Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBaşımıza çöp mü yağsın taş mı?

Başımıza çöp mü yağsın taş mı?

6 Şubat depreminden önceki günlerde Sinan Ateş için adalet istiyor ve asıl sorumluların da yargılanmasını talep ediyorduk. Şenyaşar ailesinin annesi Emine Şenyaşar adliye önünde adalet nöbeti tutuyordu. Emine Şenyaşar’ın adliye önündeki adalet nöbeti ve feryadı ile 6 Şubat depremi sonrasında enkaz başında yakınlarını bekleyenlerin nöbetleri ve feryatları arasında hiçbir fark göremiyorum. En temel hakkımız olan yaşam hakkı tanınmayınca, başımıza alevler içindeki çöpler yağarak mı, taş yağarak mı ölmeyi dahi tercih edemediğimizin farkında mıyız? Velhasıl, hukuku enkaz altından çıkarmadan her afette enkaz altında kalmamak mümkün olacak mı?

Tarih 28 Nisan 1993, saat 09:30. İstanbul’un Anadolu yakasının çöplerinin toplandığı Ümraniye Hekimbaşı çöplüğünde devasa bir patlama meydana geldi. Çöplük ifadesi biraz küçümseme gibi oluyor. Çöp dağı mı dersiniz, yaklaşık 4,5 yıldır kontrolsüz bir şekilde biriktirilen çöplerin 350 bin metrekare alana yayılmış ihmal dağı mı dersiniz, sonuçta metan gazı patlamasıyla birlikte 2.300 tondan fazla çöp patladı ve alev topları şeklinde etrafa yayıldı. Çöplerin yayıldığı alanda ne vardı dersiniz?

Alevler içindeki çöpler 11 gecekondunun üzerine yığıldı. 11 gecekondu… Gecekondularda yaşayanlar, her gün çöp kokusuna katlanarak çöp dağının hemen kenarında yaşama tutunmaya, çöpten topladıklarını satarak ekmek parası kazanmaya çalışan, ülkemizin fakir ve her daim mazlum insanları; bizim insanımız, dostumuz, akrabamızdı. 11 gecekonduda patlama esnasında evlerinde olan 39 kişi alevler içinde kalmıştı. 39 kişiden 27’sinin cansız bedenlerine ulaşıldı. 12 kişinin bedenine ise hiç ulaşılamadı. Patlama esnasında evlerinde olmayanlar döndüklerinde kimseyi bulamadılar. Kayıpları için ziyaret edebilecekleri bir kabir olanlar şanslı sayıldı.

Ortaokul son sınıfta idim patlama olduğunda. Haberleri izlerken, gazeteleri okurken çöplerin yanı başında yaşamanın nasıl olduğunu hayal etmeye çalışır, başımdan aşağı alevler içindeki çöplerin yığılmasını ise hayal dahi edemezdim. Ülkede 39 kişinin başından aşağı çöp yağmış olması herkesin başından aşağı çöp yağmasıyla eşdeğerdi benim için. Kimsenin başından aşağı çöp yağma korkusu yaşamayacağı bir ülke hayali çok uzak olmamalıydı.

Bir belediye başkanının “burada yaşayanlar öleceklerini biliyordu” dediği iddia edilmiş ve bu sözler basına yansımıştı. Facianın olacağı konusunda yılarca uyarılar yapılmış olmasına karşın hem ilçe hem de büyükşehir belediyesi ve elbette hükümetin tedbir almamış olmasının ne önemi olabilirdi ki? Öleceklerini bilerek çöp dağının yanı başında yaşayabildikleri kadar hayata tutunmaya çalışanlar sonucu baştan kabul etmişlerdi yöneticilere göre.  Hem devlete kusur atfetmek olacak iş miydi?

Hayatını kaybedenlerin akrabaları yöneticilerin gecekonduda yaşayanların suçlu olduğu görüşüne itibar etmemiş olacaklar ki davalar açtılar ve yerel makamların ölümlerden sorumlu olduğunu  iddia ettiler. Konu bilirkişilere gitti. O zamanlar bilirkişiler kusur oranları hesaplarlar ve oranları da 8 üzerinden dağıtırlardı. Bilirkişiler hükümeti 1/8 oranında kusurlu bulmuştu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2/8, Ümraniye Belediyesi 2/8, gecekondu sahipleri yani ölenler de 1/8 kusurlu bulunmuştu.

İç hukuk yolları “tükenince” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidildi. Birçoğumuz AİHM kararıyla 1972’den bu yana alanda Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve Ümraniye ilçelerinin çöplerinin kontrolsüz depolandığını öğrendik. AİHM’in Öneryıldız/Türkiye kararının (https://cdn.istanbul.edu.tr/FileHandler2.ashx?f=case-of-_neryildiz-v.-turkey—[turkish-translation]-by-the-turkish-ministry-of-justice.pdf) okunmasını önererek sonucu özetleyeyim.

AİHM’e göre devlet çöp toplama alanının etrafında kaçak yapılaşmaya izin vermişti. İzin verilmese yapılamazdı değil mi? İzin verilmekle de kalınmamış yapılara hizmet de götürülmüştü. Elektrik, su gibi temel hizmetler de devlet eliyle gecekondulara sağlanmıştı (bir seçim daha geçse bence tapuları da olurdu gecekonduların). Devlet göz göre göre gelen felaket için önleyici tedbirler almamış ve toplumun bilgilendirilme hakkı (böyle bir hakkımız varmış) yerine getirilmemişti. Dolayısıyla yaşam hakları ve mülkiyet hakları ihlal edilmişti. AİHM 9 can kaybı için 164 bin avro tazminat ödenmesine de karar vermişti. Kararın önemli gördüğüm birkaç cümlesine biraz sonra değineceğim. AİHM’in bu kararı diğer davalara da emsal oldu ve devlet dostane çözümle diğer dört aileye, yaklaşık 30 can kaybı için 81.500 Avro tazminat ödedi. Ne de olsa dostane çözümdü değil mi? Elbette can kaybının telafisi yoktur ama AİHM kişi başına yaklaşık 18.200 Avro ödenmesine yönelik karar alırken, devletimiz “dostane” yaklaşımıyla kişi başı yaklaşık 3 bin avroya konuyu kapatmıştı. Ülkemizde insan hayatı ucuz mu pahalı mı diye yorum yapmayalım şimdi. Hepimiz aynı ülkede yaşıyoruz.

1999 depremi sonrası 19 Ağustos’ta sahadaydım. İlk gidişimde 2 gün kaldım, sonra birkaç kez daha gidebildim. İlk kez Gölcük’te maske takmak zorunda kalmıştım. Depremin geride bıraktığı her anlamdaki yıkımı görünce de afetlerde insanların enkaz altında kalma korkusu ile yaşamadığı bir ülke hayal etmiştim. 1999 depremi sonrası Van depremi dahil hemen tüm büyük depremlerde sahada yer aldım. Gördüğüm hiçbir sahneyi unutamıyorum.

23 Ekim 2011 tarihinde Van’da 7,2 büyüklüğünde bir deprem oldu. Ben hemen gidemedim. Ankara’da bir kamu kurumunda görevliydim ve bağlı olduğum kurum deprem ve yapıların hasar tespiti konusunda uzman olduğumu, gönüllü olduğumu belirtmeme rağmen gitmeme izin vermemişti.

9 Kasım 2011’de Edremit merkezli 5,6 büyüklüğünde bir deprem daha meydana geldi. İlk depremde hasar almış olmasına karşın sahibinin “ticari zekâsıyla” hızla çatlakları mimari olarak kapatılan Bayram Otel yıkıldı ve otel enkazında 24 kişi can verdi. 1963 yılı yapımı otel için ilk deprem sonrasında hasar tespiti yapılmamıştı. Hasar tespiti yapmakla sorumlu olan Valilik ve AFAD’ın kusurlu olduğu iddiasıyla adli bir süreç başlatıldı, suç duyuruları yapıldı. “Şaşırtıcı” ama İçişleri Bakanlığı soruşturma izni vermedi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da şikâyetleri işleme koymuyor. Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşınıyor konu. AYM 2013’te ihlal kararı veriyor. AYM kararında AİHM’in Öneryıldız/Türkiye kararına bolca atıf var ve elbette Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 2. Maddesinde açıklanan yaşam hakkı ile Anayasamızın 17. Maddesine atıflar var.

Ne diyordu Anayasamızın 17. Maddesi: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Yani öylesine nefes alıp vermek değil, maddi ve manevi varlığımızı korumak ve geliştirmek hakkına sahibiz.

AYM diyor ki devletin bir pozitif bir de negatif yükümlülüğü vardır. Negatif yükümlülük kolay olanı, bir şey yapmasına gerek yok: “Yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak zarar veya son vermemek.”  Pozitif yükümlülük ise eylem gerektiriyor: “Yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin, gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı korumak.” Olası tüm risklere karşı bizleri korumak devletimizin temel görevlerinden anlayacağınız.

AYM pozitif yükümlülükle ilgili ihlalin oluşması işçin gereken şartı da belirtiyor: “Pozitif yükümlülüğün ortaya çıkması ve bu anlamda bir ihlalden söz edilebilmesi için; öncelikle, yetkililerce belirli bir kişinin hayatına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin varlığının bilinmesi ya da bilinmesinin gerektiği bir durumun olması, ayrıca, böyle bir durum dahilinde, makul ölçüler oldukları yetkiler kapsamında bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek şekilde kamu makamlarının önlem almakta başarısız olduklarının tespit edilmesi gerekmektedir.”

Pozitif ve negatif yükümlülükle birlikte, pozitif yükümlülüğün bir parçası da kabul edilen usul yükümlülüğü de vardır ki bu da “etkili bir yargısal sistem kurma” şeklinde özetlenebilir. AYM diyor ki: “etkili bir yargısal sistem kurma yönündeki pozitif yükümlülük çer­çevesinde, yürütülen ceza soruşturmalarının amacı, yaşam hakkını koruyan mev­zuat hükümlerinin etkili bir şekilde uygulanmasını ve vuku bulan ölüm olayında varsa sorumluları, sorumluluklarını tespit etmek üzere adalet önüne çıkarılma­larını sağlamaktır. Bu bir sonuç yükümlülüğü değil, uygun araçların kullanılması yükümlülüğüdür.”

AYM soruşturma makamlarının bağımsız olması gerekliliğine de vurgu yapıyor: “Bir soruşturmanın etkililiğinden söz edebilmek için, soruşturmayı yap­makla görevli kişilerin olaylara karışmış olabilecek kişilerden bağımsız olmaları zorunludur. Bağımsızlık sadece hiyerarşik veya kurumsal değil, aynı zamanda pratik olarak bağımsızlığı da gerektirir.”

AYM’nin 2013 yılındaki Bayram Otel kararının  (Serpil Kerimoğlu vd., B.No: 2012/752, https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2012/752 ) okunmasını öneriyorum ancak özellikle AİHM’in Öneryıldız kararına atıf yaptığı bir paragrafı da paylaşmak istiyorum.

“Devletin bu noktada bir yükümlülüğünün ortaya çıkabilmesi için kamu yetkililerince, belirli bir kişinin hayatının gerçek ve yakın tehlike içinde olduğu­nun bilinmesi ya da bilinmesi gerektiği durumların varlığı kabul edildikten sonra, böyle bir durum dâhilinde, makul ölçüler çerçevesinde ve sahip oldukları yetki­ler kapsamında bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek şekilde kamu ma­kamlarının önlem almakta başarısız oldukları tespit edilmelidir (§ 53).”

AYM’nin yaşam hakkının usuli boyutunun ihlal edildiğine yönelik 2013 yılı kararından sonra ne mi oldu? Süreç yeniden başladı ve İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirdi. Müfettişlerin Vali ve AFAD İl Müdürü hakkında “soruşturma izni verilmeli” şeklinde rapor düzenlemelerine rağmen dönemin İçişleri Bakanı soruşturma izni vermedi. Başbakanlık Teftiş Kurulu da “nedensellik bağı kurulabilecek koordinasyon ve iş birliği yükümlülüklerini ihlal ettiğine dair somut bir bulgunun tespit edilemediği” gerekçesiyle soruşturma izni verilmemesini önerdi. Neticede bir türlü verilmeyen soruşturma izni tekrar AYM önüne geldi. AYM 2019 Şubat’ında hak ihlali yok diyerek soruşturma izni vermeyen Bakanlığı haklı buldu. Can alıcı bir soru soralım: 2013 yılındaki ihlal kararından sonra 2019 yılına kadar ülkemiz yargısında ve AYM’de neler oldu?

20 Temmuz 2016 tarihinde OHAL ilan edilip peşpeşe KHK’larla kamu görevlileri ihraç edilmeye başlamıştı. İhraç edilenlerin veya terör suçlamasıyla adli işlem yapılanların bir bölümü dört duvar arasına atıldı. Tamamına yakını ise sivil ölüme mahkûm edildi. Yıllarca seslerini duyan olmadı. 1 Eylül 2016 tarihli 672 sayılı OHAL KHK “yıkımı” ile 50.643 kamu görevlisi ihraç edilmişti. İçlerinden 62’si AFAD çalışanıydı ve içlerinde arama kurtarma teknisyenleri, mühendisler, daire başkanları da vardı.

2018 yılında KHK platformları kuruldu. Kurulurken en çok kullandığımız argüman ne idi biliyor musunuz? Bir hukuk depremi oldu ve enkazın altında çok farklı dünya görüşlerinden, farklı mahallelerden mağdurlar var. Hukuk depremi ayrım yapmadı. Mağdurları kurtarmaya çalışırken de asla ayrıştırma olmamalı.

OHAL’in beraberinde getirdiği hukuk depreminde enkaz altında kimler kalmadı ki? 6 Şubat depreminden önceki günlerde Yusuf Kerim’in annesine kavuşması için sosyal medyada kamuoyu oluşturmaya çalışıyorduk. Sinan Ateş için adalet istiyor ve asıl sorumluların da yargılanmasını talep ediyorduk. Şenyaşar ailesinin annesi Emine Şenyaşar adliye önünde adalet nöbeti tutuyordu. Emine Şenyaşar’ın adliye önündeki adalet nöbeti ve feryadı ile 6 Şubat depremi sonrasında enkaz başında yakınlarını bekleyenlerin nöbetleri ve feryatları arasında hiçbir fark göremiyorum.

YÖK bursuyla ABD’de yüksek lisans ve doktora yapmış bilgisayar mühendisi bir müvekkilim Marmara bölgesinde 1999 depremini yaşamış bir üniversiteye atanmıştı. Üniversiteye adım attığında fakültesinde akademik atıf sayıları en yüksek akademisyendi ve çok dikkat çekmişti. Çok sayıda tez yönetti ve proje yaptı. En çok önem verdiği projesi TÜBİTAK 1003 Öncelikli Alanlar Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı kapsamında “Afet Sonrası Arama-Kurtarma Çalışmalarının Nesnelerin İnterneti Kapsamında M2M Uygulamaları ile İyileştirilmesi” isimli proje idi.  Proje ulusal ve uluslararası alanda heyecan uyandırmış ve çok sayıda destek ve iş birliği mektubu almıştı. Müvekkilimi üniversitesinde ders arasında gözaltına aldılar. Yaklaşık 10 ay tutuklu kaldı. İçeriği olmayan ve hatalı olduğu uzmanlarınca kolaylıkla anlaşılan operatör kayıtlarına dayalı ByLock kullanım iddiası vardı. Sonuçta beraat etti ama gözaltına alınmasıyla birlikte yürüttüğü tüm projeler çoktan yarım kalmıştı.

Beraati Yargıtay’da onanıp kesinleşince ABD’de dünyanın en iyi siber güvenlik firmalarından birinde çalışmak üzere ülkeyi terk etti. ABD’deki siber güvenlik firması hediyelerle karşıladı kendisini. Ben de Müvekkilim adına haksız tutukluluk kaynaklı tazminat davası açtım. Sizce tazminat ödenebilir mi? Hadi Müvekkilim adına bir tazminata hükmedildi, Müvekkilimin yokluğu nedeniyle Bilgisayar Mühendisliği bölümüne gidecek gençlerin mahrum kalacağı eğitimlerin, afetlerle ilgili projesi tamamlansaydı kurtarılabilecek canların tazminatı ödenebilecek mi? Ülkemizin beyin kanaması olarak da gördüğüm KHK’ların da artırdığı “kaht-ı rical” afeti nedeniyle her birimizin kaybettiklerinin tazminatı ödenebilecek mi? Yoksa hukukun enkaz altında kalmasına ses çıkarmayarak, sessizlik kitlesel suçunun ortakları olduğumuz için hep birlikte bedel mi ödüyoruz?

En temel hakkımız olan yaşam hakkı tanınmayınca, başımıza alevler içindeki çöpler yağarak mı, taş yağarak mı ölmeyi dahi tercih edemediğimizin farkında mıyız?

Velhasıl, hukuku enkaz altından çıkarmadan her afette enkaz altında kalmamak mümkün olacak mı?

- Advertisment -