak. Yürütme imkânını elinden kaçıracak, geçmiş tasarruflarının bedelini ödemek durumunda kalabilecek ve sıradan vatandaş seviyesine inmenin sosyal ve psikolojik sonuçlarına katlanmak durumunda kalacak. Oysa MHP bürokrasiye büyük ölçüde hâkim. Alacağını almış, kaybedecekleri azalmış durumda. Dolayısıyla her geçen gün Bahçeli kanadının Erdoğan karşısındaki pazarlık gücü artıyor.
Bazı uzmanların (aydınların) Bahçeli’yi küçümseme ihtiyaçları, bu ilişkiyi irdelemenin emek gerektirmesiyle de ilintili. Tek sorumlu Erdoğan olsun, seçimi kaybetsin, her şey ‘güzel’ olsun ihtiyacındalar.
Bu ihtiyaç devlete baktıklarında da onları uç noktalara sürüklüyor. Kendileri devletin dağıldığını, Erdoğan’ın eline geçtiğini savunurken, karşıt görüşleri de devlete özcü, yekpare bakmakla suçluyorlar. Karşıtların ille de maksimalist olmasına muhtaçlar. Aksi halde kendi görüşlerinin ne denli zayıf olduğu ortaya çıkıyor.
Oysa devlet hiçbir zaman ve hiçbir ülkede yekpare değil. Geçmişte de değildi ve gelecekte de olmayacak. Ancak zamandan bağımsız olarak her ülke ve rejimde devletin içindeki bir grup ve/veya ideoloji hiyerarşi içinde daha fazla ağırlık taşıyor ve kullandığı güç nedeniyle onu ‘devlet’ olarak yaşıyoruz. Bugün de Türkiye’de ülkenin temel doğrultusu ve meseleleri üzerinde fikir, niyet ve irade sahibi olan bir devlet var.
Daha da ötesinde devlet mekanizması içinde farklı grupların ortak bir hissiyatta buluşmasına tanık oluyoruz. Yurt içinde bir dönemin kapanması, dünyada dengelerin değişmesi, Batı’nın göreceli geri çekilmesi, Rusya ve Çin’in etki alanının genişlemesi, bürokrasinin neredeyse sıfırdan yeniden yapılanma imkânının verdiği güç, jeopolitik olarak alan genişletme ihtimalinin verdiği heves…
Üstelik bu hissiyat sadece devletin içinde değil. Laik/dindar eksenini yatay kesen bir milliyetçi duygu ve duyarlılık hali var. Toplum yeni(den) endişe, fırsat ve hayallerin eşiğinde. Dolayısıyla İttihatçılık bir doğal zihin kayması olarak yaşanıyor. Gerçekçi bir tasavvur olarak algılanabiliyor ve yeni bir bütünleşmenin ortak duygu ihtiyacına cevap olarak sunuluyor.
İttihatçı hissiyatın kuşatıcılığı geçmişteki İttihatçılığa dönüş değil. Geleceği de ille ona benzemeyecek. Ama bu ülkede yaşanan ortak eziklik duygusunu, Batı’ya duyulan öfkeyi, Türk kimliği etrafında örülen hayalleri, karşılanmamış saygı ihtiyacını bir bütünsel duyarlılık olarak toparlamaya en yatkın ideolojik damar. Dolayısıyla bugünü ‘anlamak’ için bir kavramsal araç.
Derdimiz anlamak değil acilen değiştirmek; dönüştürmek değil gücü devşirmek ise başka…
Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp rahatlayabiliriz… Ama bu tutum doğru önermeler üretmemizi engeller. Aklımızı kullanmaktan vazgeçtiğimizi, kendimizi aptallığın huzurlu sularına bıraktığımızı ima eder.
Gerçekliği basitleştiren duygularımız adaptasyon açısından kıymetli… Ama bilince muhtaç olduğumuz olgular karşısında bir ayak bağı. Türkiye’de siyaset ciddiyet gerektiriyor. Kendimizi değil, gerçekliği ciddiye almayı gerektiriyor…