Kardeşim küçükken, yani üç, dört yaşlarındayken, evde minderleri üst üste dizip üstlerine oturur, yanına koyduğu mindere annemin örgü şişini saplar, eline çember şeklinde herhangi bir şey —mesela henüz yıkanmamış bir tencere— alır, onu sağa, sola çevirir, arada bir şişi ileri geri oynatır, ağzından da motor sesini andırdığını umduğu sesler çıkarır… Kendisini şoför zannederdi. Tencerenin bulaşık olmasından başka bir sıkıntı çıkmazdı. Ama eğer gerçek bir otomobilin sürücü koltuğuna oturmuş olan birinin kucağında, gerçek direksiyon ve gerçek vites koluyla otomobile hükmetmeye kalksa nasıl bir felakete sebep olabileceğini tahmin etmek zor değil.
Beşiktaş-Galatasaray maçından sonra Okan Buruk’a oyuncu değişikliklerini zamanında yapmadığı için ateş püsküren, ona akıllar veren sayısız mesaj, muhtelif soysal medya platformlarını doldurdu. Benzersiz bir özgüvenle o mesajları yazanların herhangi biri Buruk’un yerine geçse, kadro kursa, maç başlasa, onların kurgularının nasıl bir netice vereceğini tahmin etmek de zor değil. Esasen mesele sadece Beşiktaş-Galatasaray maçıyla veya Okan Buruk’la, hatta teknik direktörlerle sınırlı değil. Sayısız insan, sadece futbol seyircisi olmakla, tıpkı sürücüleri izlemiş kardeşim gibi, meselenin sırrına vakıf oldukları vehmine kapılıyor. Sahaya inseler veya kulübeye geçseler ortaya çıkacak olan rezilliğin haddi hesabı yok ama insanın, gördüğü şeyin gördüklerinden ibaret olmadığını idrak etmesi kolay iş değilanlaşılan.
Bu halin istisnaları da yok değil.
Yıllarca üniversitede çalıştım, ders verdim. Daha önce uzun yıllar boyunca öğrencilik yapmış, çok sayıda öğretmeni gözlemiştim. Yine de öğrencilerin karşısına ilk çıktığımda, “bu işi becerebilecek miyim” diye çok endişelendiğimi hatırlıyorum. Bacaklarım titriyordu. O ilk günün gecesinde, beceremediğimi düşündüm. Ama zamanla öğrenebileceğimi varsayarak kendimi cesaretlendirdim. Sonra da yıllar boyunca, hep “neden olmuyor, nasıl olur” diye kendime sorarak çabaladım. Bir noktada bu işin bana göre olmadığını —veya benim bu işe göre olmadığımı— idrak ettim. Mesele şu ki, bunu idrak etmiş olan sadece bendim. Beni öğrencilerin karşısına çıkaranlar da, öğrenciler de hiçbir yetersizliğin farkında değildiler. Belki de daha doğrusu, o yetersizlik o kadar yaygındı ve kanıksanmıştı ki, kimsenin umurunda değildi. Ben pes edene kadar da kimsenin umurunda olmadı. Bir rezillik çıkmadı yani. Trafikte büyük bir kazaya sebep olmadım veya sahada büyük bir hezimete…
Yıllarca siyasetçi esnafıyla çalıştım. Ne yapmaları, ne yapmamaları gerektiği konusunda, yapacaklarını nasıl yapmaları gerektiği konusunda kafa patlattım, birlikte kafa patlattık. Hemen her defasında bir nokta geldi ki, “ulan bunlar üzerine zerre kadar kafa yormayanlar da belediye başkanı oluyor, milletvekili oluyor, bakan oluyor, herhangi bir trafik kazası veya hezimet de olmuyor” demek zorunda kaldık.
Ticari araç sürücülüğü veya futbolculuk süfli işler. Öğretmenlik ve siyaset ise soylu faaliyetler. Süfli işler ile soylu faaliyetler arasında sayısız fark var. Birisi de işte bu. Süfli işlerde yaptığınız hatayı gizlemek kolay değil ve son derece yıkıcı etkileri olabilir. Hâlbuki soylu faaliyetlerle meşgul iseniz, mesela Platon veya Hegel olabilirsiniz.Sıradan bir insanın bile düşmeyeceği hatalara düştüğünüz, akla gelmeyecek ahmaklıklar yaptığınız halde yüzlerce, binlerce yıl boyunca saygıyla yâd edilebilirsiniz. İnsanoğlunun minibüs şoförü olmak yerine profesör olmayı, futbolcu olmak yerine belediye başkanı olmayı tercih etmesinin son derece haklı sebepleri var yani. Az emekle, son derece düşük riskle, çok yüksek itibar derlemek mümkün.
Kendi akademik tecrübemden biliyorum, “ben bu işi beceremiyorum, acaba nasıl becerebilirim” diye endişelere düşmeseydim, şimdi profesör emeklisi olarak… “Şimdi sahip olduğumdan daha yüksek itibarla” diyecektim, bahtıma ayıp etmiş olacağımı fark ettim. İtibar kıtlığı çekmedim ama profesör emeklisi olsaydım göreceğim itibar daha garanti olacaktı. Beni tanımayanlar da beni muteber kabul edeceklerdi. Benim işimi doğru dürüst yapamamış olmam yüzünden ortaya çıkmış biçimsizliklerin sorumlusu olarak işaret parmaklarının bana yönelmesi riskinden azade, ukalalıklarımı yapmayı sürdürebilecektim. Benim bir şey yapmam gerekmeyecekti, unvanım kararlı adımlarla yürüyüp gidecekti. Unvanlar ve makamlar, sahiplerine böyle bir lüks sağlıyorlar.
Fahrettin’siniz mesela. Beş yaşındaki çocuğun aklı ve dünya kavrayışıyla İletişim Başkanlığı koltuğuna oturtulmuşsunuz. Beş yaşındaki çocuğun aklı ve dünya kavrayışıyla Cumhurbaşkanlığı makamına oturmuş biri tarafından, kavun seçer gibi seçilmiş de oraya oturtulmuşsunuz. (O zat da “gördüğü” kadarıyla Cumhurbaşkanlığı makamını, istediği yere istediği adamı oturtabilmektenibaret bir şey zannediyor.) Ağzınıza geleni söylüyorsunuz. “Devlet ciddiyeti” diyorsunuz, “sorumluluk” diyorsunuz, yapıp ettiklerinizden biliyoruz ki kullandığınız kelimelerin ne manaya geldiği hakkında hiçbir fikriniz yok. Annesinin şişini ileri geri oynatan çocuk gibi, görmüş, işitmiş, taklit ediyorsunuz.
“Japonya’da öyle olmuyor ama” demeyin. Evet, Japonya’da bazı insanlar, aksayan bir şeylerin neticesinde harakiri yapıyorlar. Ama Japonya’da da profesörlerin kahir ekseriyeti Türkiye’deki muadilleri gibi. Japonya’daki siyasetçilerin kahir ekseriyeti Türkiye’deki muadillerinden farksız.
Yine de haklısınız, Japonya’da pek de bizdeki gibi olmuyor. Mesela Kahramanmaraş depremi benzeri bir şey vuku bulduğunda, o deprem sonrasındaki rezillikler yaşandığında, Japonya’da yürütmenin tepesindeki adam perişan edilir. Öyle Erdoğan gibi sağa sola parmak sallamayı aklına bile getiremez. Yalan yanlış bilgilerle toplumu dolandırmaya kalkamaz. “Ama onlar teröristlerle işbirliğiyapıyor” filan gibi zırvalarla hedef saptıramaz. Seccade meccade masalları anlattığı mitingler düzenleyip, bindirilmiş kıtalarla müsamereler düzenleyemez. Yüz binlerce vatandaşı —depremden bunca zaman sonra hâlâ— çaresizlik içindeyken küstahlıklar sergileyemez.
Esasen sadece Japonya’da değil, herhangi bir muz cumhuriyetinde bile işler bizde yürüdüğü gibi yürüyemez. Sahibinin Süleyman’ı memleket tam manasıyla yangın yerine çevrilmişken hayvanlarla cinsel ilişki fantezilerini toplumun üstüne kusamaz. Zevzeğin biri şampanya-secde mukayeseleri üzerinden parsa toplamaya kalkamaz.
Bizde oluyor. Olabiliyor. Neden?
Olabiliyor çünkü Türkiye’nin siyasi örgütlenmesi biçimsiz. Mesele toplumdan, kültürden filan kaynaklanmıyor. Mesele liyakat eksikliğinden de kaynaklanmıyor. Daha doğrusu, bütün toplumlarda liyakat, yukarıda da işaret ettiğim gibi, sürücülerde, futbolcularda, mühendislerde, hekimlerde aranabilecek, öğretmenlerde, siyasetçilerde pek nadir rastlanan bir şey. Bizde bütün bu rezillikler yaşanabiliyor çünkü güç aşırı merkezileşmiş durumda. Sadece Erdoğan’ın elinde değil, sadece Kılıçdaroğlu’nun, Akşener’in —yani parti genel başkanlarının— elinde de değil, bakanların, rektörlerin, gazete patronlarının, maden işletmecilerinin elinde de muazzam güç var.
Profesörlerin yaptığı iş soylu bir iş ve otomatik bir itibar garantisi var. Dolayısıyla yaptığınız hataların neticelerinin ölçülmesinden azadeolabiliyorsunuz. Ama güç aşırı merkezileşmediğinde, aradan bir Feynman çıkması ihtimali var mesela. Koskoca ABD’de, eğer yüz binlerce değilse on binlerce profesör var. Ama sadece birkaç yüzü itibarını sahip olduğu unvandan devşirmiyor, aksine sahip olduğu unvana itibar katıyor. Türkiye’deki düzen, aradan birkaç siyasetçi çıkmasına mani. Birkaç siyasetçi kâfi ve o çıkmıyor. Japonya’da da siyasetçilerin hemen hepsi aynı derecede vasıfsız, hemen hepsi ülke bir depremle sarsıldığında meseleyi seccadeye, hayvanlarla cinsel ilişkiye taşımaya hevesli. Ama bu çatlakta başını çıkarırsa kendisine siyasi bir ikbal çıkartabileceğini hisseden birkaç “fırsatçının” başını çıkarmasını imkânsızlaştıran bir düzen yok.
Hayatı biçimsiz bir orta oyunundan çıkaran, yıkımlardan sonra yeniden ve daha bereketli olarak yeniden kurulabilir kılan da o kadarcık fark işte. O kadarcık insan…