Haftanın gündemine binaen bugünkü ‘İttihatçılık’ bahsine Gülen Cemaati ile başlayalım. Darbe girişiminin akim kalması sonrasında, Cemaatin bürokrasiden tasfiyesine paralel olarak cumhurbaşkanlığı sistemine geçildiğini ve bu sosyal siyasal sarsıntının Yeni İttihatçılığın yerleşmesi için bir zemin oluşturduğunu geçmiş yazılarda irdelemiştim.
Ancak Gülen Cemaatinin tasfiyesi bir başka açıdan daha İttihatçılığın başarısına katkı verdi: Bu gelişme Kemalizmin de (28 Şubat sonrası) bir kez daha yenilmesi anlamını taşıdı ve Kemalizm yeni düzene geçilirken ne alternatif olabildi ne de Yeni İttihatçılık karşısında direnç oluşturabildi.
Hikayeyi biliyoruz… Devlet kadrolaşması içinde insanı olmayan AK Parti, bir de iktidara geldikten sonra laik ‘zinde’ güçler tarafından engellenince Gülen cemaati ile ittifak yaptı. Oysa dini açıdan Gülenciler ile Milli Görüşçüler birbirine tamamen zıt akımlardı.
Dolayısıyla bu ittifak ikircikliydi, karşılıklı olarak ‘diğerini kullanma’ mantığıyla ilerledi ve 2010 yılında AK Parti’deki rahatsızlık belirgin hale geldi. 2010 Referandumundaki HSYK seçim maddesiyle Gülencilerin önü kesilmek istendi. Ne var ki CHP ilgili maddeyi Anayasa Mahkemesine götürdü, madde iptal edildi ve Gülen Cemaatinin adalet sistemine hakim olmasına zemin açıldı.
Bu özgüvenle 2011 seçimlerinde Cemaat AK Parti’den 100 küsur milletvekili talep etti ve ilişki koptu. Sonrasında önce istihbarat, ardından hukuk üzerinden gelişen ve giderek sertleşip darbe girişimine kadar giden bir kavga yaşandı.
2013 Gezi olaylarıyla birlikte ilginç bir gelişmeye daha tanık olundu… O zamana dek AK Parti ile Gülen Cemaati arasında pek fark görmeyen, ‘al birini vur ötekine’ diye bakan, ikisinin de ortadan kalkması gerektiğini vazeden birçok Kemalist, solcu ve liberal (ya da böyle addedilen gruplar) Cemaate yakınlaştı, toplantılarına katılmaya başladı, birlikte saf tuttu, onunla müttefik oldu.
Üstelik Gülencilerin nasıl taktikler izledikleri, adalet sistemini nasıl manipüle ettikleri, meşru siyasi mücadelenin dışına çıkmaya ne denli teşne oldukları (17/25 Aralık) 2013’te ortaya çıkmasına rağmen…
Diğer deyişle (bir kısım) Kemalistler, solcular ve liberaller siyasi mücadelede ahlaki kriterleri kolayca bir kenara koyabildiler. İş 2016 Temmuz’unda darbeye kadar vardığında söz konusu ahlaki zaaf Cemaate destek veren bu kesimleri yıpratmış, halk nezdinde taşıdıkları (az çok) meşruiyeti de bitirmişti. Nitekim darbe karşısında pasif bir duruş sergilediler. Ne yaşandığı anda ne de sonrasında direnişin parçası olmadılar, seyrettiler…
Üstelik bazı ‘Kemalist’ subayların da darbe girişimine destek verdiği iddia edildi ve (doğru veya yanlış) bu izlenim de kamuoyunun zihnine kazındı.
Dolayısıyla 2016 yılının ortasında rejimi, düzeni ve sistemi yeniden inşa edecek, ona sahip çıkacak olanlar artık Kemalistler, solcular, liberaller değildi. Mücadelenin yıllarca tarafı olup kazananlar şimdi ‘yeni’ olanı kurma gücünü de ele geçirmişlerdi.
Bu noktada bir parantez açalım: Kemalist, solcu ve liberallerin hepsinin Gülen Cemaatine destek vermediği, birçoğunun hala hem AK Partiye hem Gülencilere muhalif kaldığı öne sürülebilir. Doğrudur… Ama ironik olan şu ki bu tutum da söz konusu grupların siyasi meşruiyetini zayıflattı.
İki nedenle. Birincisi ortada bir büyük iktidar kavgası varken meşruiyetçi olanla olmayanı bir tutmak meşruiyet kaygısı olmadığını ima eder ve dolayısıyla meşruiyetçi olmayana destek vermek anlamına gelir. Kemalistler ve diğerlerinin temel hedefi AK Parti iktidarını indirmekti ve bu amaç için herkesle işbirliği yapabileceklerini göstermiş oldular. İkinci olarak bu sürede Kemalist, solcu ve liberallerin kendi içinde açık ve güçlü bir siyasi tartışma yaşadığına dair bir izlenim de elde edilmedi. Cemaate destek vermeyenler destek verenleri kınamadı, nihayette onlar da ‘her halükarda sonuç lehimize’ mantığıyla seyirci kaldılar.
Soru niçin böyle davrandıkları… Gülen Cemaatinin deşifre olduğu bir momentte niçin onunla yan yana durdular? Çünkü iflah olmaz bir AK Parti alerjisine sahipler. Ve bunun temelinde otoriter (Kemalist) laiklik anlayışı yatıyor… AK Parti geleneksel dindarlığın ve onun etrafında örülen hayat tarzının partisi olarak görülüyor. Amacının (hala!) şeriat getirmek, kadınları eve hapsetmek, kız çocukları okutmamak vesaire olduğu düşünülüyor.
Oysa Gülen Cemaati ‘modern’, ‘çağdaş’, gündelik hayatta dinin sınırlamalarını aşmış, ‘açık fikirli’ bir sosyal hareket olarak değerlendirildi ve bu ‘tespit’ Kemalistler (ve diğerleri) için o denli önemliydi ki Cemaatin idari, siyasi ve toplumsal alanda neler yaptığı, meşruiyetten nasıl kolayca sapabildiği ikincil addedildi, görmezden gelindi.
Velhasıl (otoriter) laikliği siyasetinin ‘kimliği’ olarak gören toplumsal ‘koalisyon’ (belki 28 Şubat iflasının da tepkisiyle) Gülen Cemaati üzerinden son kozunu oynadı ve kaybetti. Kemalist laiklik anlayışı (bence) tekrar ayağa kalkamayacak şekilde hasar gördü ve gelecekte de işlevsiz olacağı belli…
Nitekim bugün Yeni İttihatçılığın ayakta kalmasını, seçim kazanmasını sağlayan anlayış laikliğin dönüşümüyle yakından ilişkili. Dinin bizatihi siyasi ağırlık taşımasının önü ‘milllikle’ kesiliyor, ama dindarların kamusal alanın, ülkenin ve devletin asli sahipleri olduğu, hayat tarzlarının ve siyasi iddialarının bizzat devlet tarafından koruma altına alındığı teslim ediliyor.
Bu ülkenin geleceğinde (tekrarlamakta yarar var) radikal bir dönüşüm geçirmediği sürece artık Kemalizm (ve de solculuk ve liberallik) uzun süre anlamlı bir siyasi alternatif oluşturmayacak. Söz konusu radikal dönüşüme şimdilik kısaca ‘demokratlaşma’ diyelim… Çünkü Kemalistler de solcular da liberaller de demokrat değiller ve henüz olmadıklarını bile fark edemedikleri için yolumuz uzun…
*
Ayrı yazı hasretmek istemediğim için, konuyla ilgili ilginç bir nokta ve güncel bir detaya da bu vesile ile değinmek istiyorum…
Bugün Gülen Cemaati ‘FETÖ’ yaftası altında tümüyle kökü dışarda ve kötü niyetli bir yapı olarak resmediliyor. Ama bu çaba tarihin üstünü örtme, üzerimize yapışan utançtan sıyrılma ihtiyacını yansıtıyor sadece…
Gülen hareketi bu toprakların bağrından çıkan, devlet tarafından önemli ölçüde kollanan ve kullanılan, dünya deneyiminde benzeri pek olmayan ‘yerli’ bir oluşumdu. Ayrıca hem parlak gençleri okul sistemine katma, hem de yurt dışında ülke adına devletin beceremeyeceği bir prestij alanının üretilmesi yönüyle ‘milli’ bir oluşumdu.
Açıkçası Türkiye’nin son yüz yılı içinde gerçekten ‘yerli ve milli’ bir hareket arayacak olursak, belki de en başa Gülen Cemaatini koymak zorunda kalırız.
Bu olay bize kısa yoldan ‘yerli ve milli’liğin çok çeşitli olabileceği ve her ‘yerli ve milli’nin de matah olmayabileceği uyarısını yapıyor.
Ancak bu hazmı zor bir tespit. ‘Yerli ve milli’liğin çoğulculuğa açık olması, bir sabit doğrultu değil siyasi bir yelpaze oluşturması, bunun içinde çok farklı zihniyetlerin karşı karşıya gelebileceği şu an kendisini ‘yerli ve milli’ olarak tanımlayanların işine gelmeyecektir. Ayrıca ataerkil zihniyetin hakim olduğu bir toplumda doğrunun çoğulluğu ve dolayısıyla belirsizliği de insanları rahatsız edecektir.
Nitekim Türkiye’de de tek bir (doğru) ‘yerli ve milli’ tutumun olması hem iktidarın hem de toplumun zihinsel tasavvuruna ve beklentisine çok daha uygun düşebiliyor.
Bu kriterle baktığınızda Gülen Cemaati’nin gerçekte ‘yerli ve milli’ olduğunu bilseniz bile, bu gerçeği reddetmeniz, reddetmenizi sağlayacak bir hikaye üretmeniz gerekiyor. Bunun en uygun yolu Gülen Cemaati’nin ‘dış mihrakların uzantısı’ olduğunu bir ‘apaçık gerçeklik’ olarak kayda geçirmek.
Bununla ilgili elinizde hiçbir delil olmayabilir… Gülen Cemaati’nin stratejisinin aslında tam aksi yönde işlediğini de biliyor olabilirsiniz (Yani darbeyi kimsenin desteği olmadan yapmak ve bunu daha sonra pazarlık gücü olarak kullanmak – o zamana dek bütün girişimlerinde olduğu gibi) … Darbenin önceden bilinip bir miktar yol verilmesi karşısında Gülencilerin istihbarat açısından ne denli zayıf kaldıklarının da muhtemelen bilincindesinizdir…
Hele askerseniz bu işlerden daha çok anlarsınız. Örneğin darbe girişimi saatler öncesinden biliniyor iken, Genelkurmay’ın niçin tüm birliklere ‘kışladan çıkış yasağı’ emri vermediğini haliyle sorgularsınız.
Nitekim darbenin başarısız kalmasında askeri (ve stratejik) açıdan en kritik rolü üstlenen General Zekai Aksakallı da o günlerde bunu gündeme getirmişti. Sonrasındaki gelişme ilginç oldu: Aksakallı tez elden emekli, yani tasfiye edildi. ‘Kahraman’ iken bir anda sistem dışına atıldı.
Muhtemelen yaşadıklarını şimdi gözden geçirdiğinde, Aksakallı da herkes gibi darbenin öncesi, akşamı ve sonrasıyla ilgili daha derinlikli, detaylandırılmış ve kesinleşmiş kanaatlere sahip olmalı.
Ne var ki Aksakallı geçen günlerde verdiği bir röportajda ‘devlet ne yapmışsa haklıdır’ minvalinde konuşabildi. Darbe gecesi ‘kışladan çıkış yasağı’ emri verilmemesini havsalası almayan deneyimli komutan, şimdi rejimi değiştirebilecek bir (tam teşekküllü) darbe girişiminin önceden haber alındığı gerçeğinin kesinleşmesine rağmen, bu kritik konuyu unutmuş gözüküyor.
Bu tutumu devleti yüceltme ve kollama misyonuyla yetişmiş bir Kemalist subay tavrı olarak görebiliriz. Emekli olduğunda susma, bildiklerini kendine saklama, böylece devletçi hegemonyanın sürdürülmesini sağlama, belli ki bu ülkede asker olmanın karakteri haline gelmiş.
Ancak Aksakallı’nın ne kadar zor durumda olabileceğini görelim: Muhtemelen Genelkurmay’ın ve iktidarın yanlış yaptığını, belki de bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünmeden edemiyor ama yine de yapılana sahip çıkma zorunluluğu hissediyor.
Neyse ki bu rahatsız edici konumdan kurtulmanın kolay bir yolu var: Düşmanın ölçeğini büyütmek… Düşmanı tanımlarken Gülen Cemaatinin ötesine geçmek ve (tercihan) başa çıkılamayacak ölçüde güçlü, kötücül ve gaddar bir düşmana işaret etmek.
O da öyle yapıyor… Söz konusu röportajda şöyle demiş: “Bu darbe Türkiye’nin milli bekasına yönelik küresel emperyalistlerin planladığı, FETÖ’ye icra ettikleri darbe girişimidir.”
Gayet ‘hazin’ bir açıklama olarak ‘küresel emperyalizm’ kavramının analizini yapmayı bir kenara koyalım (ama bunun esas olarak Batı’yı işaret ettiğini de atlamayalım). Önemli olan esas düşmanın ‘küreselliği’ ve ona ‘küresel’ yani topyekün bir cevap verme arayışı. Dolayısıyla bu, bütün detayları bir yana koymamıza neden olan bir ‘beka meselesi’…
Bu tür bir önermeyi ne Kemalistler, ne solcular, ne de liberaller kolay yapamaz. Onlar Batı’nın karmaşıklığını, çeşitliliğini es geçen genellemelere (artık) yatkın değiller, daha rasyonel ve gerçekçi bir bakışa sahipler. İdeolojik olarak kendilerini kandırabilirler, ama palavraya daha kapalılar.
Kısacası hem Gülencilere karşı olma hem de devletle ters düşmeme ihtiyacı içindeyseniz yolunuz Yeni İttihatçılıktır… Çünkü diğer ideolojilerin ürettiği ‘hikayeler’ psikolojik yükünüzden kurtulmayı sağlamada yetersiz kalıyor.
Oysa Batı’yı ‘küresel emperyalizmin’ öznesi olarak şeytanlaştırdığınız ve Türkiye’deki her istenmeyen oluşum ve gelişmeyi (mesela Kürt siyaseti) bunun uzantısı haline getirdiğinizde rahatlıyorsunuz. Yaptığınız yanlışlar, korkaklıklar, kaçamaklar, fırsatçılıklar ‘küçülüyor’, büyük dava karşısında önemini yitiriyor (hatta belki de davaya hizmet ediyor!).
Dolayısıyla Yeni İttihatçılık sadece ideolojik değil, psikolojik olarak da bir çekim merkezi! Sorun şu ki, Yeni İttihatçılığın hikayesi toplumu gerçeklerden uzaklaşmaya davet ediyor. Bu durumda anlatılan hikayenin ‘gerçekliğinin’ ideolojik tahkimatla sağlanması gerek ve bu da ideolojinin giderek ilkelleşmesiyle sonuçlanacak gibi gözüküyor…