Kendi iç sorunlarımız ve civarımızda bitmeyen savaşlar kamuoyunu haliyle daha uzak coğrafyalarda meydana gelen olaylara dikkat vermesini önlüyor. Bunu da yadırgamamak gerekiyor.
Yine de bu olayların iki tanesi bence üzerinde durulmaya değer nitelikte sayılır. Bunlardan birincisi Bangladeş’te Başbakanın halk tarafından devrilmesi, ikincisi ise Venezuela’da yapılan ve yine mevcut iktidar tarafından çalınan seçimler olmuştur.
Her iki ülkenin belki tek ortak özelliği, otoriter rejimlere sahip olmalarıydı. Bangladeş 1971 yılında Pakistan’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra geçen dönemde istikrarlı bir demokrasiye pek nadiren sahip olabilmiştir. Kurucu lider Mujibur Rahman bağımsızlıktan dört yıl sonra 1975 yılında nerede ise tüm ailesiyle bir cinayete kurban gitmişti. Yurt dışında olduğu için canını kurtaran az sayıda aile mensuplarından kızı ise geçenlerde halk tarafından istifaya ve ülkeden kaçmaya zorlanan Şeyh Hasina’dan başkası değildi. Mujibur Rahman cinayetinden bir müddet sonra iktidarı ele geçiren General Zia ül Rahman da bu sefer 1981 yılında öldürülmüş, kurduğu hareketin başına da eşi Begüm Halida Zia geçmişti. O tarihten bugünlere kadar kısa aralıklar hariç iktidar bu iki kadın arasında gelip gitmiştir. Arada darbe teşebbüsleri ve kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmalar meydana gelmişse de ülke kendine göre bir istikrar yaşamış sayılabilir. İktidara gelen muhalifini ya hapse atıyor ya da siyasi rol oynamasını engellemek için gerekeni yapıyordu. Seçimlerin demokratik bir şekilde yapılmadığı, bazılarına muhalefet partilerinin katılmayı kabul etmediği de görülmüştür.
Şeyh Hasina, kazandığı 2008 seçimlerinden sonra Ocak 2009’da Başbakanlığa yeniden oturmuş ve geçtiğimiz 5 Ağustos tarihine kadar yani 15 yıldan fazla bu görevi muhafaza etmiştir. Aslında bu dönem Bangladeş için çok önemli bir ekonomik kalkınma hamlesine şahit oldu. Fert başına milli gelir açısından hem Hindistan’ı hem Pakistan’ı geçmiş, çok büyük altyapı yatırımlarına sahne olmuş, özellikle Çin yatırımları sayesinde ihracatını geliştirmeyi başarmıştır. Ancak muhalefetin boykot ettiği seçimlerin iktidara meşruiyet sağlayamaması onun en zayıf noktasını teşkil etmiştir.
İktidarın devrilmesine yol açan protestoların kaynağı Şeyh Hasina’nın geçtiğimiz aylarda yürürlüğe soktuğu ve devlet hizmetine gireceklere uygulanacak kota sistemi olmuştur. Bu sistemde devlet hizmetine alınacak memur kadrolarının %30’unu Başbakanın cinayete kurban giden babasının kurduğu bağımsızlık hareketine katılanların ailelerine tahsis edilmesi öngörülmüştü. Bunun neticesinde üniversite gençliğinin istihdam olanaklarının önemli bir bölümü ellerinden gitmiş oluyordu. Demokrasinin çalışmadığı, mahkemelerin iktidarın kuklası haline geldiği bir ortamda gençlerin tek seçeneği sokak protestoları oldu. Ancak Bangladeş’in kanlı geçmişine uygun olarak bu protestolar barışçı olmaktan uzak kaldı. Ölü sayısının 300’ü geçtiği tahmin edilmektedir.
Şeyh Hasina’yı aslında iktidardan düşüren bizatihi sokak protestoları değil, onları bastırmakla görevlendirdiği polis ve askerin artık bu görevi yerine getirmeyi kabul etmemeleri olmuştur. 5 Ağustos günü konutunda yaptığı toplantıda polisin ve askeriyenin artık halkın üstüne ateş açmayacaklarını başbakana bildirmeleri üzerine Şeyh Hasina ailesinin de baskısıyla acil bir şekilde istifasını yetkisi çok sınırlı olan Cumhurbaşkanına sunup ülkeyi hemen terk etmiştir. Konutu birkaç saat içinde protestocular tarafından ele geçirilip talan edildiğini televizyonlarda gördük. Ülkenin geçmiş tecrübelerine bakılınca, Şeyh Hasina kaçmamış olsaydı, babasının akıbetine uğraması imkân dışı gelmiyor.
Venezuela da çok farklı olmayan bir seçim tecrübesi yaşadı. Orada da iktidar partisi 1999-2013 arası asker kökenli Hugo Chávez, onun ölümünden bu yana da halefi Nicolás Maduro tarafından yönetilmiş, her ikisi de ülkeyi demokrasiden ve hukuktan uzaklaştırmış, ülkenin mahkemeler başta olmak üzere bütün kurumlarına el koymak suretiyle Bangladeş’te Şeyh Hasina’nın yaptığı şekilde otoriter bir rejim kurmuşlardır. Tabii kaynağı yok denecek kadar az olan Bangladeş’ten farklı olarak Venezuela dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahiptir. Ancak buna rağmen yine Bangladeş’ten farklı olarak sosyalist ve paylaşımcı olmak iddiasında olan sakat ekonomik politikalar neticesinde ülke gittikçe fakirleşme yoluna girmiştir. Milli gelir 10 yıl içinde %80 oranında daralmış, ülkenin 29 milyon olan nüfusunun 6 milyonu göçe mecbur edilmiş, enflasyon %100’ü geçmiştir. İktidar 2018 seçimlerini açıkça çalmış, buna tepki olarak birçok Batı ülkesi muhalefetin o zamanki lideri Juan Guaido’yu ülkenin meşru Cumhurbaşkanı olarak tanıdıklarını ilan etmiş, hatta yurt dışındaki bazı Venezuela büyükelçilikleri de muhalefetin kontrolüne geçmişti. Bu arada Venezuela halkı da zaman zaman ayaklanmış, ancak bu ayaklanmalar yüzlerce ölüme yol açmalarına rağmen rejimin değişmesine yol açmamıştır. Maduro yönetimi muhalefet ile diyaloga girdiği iddiasıyla kendisine karşı yurt dışında mevcut tepkileri hafifletmiş ve ülke yönetiminin başında kalmayı başarmıştır.
Venezuela’nın Bangladeş’ten büyük farkının petrol zengini olduğunu belirtmiştim. Bu sayede Küba, Nikaragua gibi ideolojik bakımdan her hâlükârda rejime yakınlık duyan ülkelere ilaveten gelişmiş ülkelerinin de en azından tahammülünü elde etmeye başarmıştır. Muhalefet ile yürütülen ancak herhangi somut bir sonuca yol açmayan diyalog sayesinde ve Rusya’ya uygulanan yaptırımlara ilaveten Orta Doğu’daki karışıklıkların dünya petrol fiyatlarına yansıyacağı endişesiyle, Biden yönetimi Maduro’yu devirme hevesiyle Trump zamanında petrol üretimine ve ihracatına konan yaptırımları gevşetme yoluna gitmiştir. Maduro’nun seçimleri çalmış olmasının aleniyet kazanmasına rağmen ABD yönetimi petrol ihracatına yeni yaptırımlar getirme yoluna en azından şimdilik gitmemiştir. 2028 seçimlerinden sonra Trump yönetiminin yaptığının aksine de muhalefeti ülke meşru iktidarı olarak tanıma yoluna da en azından şimdilik gitmemiştir. AB de ihtiyatlı ve mesafeli bir çizgi sürdürmektedir. Birkaç gün önce Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Borrell tarafından konu ile ilgili olarak yayınlanan açıklamada seçimlerin açıklanan neticelerinin halkın iradesini yansıtmadığı tekrar edilmekte, ancak daha ileriye gidilmemektedir.
Venezuela’nın Bangladeş’ten tek farkı petrol zenginliği değil. Maduro rejimini ayakta tutan asker ve polisin rejime sadakatidir. Ekonominin artık rasyonel kurallarla işlemediği ülkede, yüksek rütbeli subaylar yolsuzluk rejiminin tam ortasında bulunmakta ve bu rejimden en çok faydalananların başında gelmektedir. Küçük Venezuela ordusunda general sayısının 400 kadar olduğu bilinmektedir. Sistemden bu ölçüde yararlanan kişilerin değişmesini istemeyecekleri açıktır.
28 Temmuz tarihinde yapılan seçimler şimdiki halde 2018 seçimlerinden farkı olmayan bir neticeye yol açtı. Maduro kendi emrinde olan seçim kurulu tarafından %51.2 ile galip ilan edilmiş, ancak verilen oyların sayısı inandırıcı gelmeyen teknik bir takım sorunlar gerekçe gösterilerek açıklanmamıştır. Çoğu gözlemcilere kapalı olan seçimler öncesinde ise güvenilir kamuoyu yoklamaları muhalif adayın en az 2/3 desteği olduğunu hesaplamışlardı.
Seçimlerden sonra aynen 2018 senaryosu tekrar edilir oldu. Çoğu ülke seçim neticesini tanımadıklarını ilan etmiş, bunların bu defa uluslararası gözlemcilerin gözetiminde yinelenmesi çağrısında bulunmuş, ancak Maduro en azından şimdilik bu çağrılara kulak asmama yolunu tercih etmiştir. Halk yine sokaklara dökülmüş, ancak bu defa öldürülen gösterici sayısı eskiye nazaran çok daha az, 25 kadar olmuştur. Maduro arkasına Çin, Rusya gibi otokratik bir şekilde yönetilen ülkelerin desteğini alarak aynen 2018 seçimlerinden sonra olduğu gibi işleri zamana yayarak ayakta kalabileceğini hesaplamaktadır muhakkak.
Bangladeş ve Venezuela tecrübelerinin gösterdiği gibi yıllanmış olan ve ayrıca ülkenin mahkemeler başta olmak üzere tüm kurumlarını ele geçirmiş olan iktidarların seçim yoluyla değişmesi kolay olmuyor. Hatta imkânsız denebilir çünkü modern çağda örneği yok. Ayrıca dikkat çeken husus Bangladeş ekonomisinin devrik rejim zamanında çok iyi bir performans göstermesine rağmen rejimin halk tarafından devrilmiş olmasıdır. Venezuela’da ise halkın rejim karşıtlığının önemli bir nedeni petrol zengini ülkenin yanlış politikalar neticesinde ülkenin fakirleşmiş olmasıdır. Bu iki ülkeye bakılınca halkın refahını arttırmanın her zaman onu tatmin etmeye yetmediği sonucuna varılabilir. Bir diğer sonuç da Venezuela örneğinde görüldüğü gibi dışarıdan yapılan müdahaleler ve uygulanan yaptırımların halkının üzerine ateş etmekten çekinmeyen iktidarları devirmeye yetmediği, önünde sonunda halkın otoriter rejimleri değiştirmek için kanıyla yeterli bir bedel ödemeye hazır olup olmadığına bağlı olduğu yönündedir.
Seçimle iktidar değiştirmenin imkansız olduğu durumlarda şüphesiz yegane seçenek halkın inisiyatifi eline alarak kendi hakkını kendi aramasıdır. Otokratik rejimlerde bunu çok gördük. 1989 yılında Pekin’de Tienanmen meydanında hürriyet için ayaklanan gençler başarıya ulaşamamışlar, buna karşılık kesin bir sayı bulunmamakla beraber birkaç bin ölü vermişlerdir. İran, Belarus, Rusya gibi ülkelerde benzer ayaklanmalara daha yakın zamanlarda rastladık. Hepsi başarısızlıkla sonuçlandı çünkü güvenlik güçleri siyasi iktidardan aldığı emirlere uyarak halkın üzerine ateş açmaya çekinmedi. Bir müddet sonra da halk bezginliğe kapılıyor ve mukavemetten vazgeçiyor. Başarılı ayaklanmalar, Bangladeş örneğinde gördüğümüz gibi iktidarın içeriden çözülmesi, güvenlik güçlerinin halkın üstüne gitmeyi kabul etmemesiyle mümkün olabiliyor. Bunların da epey ender olduğuna, bu nedenle de otokratik rejimlerin uzun süre ayakta kalmayı başardıklarına genel olarak şahit oluyoruz.