Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBazen kurnazlık, aptallık demektir

Bazen kurnazlık, aptallık demektir

Ve tarih çoğu zaman dirayet ve basiret üzerinden değil, akılcı bireylerin mantıklı hesaplarının doğru çıkmasıyla değil, yanlışlar üzerinden, en iyi hazırlandığı sanılan planların çürük çıkmasıyla ilerliyor. Marksizm (ve diğer bazı tarih felsefeleri), geçmişten geleceğe teşmil edilebilecek evrensel bazı toplumsal gelişme yasaları düşledi. Bu da yanlış. Yanlış çıktı. Belki bir tek yasa var, bugün kabul edebileceğim: “Öngörülmemiş, düşünülmemiş, kastedilmemiş sonuçlar yasası.” Bir amaç güdüyorsunuz. Bu uğurda bir şey yapıyorsunuz. Hiç tasavvur etmediğiniz yerlere uzanıyor.

[3-4 Mart 2023] Geçmişte kimbilir kaç kere yazdım (ve söyledim) bunu. Siyasî tahmin ve tahlilleri, (mikro-iktisattaki Homo economicus misali) rasyonel davranışlar varsayımına dayandırmak, çok problemli. “Bu kadar basiretsiz olamaz. Bu kadar akılsız olamaz. Bu kadar alçak, hain, adî, yalancı olamaz. Bu kadar karaktersiz, bu kadar fırıldak olamaz.”

Olur. Pekâlâ olur. Naif olmayalım. Yekpareci olmayalım. İnsan dediğimiz, parçalı bir yaratık. İyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, bir alanda yaratıcılık ve başka bir alanda alabildiğine darkafalılık, aynı kişide yanyana barınabiliyor. Gene insan, eksik programlanmış bir yaratık (Ernest Gellner). Genleri de, çevresi de, zihniyet yapıları da herhangi bir durumda ne yapacağını bire bir belirlemiyor. Üç aşağı beş yukarı aynı maddî-teknolojik eşikte yer alan gruplar, yüzyüze geldikleri sorunlar hakkında farklı kararlar verip değişik kültürler üretebiliyor. Dolayısıyla geleceği hep bir öngörülemezlik hâlesi çevreliyor. Nihayet insan çok da değişken bir yaratık. Bir zamanlar Süleyman Demirel’in “Dün dündü, bugün bugündür” lâfı meşhurdu. İlkesiz, Makyavelist bir kıvraklığın sloganıydı. Gene de madalyonun diğer yüzünde, Demirel’in hiç olmazsa bir “ahde vefa” sorunu da vardı. Bunun hiç olmadığı politika üslûplarını da gördük sonradan. Geçelim. Siyasetin iniş çıkışlarının, hırslarının, manevralarının, eski-yeni ittifaklarının, uçtan uca savrulmalarının kişileri ve görüşlerini ne kadar değiştirebileceğine, ıskalananın reel iktidar ucunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, hayalî iktidar ucunda ise Doğu Perinçek tanıklık ediyor. Her türlü sahtekârlığın, kalleşliğin, ikiyüzlülüğün olabilirliğine; ölümüne düşman zannettiklerinizin ânında elele verebilirliğine, belki en çok, Stalin’in Nazizmi baş düşman olmaktan çıkarıp dost ve ortak kabul ettiği 1939 Ağustos’unun Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı, nâm-ı diğer Molotov-Ribbentrop Paktı tanıklık ediyor. 

Bunlar bazı genellemeler. Şimdi biraz daha yakın gelelim; hatâ veya yanlış hesap dediğimiz olayların nasıl gerçekleştiğine eğilelim. Birçoğunda, tâyin edici değilse de sıkça rastlanan bir motif, kendilerini çok zeki zanneden bazı tiplerin varlığı. Sadece kendilerini zeki sanmakla kalmıyor; güçlerine mağruren etrafındakileri de geri ve salak farzediyorlar. Eski Yunan trajedisindeki adıyla hubris. Kibir, gurur, tanrılara meydan okumak. Kişinin gidip nemesis’ine, kaçınılmaz düşüşünün failine toslamasına yol açıyor. Bu açıdan, gene Yunan mitolojisinin bize sunduğu çok özel bir vaka da Herostratus. Efes’in yapımına İÖ 550’de başlanan ikinci Artemis Tapınağı’nı, İÖ 356’da sırf meşhur olmak uğruna kundakladığı söylenir. Hakkında bir damnatio memoriae yasası çıkartılır (anısının lânetlenmesi). İsminin ister yazılı, ister sözlü olarak zikredilmesi yasaklanır. Ama etkili olmaz. Binlerce yıl boyunca unutulmaz Herostratus. Tam istediği gibi. Hattâ psikolojiye, ünlenme özlemlerinden kaynaklanan benzer yıkıcılıkların “Herostrat kompleksi” diye tarif edilmesiyle geçer.

Şu son altı haftada, Amerika’da bir Alex Murdaugh dâvâsı yaşandı. South Carolina eyaletinin güney ucunda, Atlantik kıyısındaki Lowcountry bölgesine, 19. yüzyıldan bu yana zengin ve nüfuzlu Murdaugh ailesi hükmetmiş. Nesiller boyu ünlü yargıç ve avukatlar çıkarmış, mahkeme salonlarında yağlıboya tablolarıyla âdetâ bir taşra hanedanı kurmuşlar. Son kuşaktan oğulları Alex de ailenin hukuk şirketinin başına geçmiş. Fakat önce uyuşturucu müptelâsı olmuş, sonra müşterilerini ve ortaklarını dolandırmaya başlamış. Battıkça batmış. Sonunda, bundan iki yıl önce karısı ve yirmilerindeki oğlunu da öldürmüş. Malikânesinin ücra bir köşesinde, olanca hukuk bilgisiyle kusursuz bir cinayet olarak planlamış. Görgü tanığı yok. Suç âleti yok. Kendisinin sonradan geldiğini iddia ediyor. Telefon açıp bizzat haber veriyor polise. A perfect crime. Güya. Çünkü oğlunun vurulmadan hemen önce çektiği bir videoda, o sırada orada olmadığını iddia eden babasının sesi duyuluyor. Oradan başlayıp çözülüyor olay. Yargı sürecinde, bütün yolsuzlukları da gözler önüne seriliyor Alex Murdaugh’nun. Aleme rezil oluyor. Jüriye üç saat yetiyor, karar vermesi için. Hâkim de derhal (3 Mart’ta, yani bugün), meşruten tahliyesiz iki kere müebbetine hükmediyor.

Benim için ilginç oldu, Alex Murdaugh’nun mahkûmiyet kararı ile Meral Akşener’in Altılı Masa’dan ayrılma kararının aynı güne gelmesi. Hemen belirteyim ki ben muhalefetin adayı kim olmalı tartışması açısından yaklaşmıyorum olaya. Örneğin Kılıçdaroğlucu da değilim, İmamoğlucu da. Esasen siyasetle pek bu düzeyde uğraşmıyorum. Daha makro planda, demokrasi ve hukuk devleti açısından ilgileniyorum.

Dolayısıyla Akşener’in bunu niye yaptığı, ne düşünerek yaptığı, amacının ne olduğu, ne elde etmeyi umduğu, sonucun ne olacağı… beni daha çok bir güncel tarih (the present as history) problemi olarak düşündürüyor. Belki bir siyaset sosyolojisi ve psikolojisi (veya patolojisi) problemi de diyebiliriz. Kendi partisi ve liderliğini çok mu önemsedi? Anketlerdeki yükselişine bakarak, biraz fazla kibire mi kapıldı? Kılıçdaroğlu’nun gölgesinde kalmak mı istemedi? CHP liderinin liderliğini (ve cumhurbaşkanlığını) kabul etmeyi, kendi tabanı açısından fazla sola kaymak mı saydı? HDP’de Kılıçdaroğlu’nun adaylığı lehinde oluşan havanın, Millet İttifakı’na ve dolayısıyla kendisine de bir şekilde bulaşıp, iktidarın “terör” propagandası karşısında zaafa düşüreceğinden mi korktu? Ekrem İmamoğlu’nun (veya Mansur Yavaş’ın) “kazanacak aday”lığına çok mu inandı? Ya da, seçimin kazanılabileceğinden umudu kesti de, kendisini muhtemel bir yenilgiden ayırmak mı istedi? Gelecek beş yılda ayakta kalıp yükselen lider olmayı mı hesapladı? Herostrat kompleksi mi devreye girdi?

Diyelim ki bunların biri veya birkaçı geçerli. Peki, asıl sorum şu: Motivasyonu ne olursa olsun, Altılı Masa’dan ayrılmak için bulduğu gerekçeye (bahaneye) ne demeli? Henüz çok yakın geçmişte, çok ayrıntılı bir program üzerinde anlaşıp, artık iki değil altı parti olarak Millet İttifakı’nı yeniden tanımlamadılar mı? Akşener ve İYİP de bu programı toptan benimsemedi mi? Böyle bir ittifak, sırf “kazanacak aday” meselesi yüzünden bozulabilir mi? Bozulursa, zayıf gördüğü o kazanma şansı artar mı, yoksa azalır ve büsbütün yok mu olur? Sırf “bu adayla kazanılmaz” iddiasıyla Altılı Masa’dan kalkmak, büyük bir mantıkî tutarsızlığı içermiyor mu?

Geçtim. Aday konusu gerçekten hiç mi konuşulmamıştı Altılı Masa’da, 2 Mart’a kadar? 2 Mart toplantısında diğer beş liderin Kılıçdaroğlu önerisiyle karşılaşmak, sürpriz mi oldu Meral Akşener için? Son aylarda başka bir gezegende mi yaşıyordu? Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olacağını bilmiyor, görmüyor muydu? Esasen bu yükselen ihtimale karşı kendisi ve diğer bazı İYİP’liler deneme atışları yapmadı mı CHP yönünde? Tırmanan bir gerilimin tarafı, hattâ başlatıcısı olmadı mı? Hal böyleyken, nasıl bekliyordu 2 Mart toplantısında “kazanacak aday” olarak İmamoğlu veya Yavaş önerisinin kabul edilmesini? Yani gelecek, görüşünü söyleyecek ve herkes Kılıçdaroğlu’ndan vazgeçip Akşener’in iki adayından birini (daha önce hiç duymamışçasına) hemen oracıkta kabul mu edecekti?

En önemlisi: Akşener, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın kendilerine sormuş muydu, onları aday gösterip gösteremeyeceğini? Kendi partilerine rağmen böyle bir adım atmayı istiyorlar mıydı? Akşener böyle bir agreman almamış idiyse, yaptığı ne kadar ahlâkiydi? Sıfırdan nasıl dayatabileceğini sandı (sandı mı gerçekten) Yavaş’ı veya İmamoğlu’nu? Son anda, benim adaylarımı kabul etmediler diye, beşe karşı bir konumunda masadan kalkmak ve diğer herkesi dayatmacılıkla suçlamak, ne kadar inandırıcı oldu? 3 Mart’taki sert ve hamasî ayrılık konuşmasında, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı kamuoyu önünde “vazife”ye çağırmasına ne demeli? Önceden bir konuşma ve anlaşma olmadan, böyle alenî çağrılarla mı halledilir bu işler? İster biri ister diğeri, partisine isyan demek olan bu “vazife”yi kabul ederse, artık seçilmeyi zerrece umabilir mi? Akşener’in kendisi bunu zerrece umabilir mi? Akşener’in konuşmasının sırf bu “vazife” çağrısı bölümü, dürüst bir tasavvur sayılabilir mi? Ya da sadece CHP’ye karşı bir provokasyon anlamına mı gelir? Yarın (4 Mart’ta) CHP’li büyükşehir belediye başkanları (İmamoğlu ve Yavaş dahil) toplu bir açıklama yapıp topyekûn Kılıçdaroğlu’nu destekliyoruz derlerse (ve/ya özel olarak Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş biz bu oyunda yokuz derlerse), ne durumda kalacak Meral Akşener? (*) Yoksa o alenî “vazife” çağrısını, reddedileceğini bile bile, sırf önceki emrivaki gaflarını örtbas etmek için mi gerçekleştirdi?

Öyle veya böyle, bir de sonuca bakalım, tabii şu anda görülebildiği kadarıyla. Hiçbir kesime yâr olamadı Meral Akşener, bu garip manevrasıyla. Tersine: kendini küçük düşürdü. Horlanıyor, alay konusu oluyor. Kendi partisinin tabanı ve taşra teşkilâtıyla bile değil, hemen sadece üst kademeleriyle başbaşa kaldı. 2018’den sonra bir kere daha bozguncu yaftası yedi. Şimdi ne yapacak – gene kendisini mi aday gösterecek? “Kazanacak aday” kendisi mi olacak yani?

Bu da bir tuhaf. İşin özeti: Akşener, Akşener’in ipiyle hiçbir kuyuya inilemeyeceğini belgeledi.

—————————-

(*) 3 Mart gecesi bu satırları yazıp yollarken, söz konusu açıklamalar henüz yoktu. Ertesi güne kalacağı söyleniyordu. Daha geç saatlerde geldi. Kılıçdaroğlu’nun Serbestiyet’te yayınlanan kendi cevabı gibi, yumuşak, ölçülü, geri dönüşlere açık kapı bırakan üslûpları dikkat çekiciydi. HB.

- Advertisment -