Herhalde en utanarak yazdığım yazı budur. Sadece yazmak mı; bu günlerde yaşamaktan utanır olduk. Üzülmediğimiz her andan utanıyoruz. İnsan olmaktan utanıyoruz.
Bu kadar acı içindeyken elbette konuşmak için erken ama susmak şu durumda imkansız.
Depremin büyüklüğü, yüzeye yakınlığı ve peş peşe iki deprem olduğu düşünülünce, elbette yıkımın çok büyük olduğu, çevre illeri de yıkıp geçtiği için yardımın ulaşmasının zor olduğu maalesef doğru. Bu herkesin elini bağlayan bir durum.
“Devlet burada yok” demek de tümden doğru değil. Devletin organları orada, siviller orada, sivil toplum kuruluşları orada ama depremin üzerinden uzun saatler geçmesine rağmen hala dokunulmamış binalar var. Devlet orada belki ama geç kalınmış bir varlık olduğu da bir gerçek… ilk etapta daha fazla sayıda askerin bölgeye müdahale etmesi beklendi ancak bu beklenenden daha az olduğu için “devlet nerede” sorusu, en fazla sorulan soru oldu. Çünkü…
Çünkü devlet, insanı korumak için vardır. Düştüğünde, ürktüğünde, tehlike anında aradığın devlettir. Çünkü vatandaş ve devlet arasında bir sözleşme vardır. O sözleşmeye göre devlet, sınırları içerisindeki vatandaşlarının tüm güvenlik beklentilerini karşılamaktan sorumludur. Dolayısıyla, evim barkım yıkıldığında, taşların altında kaldığımda aradığım devlettir, vatandaşı olduğum devlet. Ve beni, seni oradan ilk çıkarması gereken de devlettir.
Devlet aynı zamanda gücün de sembolüdür. Yetki verilen iktidarların yönettiği devlet aygıtı, güç kullanma tekelini meşru olarak elinde bulundurmaktan dolayı gücün kendisinde toplandığı birimdir. Ama aynı zamanda o gücün içinde vatandaşlar da vardır. Yani devlet ve vatandaş arasında normal şartlarda bir ayrım değil, ayrılamayacak girift bir ilişki vardır. Bu nedenle, vatandaşın yara alması devletin yara alması; devletin yara alması vatandaşın yara almasıdır. Ama bizde çok uzun yıllar boyunca tamamen böyle olduğunu söylemek güçtür. Çünkü bizde devletin korunması, devletin güvenliği vatandaştan önce gelir. Bu nedenle, taşların altında depremzedelerle birlikte hepimiz kaldığımız halde, “devlet nerede” feryadı, devletin öncelenmesi nedeniyle siyasi görülerek susturulmaya çalışılır. Oysa orada yapılan devleti yerme, devlete zarar verme, hainlik, muhalefet, siyaset değildir, ben burada taşın altındayım, elimden tut demektir. Bunu diyene de devlet el uzatır, kızıp bağırmaz. Korkutup ürkütmez. Elini uzatır, çeker alır. O enkazın altından vatandaş, iktidar, devlet hepimiz ağır yaralı olsak da birlikte çıkarız.
Devletin gücünü aldığı konulardan biri de hesap verebilir olmasıdır. Dikkat edin, devletten hesap sorulması demedim, devletin hesap verebilir olmasıdır dedim ve bunu güçle açıkladım. Çünkü en güçlü devlet, hesap verdiğinde hesabında zerre şaşma olmayan devlettir. Böyle bir devlet, dünyanın en büyük askeri gücüne, en iyi ekonomik şartlarına sahip olmasa da en azından güvenle yaşanılabilir olması açısından en güçlü devletlerinden biridir. Aslını isterseniz, bu minvalde güçlü olan devletlere baktığımızda aynı zamanda bu devletlerin diğer alanlarda güçlü olduğunu görürüz, birkaç istisna hariç.
Devletin işleyişi konusunda yetkili olan iktidarlar, aslında tam anlamıyla devlet değildir. Sadece devleti vatandaşın verdiği yetki ile yöneten yapılardır. Devletin en fazla yara aldığı nokta belki iktidarların devlet benim motivasyonuyla hareket etmesidir zira bu noktadan sonra hakimiyetini devam ettirmek isteyen iktidarlar, kendi amaçları ile devletin amaçlarını birbirine karıştırır ve kendileri geçici oldukları halde kalıcı devlet organizmasının kaderini kendi kaderlerine bağlayarak devlete geçiciliğe bağlı yanlış bir form verirler. Ve kendilerine muhalif olanları, devlete muhalif olarak tanımladıkları için devletin gücünü aldığı vatandaşlarını diyalog kurulması gereken muhataplar olarak görmeleri gerekirken, kendi varlıklarına düşman kitleler olarak görerek, devletin gücünü aldığı vatandaşlar üzerinden devletin gücünü sarsarlar.
Bu anlattıklarımın hepsi aynı zamanda tek bir noktaya varıyor: İnsana verilen değer. Devleti güçlü yapan şeylerden biri, belki en önemlisi, o ülkede yaşayan insanlara verilen değerdir. Güvenlik de bu değerle alakalıdır. Ve insanlar, dünyanın neresinde olursa olsunlar insan olmaktan dolayı bir değere layıktır. Ancak bize dönüp baktığımızda insana değer verildiğini söylemek biraz güçtür. Ya da şöyle ifade etsem daha doğru olur; bizde devletin güvenliği, yönetici elit tarafından sürekli öncelendiği için halkın güvenliği ikinci plana atılır, belki üçüncü, dördüncü plana… Oysa güçlü bir devlet, yaşanılabilir bir ülke için vatandaşların güvenliği ile devletin güvenliğinin aynı seviyede olması gerekir zira bunlar ayrılamaz bir güvenlik bütünüdür.
Maslow ihtiyaçlar teorisinde bir hiyerarşi oluşturarak insanların temel ihtiyaçlarını şu şekilde sıralar: “Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım). Güvenlik gereksinimi (beden, iş, kaynak, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği). Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel mahremiyet). Saygınlık gereksinimi (özsaygı, özgüven, başarı, başkalarına saygı duymak, başkaları tarafından saygı duyulmak). Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdemli, yaratıcı, içten, problem çözücü, önyargısız ve hakikatleri kabul eder olmak).” Ve Maslow’a göre, bu gereksinimler sırayla tamamlandığında bir üst ihtiyaca geçilir ve en sonunda insan kendisini gerçekleştirir. Maslow’un teorisi her ne kadar psikoloji ile alakalı olsa da, bugün psikolojinin sosyolojiden bağımsız olmadığı kabul edilen bir durum. Dolayısıyla, bir ülkede yaşayan insanların temel ihtiyaçlarının ikincisi yönetimle bağlantılıdır. Bu ihtiyaç karşılanmalıdır ki duygusal ihtiyaçlara geçilsin ve bu gereksinim giderilsin. Ama bizler genel olarak ikincide kaldığımız için bir sonraki aşamaya maalesef geçemiyoruz. Bu yüzden de bir yandan enkazın altında yardıma muhtaç beklerken, diğer yandan korkutuluyoruz. O korkutulma hali bir kısmımızda üçüncü temel ihtiyacın gereksinimi olarak ortaya çıksa da, çoğumuz ikinci ihtiyaçlara takılıp kaldığımız, orayı aşamadığımız için duygusal güven aşamasına geçemiyor, temel güvenlik ihtiyaçlarımız için devletten talep etmek yerine, devlet lutfetsin diye bekliyoruz ve devletin güvenliğini, ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarımızın önüne koyuyoruz, devletin buna ihtiyacı olmasa da… Oysa şöyle olması gerekmez miydi? Enkazın altında kalan, onların yanında bekleyen insanlar “beni kurtar” diye feryat ederken, devletin, yönetimin el uzatması -ki uzattı da- o eli tutarken bağırıp çağırmak, savunma yapmak yerine o eli sadece tutsaydı olmaz mıydı? Bir ülke vatandaşlarının bu kadar asgari beklentisi bile öfkeyle susturuluyorsa, sormak gerekir neden vatandaşlarımıza değer verilmiyor? Eğer veriliyorsa sormak gerekir; iş insanları, müteahhitler, yerel yönetimler, bakanlıklar, ruhsat verenler… depremde binaların kağıt gibi dağılmasının elbette depremin büyüklüğü ile alakası var ancak bu denli büyük yıkımın diğer yanında da depreme dayanıksız yapılan yapılar, bunlara ruhsat verenler, önlem almayanlar, yetkililerin uyarılarına dikkat etmeyenler yok mu? Bu kadar temel bir soruyu sormak bile tepkiyle karşılanıyorsa biz vatandaşlar kime ve neye sığınacağız?
Bu yazıyı, devleti yıpratmak için yazmıyorum. İktidarı, “bu acı durumdan fırsat bulup” eleştirmek için yazmıyorum. Siyaset yapmak gibi bir niyetim yok. Hain değilim. Şu durumda en son aklıma gelecek şey bunlar olurdu. Deprem olduğu günden bu yana yazdıklarımın hemen hemen aynısını söyleyen, bu ülkede yaşayan, depremin fiziken ve ruhen dokunduğu her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi soruyorum; biz neden değersiziz? Bizler zaten ülkesinin korkuttuğu insanlarız, korunmaya en ihtiyaç duyduğumuz dakikalarda, her anlamdaki yoksunluk nedeniyle tir tir titrerken bizi neden daha fazla korkutuyorsunuz?
Şu durumda devleti koruma kisvesi altında kendisini koruyanların, sürekli savunma halinde gezmesini anlıyorum da, “ben bu devletin bir parçasıyım, çadır nerede” diye feryat eden insanları bu koruma niyetinde harcamasını anlamıyorum. Devlet depremzede ya da herhangi bir vatandaş bunu söylediği için yara alıyor da, insanlar taşların altında yaralı değil mi? Devlet yara alacak diye ayağa kalkıyorsunuz da kan revan içindeki vatandaşın, onu görünce feryat eden vatandaşınız neden “beni itibarsızlaştırma” diye susturuyorsunuz? İnsanın, insan olmaktan gelen itibarı ne olacak?
Biz zaten devletin korkutulmuş çocuklarıyız, devletten, iktidardan bugün beklediğimiz bizi böyle zamanlarda korkutması değil, korumasıdır. Bizim devletten beklediğimiz, ölen kızının elini bırakmayan o babanın kızının elini bırakmadığı gibi bizlerin elini bırakmamasıdır. Dün devlet kendisine değer vermediğinde devleti yerden yere vuran, devlet olduğunu sandığında ise elimizi bırakanların bizi korkutması en son ihtiyacımız. İnsanlar korkmuş ve yıkılmışken onlara el uzatmak yerine, onlara Twitter’dan parmak sallayan “yan kişi ve organizatörlerin” devlet kostümü giyip sağa sola ayar vermesi ise şu durumda en son ihtiyaç duyulan şey. Bu nedenle söylemek gerekiyor ki, savunulması gerekmeyecek kadar güçlü olan devleti, iktidarı aslında kendi alanınızı savunmaktan fırsat bulursanız, biraz da kendi ülkenizin deprem görmüş insanlarını savunun!