Babam hakkında bir yazıyı o vefat etmeden yazmak istedim hep. Yok, o okuyabilsin diye değil. Çünkü onun okuma yazması yok. Türkçeyi de askerde öğrenmişti. Basılı bir gazetede köşe yazdığım yıllarda eve gelen gazetede köşe resmimi görünce fotoğrafı öperdi. Takdirini öyle ifade ederdi.
Onun kimlik kartında gün ve ay yoktur. Doğum tarihi “1933” yazar. Ona göre ise doğum tarihi aslında 1930. Tam olarak hangisi doğru bilmiyorum. Çünkü onun kuşağı Kürdistan’da bir prehistoryaya doğdu. Benim bile resmi doğum günümün doğruluğu şüpheli. Zaten yıllarca bir kutlama nesnesi olarak zuhur etmiş bile değildi. Buna rağmen babamla gerçekten farklı zamanların insanlarıyız.
Babam Diyarbakır, Silvan’ın Taxik (resmi ve uydurulmuş ismiyle Taşpınar) köyünde doğdu. Rahmetli amcam Apê Abdurrahman ile ikiz idiler ve birbirlerine çok benzerlerdi. Babamın köyün ve Kürtlüğün doğallığından çıkıp kentsel medeniyetle ve Kürt olmayan ortamlarla karşılaşması askerliği sırasında vuku bulur. Askerliğini Erzurum ve Ankara’da yaptı. Askerlikteki hayattan ve gözlemlerinden çıkardığı en önemli sonuç “eğitim”in önemiydi. Askerden dönünce, bir süre daha köyde kaldıktan sonra Silvan’a göç etme kararı almıştı. Mecbur olmadığı ve imkânı pek olmadığı halde, en büyüğümüz Fatma ablam dahil altı kardeş hepimizi okula gönderdi. Antep’te makina mühendisliğini bırakıp Boğaziçi’nde sosyoloji okumaya karar verdiğim zaman ona “ne olacağım”ı anlatmada zorlanmıştım. Onun bildiği kıymetli meslekler doktor ve mühendis (inşaat mühendisi) gibi somut şeylerdi. Gazeteciliğe süphe ile bakmış, akademisyenliğe ise zar zor rıza göstermişti.
Babam gerçek bir emekçi idi. Hayır, o bir işçi değildi (sendikalı veya sendikasız). Çalışabildiği yıllarda çoğunlukla amelelik yaptı. Çok çalışkandı, çalışmayı severdi (ben öyle değilim). Bazı yıllar tütün ekmeye giderdik. Bir patron bir arazi tutar, sulama mekanizmasını kurar, insanları traktör veya kamyon kasasında bir yaz boyu o tarlalara taşırdı. Sabah erkenden uyku almamış halde o kamyonun arkasında bir sürü insan. Yolların toz dumanının rüzgarla gözlerimizi yakmasınden nefret ederdim. Tütünde çalışanlara Kurdîce cenan denirdi (İngilizcede sharecropper diyorlar). Tarlada çalışan o emekçi aileler tütünü eker, her gün ateş gibi yaz sıcağında kürekle sulama yapardı. Şimdi adiyattan olan şapka veya o zaman pek bilinmeyen güneş gözlüğü gibi şeyler, insanların radarına girmeyecek kadar uzak ve ulaşılmaz idi.
Geceleri tarlada bir köşede, holik dediğimiz derme çatma dal ve yaprak karması gölgelik şeyin üstünde uyurduk. Bazan düşerdik o derme çatma şey çökünce. Nihayet sezon sonunda tütün yaprakları büyüyüp olgunlaştıkça onları kırıp gece ay ışığında çuvallara doldurur, kamyona yükleyip sabaha doğru evlere getirirdik. Sonra ev ahalisi o yaprakları alıp tek tek içlerinden ip geçirip güneşte kurutmak için duvar, iskele veya ev içinde tavan gibi yerlere dikey olarak asardı. Kurumaları beklenirdi. Sezon sonunda balyalanıp “eksper” denilen bir memur çeşidinin takdir ve fiyatlamasına sunulurdu o tütün. Alıcı kurum şimdi olmayan Tekel kurumu idi. Bir tür verimsiz bir sübvansiyon idi bütün süreç. Bir ailenin üretim kapasitesi, sadece bir meşgale seviyesinde üretim demekti. Devletin ödediği ücretin yarısı patrona giderdi. Diğer yarısı ise emekçi aileye. Köyde olmadığımız için para ekonomisi dolayısı ile temel gıdada borçlandığımız bu sürecin sonunda, babam kazandığı parayla borçlarını ancak öderdi ve kalan kısmıyla eve bir hindi alıp getirirdi. Böylece survival seviyesinde bir sene devredilirdi. Hindiye şamî veya elo-elo deriz. Et alamayan kent yoksulu bir aile için o hindi yılda bir kere güzelce et yemek demekti. Bir nevi bayram idi. Babam haşlanmış hindiyi severdi.
Abimle ben biraz büyüdükçe kıyısından, köşesindan babama yardımcı olmaya başladık. Sokak satıcısı çocuk emekçiler olarak farklı zamanlarda şunları satardım: halka tatlı, ayran, sakız, haşlanmış nohut… Silvan sokaklarında al datli baaal, tezze șireli datliy diye bağırırdım. Sonra elimde sandık ve bir çift terlikle ayakkabı boyacılığına başladım, Silvan çarşısında Sevenler Kahvehanesinin oralarda. Boya sandığım halen durur (ofisimin bir köşesinde mazi nesnesi olarak oturur). Çok şükür, aile olarak rızkımızı veren Hüda idi ve kimseye mihnet etmedik. Evimize buzdolabını abimle ben üniversitede okurken ilk kez aldık. Babam elinden geleni yaptı. Sonra yaşlandı. Babam artık sadece camiye gidip gelsin dedik. Mutlu bir çocukluk yaşadım ben. Babamdan sadece sevgi gördüm. Hatta sadece sevgi gördüm. Çünkü discursive teatimiz pek nadirdi. Zaten üniversiteye gidince de memleketten ayrıldım.
Kızkardeşlerim ve babamlar Diyarbakır’dan önce Ankara’ya sonra da İstanbul’a taşındılar. Amerika’da geçirdiğim bu son yirmi dört yıllık süreçte babam iyice yaşlandı. Üsküdar Sultantepe civarındayken gittiği küçük bir mahalle camisi vardı. Sabah namazı konusunda erkenciydi. Böyle imamdan önce sabah namazı için camiye gittiği için imam onu fırçalamış, bu kadar erken gelme diye uyarmıştı. Üsküdar sahildeki kayalıklarda bazen oturur, dengbêj gibi klam okurdu. Sevip söylediği bir kaside Hazreti Ali’nin kahramanlığını anlatan Bonê Qer idi. Babamın belli klamları ve askerdeyken öğrendiği tek tük türküleri vardı. Asker türkülerinden biri “trene bindim, tren sallandı” diye başlardı. Babam yürümeyi pek severdi ve ileri yaşına rağmen hep dinç kaldı.
Babam bir süre kulaklık kullandıktan sonra işitmesini tamamen kaybetti. Seksenli yaşlarının ortalarında onunla artık sadece dudak okuma ve işaret diliyle konuşabiliyorduk. Ailemizde onunla bu dili en iyi konuşan, kızkardeşim Nermin. Facetime’da babamla iletişim, sevgi jest ve mimikleri şeklinde vuku buldu hep. Babamın işitmesini kaybetmesi ile birlikte ona yeni bir şey anlatmak imkansız idi artık. Her şey sadece eski referansların ve olasılıkların terkibiyle ifade bulabilirdi. Babam televizyonda Tayyip Erdoğan’ı gördüğünde “başbakan” der, çünkü onu en son öyle biliyor. Babamın dünyasında yeni kelimeler ve rejim değişiklikleri artık aktarılamıyordu.
Twitter/X profilimde bir ağaç vardır. Bu, babamın atadan kalma küçük bir kayalık arsada ben çocukken diktiği badem ağaçlarından geriye kalan bir ağaçtır (dara biîvê li Serê Lehf). Babam çocukluğumuzda iş yokluğundan kendini o taşlık yeri ıslah ile meşgul ederken biz ona yemek götürürdük. Fikri bağımsızlığımı yansıtan bir hatıra olarak göndere çektiğim o ağaç, aynı zamanda babamın bir hatırasıdır.
Annelerin kıymeti erkenden bilinir ama babaların kıymeti çoğunlukla geç anlaşılır. Bir de, babalarımızı baba olunca daha iyi anlarız. Babam hakkında bir yazıyı o vefat etmeden yazmak istedim. Biraz dağınık olmuş olabilir. Çünkü bunu babamın hastanede yoğun bakımda olduğu bir zamanda yazıyorum. Kandaki bir enfeksiyon dolayısı ile acilden yoğun bakıma alınmıştı. Çok şükür, durumu bir iki gündür daha iyiye gidiyor. Önceki gün gözlerini açtı ve onunla işaret diliyle konuşmaya çalıştım. Emr-ı Hakk nasıl tecelli eder bilmiyorum. Şu aşamada iyileşmesi için dua ediyoruz.
Belki okuyucularımın de duasına vesile olur diye bu yazıyı yazdım. Çünkü anlama yolculuğumuzda geldiğimiz yere geri döneriz: Ona, toprağa, babaya. Telos‘un arche olduğu bir inbisat süreci bu hayat. Badem tanesi filizlenip ağaç olur ve o ağacın verdiği şey dünyadan geçmiş, kesreti aşmış, hayat denen yolculuğu tatmış bir badem tanesidir.