Cemil Meriç, tarihe süblimasyon yapacak kadar atıflarda bulunuyordu, bu da muhafazakâr, mukaddesatçı, mütedeyyin ve elbette milliyetçi gençlerde büyük bir heyecan uyandırıyordu. İmparatorluk bakiyesi bir ülkenin çocukları batı karşısında eziktiler, geçmişe tahassür içindeydiler. Tabii ki övünmemizi hak eden bir geçmişimiz vardı, Emevilerden başlayıp Osmanlılara gelinceye kadar yer yer sapmalar, bozulmalar olsa da, muasırlarıyla mukayese edildiğinde zamanlarının “en iyileri” sayılırdı.
Fakat dozu iyi ayarlanmadığında geçmişe atfedilen yücelikler, bir yandan tarihi doğru kritik etmenin önüne geçiyor, diğer yandan müslümanlıkla milliyetçiliğin pekmez-yoğurt misali birbirlerinin içine karışmasına yol açıyordu. Yusuf Akçura’nın üç tarz-ı siyaseti yanlıştı, gerçekte iki tarz-ı siyaset vardı, biri İslamcılık, diğeri milliyetçiliğin ve Türkçülüğün (ve bugün Arapçılığın, Kürtçülüğün, Persçiliğin, Peştunculuğun vs.) her versiyonuyla içinde yer aldığı batıcılık. Bütün milliyetçilikler batıcılıktır. İslamcı-milliyetçi karışımı İslamcı tefekkür ve siyaseti akamete uğratacaktı, bu konuda tarih manipüle ediliyordu. Bir keresinde İngiliz asıllı Amerikalı müslüman Hamit Algar, Türkiye’deki İslam ve İslamcılığın fazlasıyla tarihe dönük, geçmişe gömülü olduğunu söylemişti.
(Nakşibendilik konusunda sayılı uzmanlardan biri Hamit Algar’la İslam devriminden sonra tanıştık, Nakşibendilik yanında Şia, İmam Ayetullah Humeyni, ulema ve İslam devrimi konusunda uzmanlık derecesinde bilgisi vardı, müslüman olmuştu, İslam dinine derin bir sadakati vardı. 1977’nin ortalarında İran’da din merkezli toplumsal ve siyasal bir hareket olduğunu farkettiğimizde, önce kıyısından köşesinden, sonra daha büyük bir ilgi ve merakla olup biteni anlamaya başladım. İmam Hatip’te Farsça okumuştuk ama hem klasik hem modern İran kültürü ve siyaseti konusunda cehalet derekesinde bilgisizdim. Kimlerden doğru bilgi alabilirim diye araştırmaya giriştim, rahmetli Abdulbaki Gölpınarlı, Hüseyin Hatemi hoca ve Mercan’da İranlıların camii imamı Ali Ekber Mehdipur’u buldum. Tebriz Türkü’ydü, Şii ve Sünni literatüre hakimdi, Ayetullah Şeriatmedari’ye bağlıydı ama İmam Humeyni’yi ve devrimi canla başla savunuyordu. Geçen sene öğrendiğime göre kendisine yüksek bir makam teklif etmişler,o sivil alanda kalmayı tercih etmiş. Hamit Algar da, Çanakkale Burhaniye’den evli olduğundan Türkiye’ye gelir giderdi, kendisiyle tanıştık, kısa zamanda kaynaştık. Birgün beni ziyaret ettiğinde daha henüz 12 Eylülcülerin musibetine ve sel felaketine uğramamış kitaplığımda Buhari’nin Matbaa-i Amire baskısını gördü, kendisine vermemi istedi, hatta çok istedi, kıramadım, verdim, o da bana Taha Abdurrauf Sa’d’ın tahkikli Ezher baskılı İbn Hişam’ın dört ciltlik Es Siyretü’n Nebeviye’sini verdi. Böylece Algar hoca ile Buhari-İbn Hişam arasında trampa yapmış olduk.)
Bunun kritiğini yapıyorduk, hatta Hüsnü Aktaş bu “şanlı tarih” retoriğine iyi bir atıfta bulunmuştu. Sağcı muhafzakar cenaha göre devlet bizimdi, elimizde olduğu zaman üç kıtaya hükmediyorduk, batıcılar geldi, devleti çalıp ele geçirdiler, yapılması gereken şey, devleti bu batıcı kadronun elinden almak, böylece eski ihtişamlı ünlere dönmekti.
Bugün kavi bir biçimde sürmekte olan AK Parti (İslamcı?)-MHP (Milliyetçi) iktidarının kimyasını anlayabilmek için yarım asır öncesine, o dönemin aktif kuruluşlarına dönmek gerekir. Bunların başında tabii ki MTTB, İlim Yayma Cemiyeti ve Birlik Vakfı gelir.
İsminden de anlaşılacağı üzer MTTB, “Milli Türk Talebe Birliği” olarak kurulmuştu. Dindar, muhafazakâr, mukaddesatçı ve milliyetçi gençlerin gidip geldiği MTTB’de ana gündem maddeleri
1. Komünizmle ve komünistlerle mücadele,
2. Kıbrıs,
3. Müstehcenlik,
4. Ayasofya’nın tekrar ibadeüe açılması ilk sıralarda yer alıyordu.
Komünizmle mücadele öylesine baskındı ki, rahmetli Seyyid Kutub’un Düşünce Yayınları arasında yayınladığımız “İslam’da Sosyal Adalet” ve “İslam Kapitalizm Çatışması” kitapları biraz sol-sosyalist tınılar taşıyorlar diye garipsenmişlerdi.
(İslam Kapitalizm Çatışması kitabını Yaşar Nuri Öztürk Türkçeye çevirmişti (İstanbul-1980). Daha önce bu kitabı Farsça’ya çeviren ise bugün Velayet-i Fakih makamında bulunan Ayetullah Hameney idi.) Daha sonra Suriye İhvanı’ndan Mustafa Sibai’nin İslam Sosyalizmi kitabı da yayınlanınca –ki Mısır ve Suriye İhvanı’nda her zaman kuvvetli bir sosyal adaletçi damar olmuştur- MTTB vd. mecralarda İslamcılık ile Millici/milliyetçi gençler arasında belli belirsiz bir ayrışma başladı. Belki ilk fikri temeli olan tartışma “İslam ve Sosyalizm” konusunda çıktı, Hareket Dergisi’nde hem bu kitaplar hem rahmetli Nurettin Topçu’nun tezleri çerçevesinde yazılar yazıldı, ben de bir yazı ile bu tartışmaya katılmıştım. Derken Roger Garaudy’nin “İslamiyet ve Sosyalizm” adlı kitabı gündeme geldi (Çev. Doğan Avucıoğlu-E. Tüfekçi, Yön y. 1965-!stanbul) daha önce yayınlanmasına rağmen sağ cenah ne Garaudy’nun ne Doğan Avucıoğlu’nun bu konuyla niçin ilgilendiğini merak etmemişti. Belki asıl ilgi alanına girmesi gereken Hikmet Kıvılcımlı olmalıydı, kimse ilgilenmedi.)
Düşünce Dergisi ve Düşünce Yayınları bu ayrışmada belirgin rol oynadı. Sedat Yenigün’ün de hakim söylem ve retorikten kuşkuya düşmesinde bu gelişmeler rol oynadı. Hele İslam devrimiyle bizim İmam Humeyni ve Ali Şeriati’nin kitaplarını da yayınlamaya başlamamız ayrışmayı biraz daha belirginleştirdi. Ancak bu ayrışma sadece MTTB çevresinde değil, Düşünce Dergisi’nin kurucuları ve yazarları arasında da başgösterdi. İhvan’ın yazarları yanında İranlı Şii yazarların da kitaplarının yayınlanması bazı arkadaşlarımızda rahatsızlık uyandırmaya başladı. Benim bakış açımdan reel/verili ve tarihsel mirası kritik ederken, Usuli Selefi paradigma doğru seçimdir ama tarihsel ekolleri, mezhepleri, tarikat ve cemaat yapılarını radikal tasfiyeci Selefilikle yargılamaya kalkışmak özünde Kemalist tasfiyecilik olduğundan müslüman zihnini nihilizme götürür. Böylesi bir yaklaşımdan, günümüz tarihselcileriyle Necd bölgesi Selefilerinin buluştuğu tarihsizleştirilmiş Müslümanlık çıkar.
Askeri darbeden sonra dergiye ve yayınevine devam edemedik ama zaten 12 Eylül de olmasaydı ayrışacaktık.
(Darbe’nin üzerinden çok geçmeden altı ayda bir yayınlanan operasyonel bir dergi bizim “Ne kadar devrimci olduğumuza, Düşünce yayınlarının ileride büyük etkileri olacak performanslar göstereceği”ne dair öylesine övücü/yüceltici bir yazı yazdı ki birkaç gün geçmeden polis Dergi’ye sökün etti, beni, kardeşim İbrahim’i, Yayınevi’nin başında olan A. Kemal Temizer’i, Dergi’de çalışan gencecik bir çocuk İlkin’i, çay içmeye gelmiş misafir Cüneyt Toraman’la Abdulaziz Ergün’ü ve birkaç hukuk öğrencisini toplayıp Gayerttepe’ye götürüp hücreye tıktı. 29 günlük hücre hayatından sonra Selimiye Kışlası’na, oradan da kardeşimle Kartal Maltepe Cezaevi’ne gönderildik.Yavuz’un Kahire’ye girişi denen girişteki ağır dayak ve işkenceden sonra İslamcıların koğuşunda beni Edip Yüksel karşıladı, üç gün simsiyah kesilmiş vücuduma merhem sürdü, adeta çocuk gibi besledi.)
Komünizm ve komünist düşmanlığı konusunda sağcı muhafazakâr ve milliyetçi çevreler arasında sarsılmaz bir icma vardı. Öylesine yayınlar yapılıyordu ki, komünizmden korkmamak mümkün değildi. Çok iyi hatırlıyorum, o zamanlar Sönmez Takvimi’nde Rusya’da komünistlerin yaşlıları öldürdükten sonra kazanlara atıp kemiklerinden sabun ürettiklerini okumuş, çok ürkmüştüm. Daha öncesinden Celal Bayar, komünizmin kolaylıkla gelebileceğini söylüyordu. Açıklaması da şuydu: Türkler lidere ve devlete herkesten çok itaatkar bir millettir, bu da komünizmin arayıp bulamadığı şeydir. Tabii Mehmet Şevki’nin 1966’da yayınına başladığı Bugün gazetesi çok daha provakatif yayınlar yapıyor, neredeyse her son baharda iki üç ay boyunca “Bu kış komünizm gelecek, evlerinizde erzak depolayın, kazma,kürk, balta bulundurun” diye yazıyor, Türkiye’nin her tarafından sabah namazı için Sultanahmet Camii’ne insan akıyordu.
(1974’te Üsküdar Atik Valide’de komşum Cemal Ö. vardı, öğretmendi. Yeniden Milli Mücadele grubuna yakındı, tertemiz bir müslümandı, ailece görüşürdük. Cemal istisnasız yaz kış her sabah soğuk/buz gibi suyla yıkanırdı. Birgün hanımı
–Abi, buna bir şey söyle, her sabah buz gibi suyla yıkanıyor, valla hastalanıp ölecek, diye rica etti.
Ben her halde Cemal’i azgın muktedir zannettim, muhtemelen yenge illallah demiş, diye düşündüm. Tabii böyle konuda ne söylemek gerektiğini kestirmek zor. Mahrem bir mesele. Yine de ona Sünnet’e göre haftada iki kere gusul abdesti alsa yeter, derim diye kafamdan geçirdim. Akşam, Necati Aktülünlerle bize geldiklerinde onu kenara çekip ve biraz da sıkılarak, niye her sabah soğuk suyla yıkandığını sorunca
–Aliciğim, sen de öyle yap. Komünizm gelecek, bizi Sibirya’ya sürecekler, kendimizi soğuğa alıştırmamız lazım”, dedi. )
Komünizmi ve komünistlerin proleterya ihtilalini öylesine bekliyorduk.
Gel gör ki, bu tehdit bana abartılı geliyordu. Celal Bayar’ın analizi ciddiye bile alınamazdı. M. Şevket Eygi ve diğer mukaddesatçı kuruluş ve zatların bu anti-komünist söylemi de bana doğru ve ikna edici gelmiyordu. Oldum olası Eygi’nin yazılarından, yayınlarından hazzetmiyordum. Necip Fazıl’ı, Eygi’yi okurdum ama karşı tarafı da takip etmek gerektiğini düşünüyor, bu mülahaza ile Akşam Gazetesi’ni alıyor, özellikle Cetin Altan’ın “Şeytanın Gör Dediği” köşe yazılarını kaçırmamaya çalışıyordum.
(2000 yılına kadar demokrasiyi küfür rejimi gören yakın arkadaşlardan radikal bir zat, lise yıllarında beni Cetin Altan konusunda uyardı, onu dinlemeyince, birgün birkaç kişiyle beni Mardin Gazipaşa İlkokulu’nun sokağında kıstırdı.-“Seni uyardım, dinlemedin, şimdi sana kestiğimiz cezayı vermeye sıra geldi” mealinde bir şeyler söyledi. Zayıf, çelimsizdim, öyle ki bana “çiroz” derlerdi, kesin temiz bir dayak yiyecektim. Tam sopa, sille yumruk yiyecekken, Mardin’in meşhur Sancar ailesinden Kemal Sancar ve birkaç kişi belirdi, dayak yiyeceğimi anlamışlardı, bizim mukaddesatçı selefi dayakçılarla kısa bir muhavereden sonra bırakıp gittiler. Daha sonraları AK Parti ikitidarında “demokratik hidayet” bulan bu zat bürokratik merdivenlerde öyle bir tırmandı k –tabii ki insanların düşünceleri gelişir, inkişaf eder-i, radikal selefelikten “demokratik zaruret”e geçiş yaptı, İhsan Eliaçık için –Yahu ilk günde Ali Bulaç’a yaptığımız gibi İhsan’ı da biraz tehdit etseydik, bu noktalara gelmezdi türünden şeyler söyledi.
M. Şevket Eygi, benden hazzetmezdi, beni Vehhabi-selefi bilirdi, İran konusundaki destekleyici tutumumu da hiç tasvip etmedi ve anlamadı. Bir insan nasıl hem Vehhabi hem İrancı olur, bu da ve-mine’l acaib bir işti! Onunla ara sıra Beyazıt-Beyaz Saray kitapçılar çarşısında buluşurduk. Enderun Kitabevi’nde ayaklı kütüphane ve etnolog Ali İhsan Yurt, M. Şevket Eygi de gelir, akşama kadar sohbet olurdu, ben de fırsat buldukça sohbete iştirak ederdim. Benden hoşlanmazdı ama her zaman kibardı, beni vicahen incitecek hiçbir şey söylemedi, ben de hürmette kusur etmemeye çalıştım. Vefatından sonra bir öğrencisi bana dedi ki: -Şevket abi seni çok tenkit ederdi ama hep takip ederdi. Hapse düştüğünde çok üzülmüştü, hemen hemen her duruşmayı bana sorar, tahliye olup olmadığımı sorardı. Allah rahmet eylesin.)
M. Şevket Eygi, Komünizmle Mücadele Dernekleri, diğer sağcı mukaddesatçı kuruluşlar, MTTB’de hiç eksik olmayan komünizm korkusu öyle bir hal aldı ki, ben kendim bu paranoyla yaşanamayacağını anladım. Sürekli pompalanan “irtica tehdidi” nasıl laik çevrelerde histerik derecede bozuk ruh hallerine yol açıyor idiyse, komünizm korkusu da sağcı-milliyetçi çevrelerde benzer ruh haline yol açıyordu.
Bu böyle olmayacak, bu korkuyla da yaşanmayacaktı. Bu meseleyi kökten halletmeyi düşündüm, halletmenin de en iyi yolu komünizmin ve komünistlerin ne ve kimler olduklarını doğru anlamaktan geçiyordu.
Komünist literatürle ilgili yaklaşık 50 kitap tespit ettim. Karl Marx’tan Engels’e, Lenin’e, Troçki’ye, Mao’ya kadar, hepsini okumaya karar verdim. Sadece sabahları namazdan sonra Kur’an-ı Kerim’den bir hizb okudum, diğer literatürü bir kenara bıraktım. Bu okuma yaklaşık altı ay sürdü. Okuma faslı bitince şu kanaate vardım:
1. Komünizm, kapitalizme sistem içi bir muhalefettir, Avrupa’nın tarihine özgü sınıf çatışmalarının bir devamıdır
2. Felsefi temeli bildik pozitivzmdir, fizik evren ve tarihi materyalizm olarak Marx tarafından yeniden formüle edilmişti
3. Marxizm tarihsel kaderciliktir, mutluluk (sınıfsız, çelişkisiz komün toplum) tarihin finalinde gerçekleşecektir
4. Karl Marx, Hıristiyan tarih ve teolojisini sekülerleştirmiştir. Buna göre:
a. Ahirette ezilenlerin ve mağdur edilenlerin cenneti, yeryüzünde komün toplum aşamasına gelindiğinde kurulacaktır
b. Kurtarıcı Mesih’in yerini proletarya almıştır
c. Marxistler Allah, din, ahiret ve Nübuvvet inancını devletin ve hakim sınıfların uydurması saymaktadır.
Bir kere bir Müslüman olarak komünizmin bu temel varsayımlarıyla barışık olamazdım. Lenin, Marx ve Engels’e atıflarda bulunarak Marxizmin, diyalektik materyalizm olduğunu, kesinlikle ateist ve her türlü dine karşı mutlak bir düşman olduğunu söylüyordu (Bkz. V. İ. Lenin, Din üzerine, çev. Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter y. İstanul-1998, s. 13.) Ama özünde ezilenlerin yanında mücadeleye davet etmesi, ezenin-ezilenin olmadığı bir toplum tasavvuruna sahip olması bütün peygamberlerin ve elbette Hz. Muhammed (s.a.)’in de davasının özüydü.
Peki, Celal Bayar, M. Şevket Eygi ve Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin iddia ettiği gibi Türkiye’ye komünizm gelir miydi, hatta bu kış gelecek miydi? Kesinlikle “hayır!” Değil bu kış, hiçbir zaman gelmeyecekti.
Bu okumaları yapıp kanaat oluşturduktan sonra 1974’te bunu yazdım, üç gerekçem vardı:
1. Ne kadar dejenere olursa olsun, Türkiye halkı Müslüman bir ülkedir, muhafazakardır, hükümlerini tatbik etmese de dine hürmetkardır. Materyalizmi benimsemez
2. Türkiye’de işçi kitleleri var ama bunlar sınıf bilincine sahip değildirler, sosyal ve sendikal haklarının iyileşmesini talep etmektedirler, zihinlerinde ve gündemlerinde proleter devrim yapmak yoktur
3. Karl Marx ve Engels, mukadder devrimi İngiltere ve Almanya gibi sanayileşmiş ülkelerde bekliyorlardı ama komünistler Ortodox ve köylü, çoğu da Oblomov ruh haline sahip Rusya’da ihtilal yaparak iktidar olmuşlardı. Koünizmi Rusya’ya hızla dönen tarihin çarkları getirmemişti, I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı karambolden istifadeyle örgütlü, programları olan Lenin ve arkadaşları bildik ihtilal yapmışlardı. 1917 Ekim ayında vuku bulan “devrim” değildi, basbayağı ihtilal-darbeydi.
4. Belki Türkiye’de komünistler bir darbe düşünüyor olabilirdi, Doğan Avcıoğlu ve irili ufaklı bir düzine komünist grup ve örgüt “ordu” ile ittifak kurarak bir darbe özlemi içinde idi ama bu da imkansızdı, çünkü Türkiye, bir NATO ülkesiydi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı İttifakı’nın payına düşmüştü, Sovyetlere ve komünizme karşı Avrupa’yı koruyordu, Sovyetler de bunu kabullenmişti, Türkiye’de Sovyetlerin bir ihtilal yapmaları Üçüncü Dünya Savaşı’na sebep olurdu, Sovyetler bunu hiçbir zaman istemezdi.
Bunlar tamam da, ortada muazzam bir komünizm tehdidi var, Komünizmle Mücadele dernekleri, sağcı mukaddesatçı kuruluşlar, MTTB ve mukaddesatçı mevkuteler durmaksızın komünist tehlikeden söz edip duruyorlardı. Öyle ki 1973 seçimlerinden sonra kurulan CHP-MSP koalisyonunun bozulmasının en önemli sebebi, hükümetin çıkarmak istediği genel aftı. Muhafazakar çevrelerin neredeyse tamamı affa karşıydı, çünkü komünistler dışarı çıkacaktı. 163’ten yargılanıp hapishanede yatan bazı Nurcular, Erbakan’a mektuplar yazıp “Hapishanede yatmaya razı olduklarını ama komünistlere hiçbir şekilde af getirilmemesi”ni talep ediyorlardı.
Bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir korkuydu?
Bunun bir abartı olduğuna kanaat getirdim. Birileri bu tehlikeyi pompalayıp duruyor. Daha sonraları Mahir Kaynak, bütün bu tehdidin ve hatta komünist örgütlerin arkasında Amerika’nın CIA’sı olduğunu, çünkü ancak bu tehdit gündemde durdukça NATO’nun varlığı bir anlam kazanır, soğuk savaşa bir gerekçe bulunmuş olurdu.
Sadece CIA değil, her 10 senede iyi kötü benimsenmiş demokratik sisteme müdahaleyi Kemalizm’in rektifiye ameliyesi gören içerde sert çekirdeğin üç unsuru (Asker, sivil bürokrasi, büyük sermaye) söz konusu komünizm tehlikesi ve bu tehlikenin her gün beş on kişinin öldürüldüğü sağ sol çatışmasından yararlanıyordu.
Biz İslami kesim bunun farkında olmalı, sahte bir tehlikeden ve iç çatışmadan uzak durmalıydık. Bu yönde fikirler bende oluşmaya başladığında Sedat Yenigün’le tanıştık. Onun da kafasında cuk diye oturdu, çünkü MTTB’nin bu yönde manipüle edildiğine muttaliydi, İslami kesimin çatışmaların içine çekilmek istendiğine kesin kanii idi. Pek yakın arkadaşı Mustafa Bilgi’nin 1969’da MTTB’ye atılan bombayla öldürülmesinin arkasında ülkücülerin kullanıldığına kanaat getirmişti.
(Bana defalarca şöyle demişti. Bir gündemle MTTB’de toplanıyoruz, birileri komünistlere karşı veya Kıbrıs konusunda miting düzenlememizi teklif ediyor, biz buna lüzum görmüyor, bu kararla gece yarısı evlerimize dönüyorduk. Sabah uyandığımızda İstanbul sokaklarının gece reddettiğimiz mitingi duyuran afişlerle donatıldığını görüyorduk. Bu kuruluşta iyi saatte olsunlar var!)
Bundan sonra Sedat’ın kafasında tek soru kalmıştı: Bu kumpası nasıl bozmalıydık? Haftaya kısmet olursa bu konunun en önemli iki ayağı MTTB ve N. Fazıl Kısakürek meselesini yazacağım.