Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Bilgelik kurnazlıktan nefret eder”

“Bilgelik kurnazlıktan nefret eder”

Suç bazen “kara roman” mertebesine ulaşır, “polisiye”nin gözde stüdyosuna, “sorgu odası”na sığmaz. Ağırlandığı kabul salonu kalabalıktır. Devleti, kurumları, toplumu, polisiyenin ana “cast”ındaki dedektifi, polisi, yargıyı da sorgular. “Suçluyla aynı mahallede doğan polis, çocukluğunda aynı dükkândan şekerleme çalar”, Sir Anthony Hopkins seri katil çıkar. Aynı sokaklarda yayan da dolaşır, makam arabasıyla da…

Edebi türler içinde polisiyenin, bilhassa onu bir araç olarak hikâyesine yerleştiren “kara roman”ın lezzeti ayrıdır. Elbette suçun, suçlunun, kurbanın, o hayatın, o toplumun dünyasına nüfuz edebilenler. Öyle bir kuyumculuk, edebiyatın, sayısız dallarıyla bilimin, bilimsel düşüncenin, analitik zekânın sonsuz imkânlarını da “suç hikâyesi”ne taşıyor.  

Okurken felsefenin, sosyolojinin, psikolojinin, tıbbın, ilahiyatın romandaki hayata lezzet katan, hacim ve kıvam kazandıran bilgileriyle de karşılaşırsın, tarihin, coğrafyanın, farklı kültürlerin rehberliğinde geziye de çıkarsın. Hayata, topluma, insana dair her şey o düzlemde farklı bir anlam kazanır, değerler, kavramlar suçun gölgesinde, o bitek toprağında yeniden tanımlanır.

Bazen “kara roman” mertebesine ulaşmış polisiyedir, cinayet romanı, dedektif, ajan romanıdır… Bazen de farklı bir başlıkla, mesela “tarihi roman” olarak adlandırılabilecek bir eseri, bir kesitiyle alır polisiyenin tahtına oturtur. O zaman onu nefes nefese, polisiye gibi bir roman övgüsüyle de taçlandırırız. Kiminde de tersine, bir polisiye romanı edebiyatın kült örnekleri arasına yerleştirerek rütbelendiririz.

“Kara roman”ın sorguladığı hayat, polisiyelerin gözdesi “sorgu odası”na sıkışmaz. Suçlunun-zanlının-azmettiricisinin ağırlandığı kabul salonu kalabalıktır. Devleti, kurumları, toplumu, polisiyenin ana “cast”ındaki, rol dağılımındaki dedektifi, polisi, yargıyı da sorgular. Konuklara çay dağıtan da suçun gölgesinden kurtulamaz. Fonda “Masum değiliz, hiçbirimiz” çalar.

Bazen tasvirleriyle “sıkıcılığı” da göze alır. Ancak derinliğine duygu hareketliliği, insan portrelerindeki derin kaymalar, farklı karakterlerin, dünya görüşlerinin dinamiği, meraklısını içerlerden, koşar adım, heyecanla yakalar. Okurken dibinde yaşarsın.

Sayfalarında dolaşırken sadece “Katil kim?” sorusu değil, suçlunun, kurbanın, zanlının, tanığın, polisin, hâkimin derinleştikçe koyulaşan halet-i ruhiyesi, ölümcül sırları, bağlantıları da hayretlendirir insanı. Yolunda giden hayatları bir anda alt-üst eden travmaların insanları sürükleyebileceği yerler, duygular şaşırtır.

İmparatorluk nişanlı seri katil

Çözemezsin insanın ruhundaki şeytanın nereye, hangi ayrıntıya saklandığını… Nasıl, nereden dürteceğini bilemezsin. İkna eder seni, “Yahu kim bunlar, nereden çıktı bu canavarlar?” demezsin. Katil uşak değildir artık. De ki o bile olsa, çıplaklığıyla o bildiğin “uşak”lardan değildir.

Eserin o “polisiye olay”a kadar bildik “rol”lerini sergileyen karakterlerinin bir anda karanlık iç dünyası çıkar karşına. Romanın kahramanı artık ayrıcalığını kıskanç bir âşık,  kibirli bir aristokrat, entelektüel bir doktor olmasıyla değil bir suçlu, hatta seri katil olmasıyla katmerlendirir.

Psikiyatrist, entelektüel, varlıklı, aristokrat, sanata tutkun, cazibeli, amma velâkin seri katil Hannibal Lecter’ı “Kuzuların Sessizliği”nde Britanya İmparatorluk Nişanı (CBE) alan Sir Anthony Hopkins’in canlandırması tesadüf değildir. Yedi dalda Oscar adayı olan ve “en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo” dâhil beş ödül alan film, filmin beşte birinde gözükmesine rağmen Hopkins’e de “En iyi erkek oyuncu” Oscar’ını getirmiştir. Zira siluetinde açık ya da gizli bir iktidar vardır.

İnsan bizatihi bir “silah”tır

Şiddet de 44’lük Magnumlu Dirt Hary dedektiflerin, kısa namlulu 45’liğiyle kurşun yağdıran Mike Hammerların döngüsünden kurtulur, insanın bizatihi bir “silah” olduğunu hatırlatır, karşına şiddetin tüm familyası, soyu sopuyla 1001 yüzü çıkar.

Ki bu “yüz”ün envâî çeşidini, her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında ve artık o sayfadan ibaret olan TV haberlerinde de görürsün. Esrarengiz, netameli bir şatoda, kuytu bir malikânede düzenlenen Maskeli Balo’daki gibi sırıtır bazıların yüzleri. Maskeleri, ardına saklanan “toplumsal-kültürel yüz”lerle çıkar çıkar, bitmez bazen.

Marksist iktisatçı, yazar Ernest Mandel’e göre “Kara roman sadece suçu işlemez. Bir esrara, şiddeti de içeren daha ağır, daha baskıcı bir toplumsal mantığa gönderme yapar”. “Kara roman” kavramının Fransız Devrimi sürecinde, esrarengiz şatolarla, dehlizlerle, komplolarla, cinayetlerle “gotik bir edebiyat”ın bağrından doğduğuna değinir.

Hayatı, çoğu kez münasebetsiz, beklenmedik bir olayla sarsılan gündelik yaşamı da konu edinirler. O yorgun alışkanlığın kahramanları, birden bir “durum”la karşılaşırlar. Cinayettir, komplodur, büyük bir sır, trajedidir… “Normal” hayatın akışı bir anda, o hayatı alt üst eden bir şeyle değişir. Öyle bir şey olur ki sürüp giden yaşamlarında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Mütemadi sandıkları rutinlerinin hiç de ebedi olmadığını anlarlar.

Suç tüm sokaklardan geçer

Klasik ve seri örnekleriyle bazen bayan “Katil kim?” sorusunu, yozlaşmış, iliğine kadar sömürülmüş bir topluma tuttuğu aynanın sert, gerçekçi aynasında  “kara roman” mertebesine yükselten Georges Simenon, bu türe öncü bir örnektir.

“Suç”u o köhne geleneğin peşine takılarak olağan şüpheli sosyal sınıfa, kültüre, mesleklere etiketlemez. “Polisin de suçluyla aynı mahallede doğmuş olduğunu unutmayın, aynı dükkândan şekerleme aşırmıştır” der bir röportajında… Suçun ve tanımı gereği karşısındaki gücün, iyi ve kötünün adresi, aynı sokaklardan, toplumdan yayan da geçer, makam arabasıyla da…

Onu okurken kitabın sayfaları arasından sigara dumanı gelir, sokaklarında ne zaman, nasıl öleceği pek de belli olmayan Edip Cansever’in Ruhi Bey’i gezinir. Tanık mıdır, kurban mı, yoksa zanlı da olabilir mi… Bilinmez, Simenon’un daldığı “ruh” çıkmazlarında…

Dedektiftir ne yapsa yeridir

Klasik polisiye tirajını çoğu kez işi gücü suç olan abartılı kahramanlarıyla yakalar. Kimi o hayatı hayalinde günlük uğraşısı o olan “süper kahraman” dedektifle, romanlarla, filmlerle belleğine -her özelliğiyle- yerleşen “doğuştan” hafiyeyle özdeşleştirir. Kimi de okuyana “Herkesin, senin de başına gelebilir” duygusunun kamburunu verir, kahramanlarını sıradışı değil de sen-ben gibi tanımlayarak klasik polisiyenin sınırlarını aşmaya, vukuatı kucağına bırakmaya çalışır.

Kusurlu, anti-kahramanların cazibesini, gösterişsiz bir duyarlılık, farkındalık, durgun, yorgun, biraz yıpranmış asık yüzlerinde ortaya çıkan tebessümün kıymeti tamamlar bazen. Kusurludur ama tipik Amerikan polisiyelerindeki gibi ezelden arızalı maço kovboylar değildir hiç biri.

Polisiyenin tarihi serüveninde elbette övülen “katiller”i, haklı, iyi, olmadı cazibeli “kötü kahramanlar”ı, “Licence to kill (Öldürme Yetkisi)”e haiz James Bondları, kısa namlulu 45’liği hiç soğumayan Mike Hammerları filan unutmamak lazım. Aykırıdırlar, edepsizdirler, kural tanımazlar, “haklılık”ları, cazibeleri oradan da gelir. Biraz “Dedektiftir ne yapsa yeridir”e gelir mesele…

“İyi haydutlar”ın önlenemeyen cazibesi

Ernest Mandel Türkçe’ye “Hoş Cinayet” olarak çevrilen ve suç hikâyelerinin sosyal tarihini -lokum gibi- anlattığı “Delightful Murder” kitabında modern dedektif romanının tarihine değinir. Ve 18. Yüzyıl’da “İyi haydutlar” hakkında popüler edebiyatın uzantısı olduğunu savunur.

Başlangıçta “İyi haydutlar” vardır. Schiller’in “Haydutlar”ı,  sonrasında Robin Hood iyi, adil, başkaldıran, âsi haydutlar… Ancak öyle haydutlar Schiller’in başına dert açar. Zira eser, düzenle-kanunlarla özgürlük arasındaki savaşı ima eder. Tabii Kraliyet oyunu yasaklar, onu da iki hafta zindana atar.

“Suç” edebiyat tarihinde bir tema olarak insanlık tarihine kadar uzanan, Balzac, Hugo, Dickens, Dumas, Dostoyevski gibi büyük yazarların ilgi alanına giren bir mevzu. Ama polisiyenin olmazsa olmazı “cinayet” elbette…  Bir hikâyeye tutkuyu ve eşlikçi duyguları başta aşk olmak üzere birçok şey katabilir ama hikâyenin “tutku pedalı”nı cinayetle köklersin.

“Üçüncü sayfa”haberlerinin mucidi

Öldürmek-öldürülmek tarihte geriye gittikçe, büyük, göğüs göğüse savaşlarla bir anlamda sıradanlaşsa, hayatı korkunç “mesai”siyle kaplasa da, kılıç-kalkandan, öyle bombardımanlardan uzak bir kafede beş çayını yudumlayanın hayatında, öyle değil.  O nedenle de yazarların kafasını hep meşgul eden bir tema.

Tarihte cinayetin zihinleri daha çok meşgul etmesinin uç örneklerden birisi, Thomas De Quincey’in 1827’de çıkan “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet” kitabı. De Quincey o kitabı yazmadan önce Westmoreland Gazetesi’nin editörü. Ve gazetenin sütunlarını cinayetler ve cinayet davalarıyla ilgili hikâyelerle dolduruyor.

Bu yönüyle ona belki de gazetelerdeki “üçüncü sayfanın mucidi” demek mümkün. Zaten birçok polisiye yazar da geçmişinde gazeteciliğin, “polis muhabirliği”nin tedrisatından geçmiş. Mesela Simenon da gençliğinde dört yıl yerel bir gazetede suç haberleri yapıyor.

“Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet”

De Quincey’in 200 yıl önce yayınlanan kitabı, aslında henüz rüştünü ispat etmemiş “kara roman” hakkında inanılmaz bir öngörü: İnsanlar (okuyucu-seyirci) “artık bir cinayet olayının bileşimine; biri öldürecek, öteki de ölecek iki salakla, bir bıçak, bir köşe ve bir karanlık sokaktan daha fazla bir şey girmesi gerektiğinin farkında”.

Kitabında cinayetin okuruna, “amatör ve meraklısı”na zevk verdiğini ve bu nedenle “işçilik” gerektirdiğine değiniyor. Lâkin kendi deyişiyle, şiir gibi işlenmiş, özenle, inceden inceye tasarlanmış ve okurun-seyircinin de bayıldığı cinayetlere “güzel sanatların bir dalı” olarak bakmak, vakayı -olup bitse de- “cinayetin estetiği”üzerinden tartışmak tehlikeli, ip üstünde, yanıcı bir mevzu.

Edebiyat tartışmasıyla sınırlansa da arıza ihtimali yüksek, girdiği sokaklar, çıkacağı meydan karanlık. Nitekim kitaba dair “Cinayet ve Estetik” denemesinde Enis Batur bunun imkânsız olduğu görüşünde: “Her şeyden önce, törel kulpu bir tarafa bırakıp cinayeti estetik kulpundan tutmayı olanaksız bulduğumu belirtmeliyim.”

Modern dedektif romanının babası

Afyon bağımlısı De Quincey 1821’de “Bir İngiliz Afyon Yiyicinin İtirafları” kitabıyla da ortalığı sarsıyor. Kitapları, makaleleri Dickens’dan Dostoyevski’ye, hepsini satır satır okuyan James Joyce’dan Virginia Woolf’a birçok yazara ilham kaynağı oluyor.

“Cinayet estetiği” bir ilgi alanı olarak derinleşince, Edgar Allan Poe da karanlıkta, ıssız bir sokakta okurundan ateş istiyor. Elbet “polisiye”den ibaret değil ama Poe da sıradan olmayan, derinine inilmesi, “ruhuna girilmesi” gereken cinayetin, kara romanın “acı lezzeti”ni okura ilk tanıtan yazarlardan.

Zaten ilk modern dedektif hikâyesinin de Poe’nun 1841’de yayınlanan ve dünyayı özel dedektif Mösyö C. Auguste Dupin ile tanıştıran “Morg Sokağı Cinayetleri” olduğu kabul gören bir düşünce. Hatta Dupin’in edebiyat dünyasına girdiği yıllarda “dedektif” kelimesinin İngilizce’de bile pek kullanılmadığını okuduğumu hatırlıyorum.

Hesaplamak “çözümleme” değildir

Poe 181 yıl önce o hikâyesine başlarken gözlem, çözümleme, birleştirme,  karmakarışık şeylerin içinden çıkma, “karşısındakinin ruhuna girme (empati)” becerilerinin kıymetine değiniyor. “Yöntemli düşünce”yle varılan sonuçların insana bir tür “içe doğma” tadını, hatta becerisini verdiğini söylüyor.

Klasik, en dolambaçlı “polisiye”nin, “kara roman”ın kıratını, cazibesini bazen bunlar da etkiliyor. Lâkin Dedektif Dupin’in “Çalınan Mektup” hikâyesinin spotuna yerleştirdiği “Bilgeliğin, aşırı kurnazlıktan daha çok nefret ettiği bir şey yoktur” sözü, fikrimce bu mevzuda bize miras kalan en hassas terazi. Polisiye bulmacayı kördüğüme dönüştüren bir kurnazlıkla, durma yapay, abartılı çıkmazlara sürükleyen yazarlar, daha ilk sayfalarında kendini ele veriyor.

Zira tek hedefi kurnazlıkla kurulan zor, çapraz bir bulmacadan, “yılan hikâyesi”nden ibaret polisiyelerin, dedektif hikâyelerinin “hesaplanmış” labirentinin modası çoktan geçti. Poe’nun da vurguladığı gibi tek başına “hesaplama”, “çözümleme” değil zaten. Poe bu ikilemde satrancı daha çok ilk gruba yerleştirirken, karşısında dama ve briçi örnek veriyor.

Tam bu ayrımda ilhamını Poe’nun Dupin’inden alan Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ine geleceğim. Mâlûm, dedektif romanında en popüler marka… Ona ve dünyayı saran polisiye fırtınasına da gelecek pazar değinmeye çalışacağım.

“POLİSİYE”NİN GİZEMLİ İSTANBUL ZİYARETLERİ

Georges Simenon 1933’de İstanbul’a da geliyor, Pera Palas’ta kalıyor.  Asıl geliş nedeni o yıllarda Büyükada’da sürgünde olan Troçki’yle yapacağı röportaj. Ancak Ankara’ya gidiyor, İstanbul’un gece hayatına da karışıyor. “Avrenos’un Müşterileri” kitabında Eminönü’nde Balıkpazarı’nın arkasındaki Avrenos Meyhanesi’nde Fransız Konsolosluğu’nun tercümanı Bernard’la, gece kulüplerinde konsomatrislik yapan Nouchi’nin Ankara’dan İstanbul’a uzayan aşkını, 1930’ların toplumsal kesitleriyle aktarıyor.

Simenon kitabının girişinde o yıllarda Ankara’yı şöyle tanımlıyor: “Meclis’in toplantı dönemi sona ermek üzereydi. Milletvekillerinden bazıları şimdiden Ankara’dan ayrılmışlardı. Elçiliklerin dışında ne kalıyordu? Ağır aksak bir biçimde gece hayatına hazırlanan Kara Kedi kulübünün çevresindeki sanki bir kent değil Amerika’nın fethi döneminde görülen bir konaklama yeriydi.”

Ünlü polisiye yazarları sadece kitaplarıyla değil bizzat da Türkiye’ye, İstanbul’a uğruyorlar. Klasik dedektif romanının “best seller” kraliçesi Agatha Christie de, 1926-32 yılları arasında defalarca İstanbul’a geliyor, o da Pera Palas’ta kalıyor. Yazdığı “Şark Ekspresi’nde Cinayet”te, dünya polisiyesi içinde İstanbul’un izini orada da sürüyorsun.

Onlarda çeyrek asır önce Sherlock Holmes’un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle da 1907’de balayında İstanbul’da. Ziyareti bir gizemi de tarihe yerleştiriyor. Zira Sultan Abdülhamid Doyle’un dedektif romanlarına tutkun. Tüm romanlarını kendisi için tercüme ettiriyor. Hatta Doyle’a Mecidiye Nişanı gönderdiği söyleniyor.  Geride kalan ve aydınlatılamayan soru ise Sultan Abdülhamid Doyle ile görüştü mü acaba? Görüştüyse Sultan’ın bir yazar için cazip profili, acep Doyle’un kahramanlarından birine ilham, bir romanına tasvir verdi mi?

- Advertisment -