Bulunur mu biri?

“Eski bir sandık, /Ki açmamış yıllardır /Hiçbir anahtar kilidini, /(…) Birini bulurum mutlaka, /Yangınımı körükleyen birini. /Biri mutlaka vardır /Zonguldak’ta, Sivas’ta, /Yakında ya da uzakta, /Binlerce baca arasında /Dumanı lekesiz biri.” Metin Altıok’un Sivas’ta yakılmadan önce yazdığı bu dizelerdeki gibi… Katliamdan 30 yıl sonra sandığı açacak biri bulunur mu acaba? “Dumanı lekesiz biri”…

Sivas Katliamı’nın üzerinden 30 yılgeçti. Lâkin Sivas’ta (da) alev alan o nefreti, düşmanlığı “geçmişe dair vakalar” raflarında küllendirmek zor. Devletlû siyasetin pek sevdiği, her gerektiğinde hazırda bekleyen “münferit bir olay”dan ibaret olduğunu söylemek de imkânsız. Hâlâ o “tanı”larda ısrar edenler olsa da…

Önceki yazımda (1) o kıyımda saldırganların, kalabalık, hevesli destekçilerinin nefret söylemine, olay sırasında kaydedilen cümlelerine, linç sloganlarına değinmiştim. Taşlamaya, yıkmaya, yakmaya eşlik eden, tarihi, örf-âdetiyle neredeyse “sıradan”, bazı ağızlarda gündelik deyişler, kadim beddualar.

Otelde kıstırılan insanları boğan, yakan ateşin koroyla, aynı minvalde ama farklı cümlelerle tasviri bile öyle: “Allahım o senin ateşin… Cehennem ateşi işte… Kâfirlerin yanacağı ateş.”  Ki çoğu yerli tarihi filmlerin, dizilerin, “Dar-ül Harb Sineması”nın da değişmez seti, replik ağacı. (Bkz. ekranlara…)

Sivas tarihteki vahim yerini, devletin, hükümetin sadece “olay öncesi, olay anı”ndaki seyirciliğiyle değil sonrasındaki duruşu, söylemiyle de koruyor. Madımak Oteli’nde öldürülenlere seyirci kalmak da tarihteki örnekleriyle, hatta devletin o sahnelerdeki rolüyle ilk değil.

“Çok şükür”ün iktidarcası

Ancak o katliamın en sabırsız, “anında itirafçı”larının devletten, hükümetten çıkmasıyla Sivas’ın yeri ayrı belki. Utanmazlığın, vicdansızlığın, kayıtsızlığın, politikacısından devlete derin pervasızlığın örnekleri “itiraf” düzeyinde olduğu için öyle adlandırıyorum.

Dönemin başbakanı Tansu Çiller mesela. Katliamın hemen ardından “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” sözlerinin tercümesi, sadece psikolojinin, yabancılaşmanın filan alanı değil. Otelde öldürülenler o katın terminolojisinde tarihsel, sosyolojik olarak da halk değil “bir kısım” birileri.

O süreçteki açıklama, olayı değerlendirme skandalları zincirinin sadece bir halkası. Hepsi o mahut, tarihi bilinçaltından ortaya dökülen itiraflar aynı zamanda. 90’ların pervasızlığında ele veren söylemler.

İlgisizliğin katliamla ilgisi

Yıldıray Oğur’un geçen yıl yayınlanan yazısı (2), devletin, hükümetin, Başbakan Çiller’in katliama gösterdiği “ilgi”yi de tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “Ülkenin büyük ümitlerle seçilen ilk kadın başbakanı, bir gün önce olmuş Sivas Katliamı ile birkaç gün önce Van’da meydana gelen bir otel yangınını birbirine karıştırmıştı. Olayla ve ülkeyle ilgisi bu düzeydeydi.

Çiller’in o kıyımdan 24 saat sonra yaptığı açıklama özetle şöyle: “Yakalanan bir sanık vardır. Bu, otelin sahiplerinden ve ortaklarından bir tanesidir, ilk göstergeler, bu ortağın kendisinin otelini başka nedenlerden yakmak isteği içinde olduğunu göstermektedir.” Bunlar ilgisizliğin katliamla ilgisi hakkında da yabana atılmaz ipuçları.

Tahriksel galeyan “tepki”si!

Oğur’un yazısı, Sivas Katliamı’nı “ama”larla örtmeye, geçiştirmeye çalışan dilin külliyatı: “Yeterli ve ciddi güvenlik önlemlerinin alınmamasının, kalabalığın güç kullanılarak dağıtılmamasının arkasında devlete, siyasetçilere ve medyaya hakim olan ‘ama’lar vardı. Bunu hem o gün hem de bir hafta sonra Meclis’te tüm partilerin desteğiyle açılan Sivas olayları araştırma önergesi görüşmelerindeki ‘ama’lı konuşmalardan anlıyoruz.”

Dönemin İçişleri Bakanı DYP’li Mehmet Gazioğlu mesela: O vahim koroya “Aziz Nesin’in tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” değerlendirmesiyle katılıyor. Tahrik sosyolojisinin tek örneği de o değil elbette.

Bu vesileyle kullanışlı bir siyasi terime daha ulaşıyoruz; tahriksel galeyan “tepki”si. Galeyanın “kaynama, coşma” anlamına gelmesi bir yana, o katliamı “tahrik”le ortaya çıkan bir “tepki” olarak görme/gösterme çabası öbür yana… Ortada da işte devlet, işte hükümet.

“Sensin tahrik” diyeceğim ama…

Kadın cinayetlerinden toplumsal olaylara kadar her şeyde hafifi, ağırıyla “tahrik” ulusal, ötesi hukuksal bahane. Ağzımı bozmadan “Sensin tahrik!” diyeceğim ama nafile. O bildik örf, adet, inanç, gelenekler, milli ahlâk, kutsal aile terazisinde, sadece o olağanüstü hassasiyetlerle donanmış bünyemizde “tahrik”, her zaman, her mevzuda kuvvetle muhtemel. Muteber de çoğu kez…

Birçok alanda kolayca tahrik olan, tahrik kabiliyeti yüksek, hassas bir toplumuz. Her “tahrik”in temeli, tahrikle mağduriyet demografisi de sağlam. Ezeli yapı taşı da “Yüzde 99.5’u Müslüman olan ülke”. Bu temel üzerinde saldırganları “haklı” çıkaran/gösteren, “ima”yla bile yetinmeyen açıklamalar, o istatistik, Sivas Katliamı’nda da sağ yelpazedeki parti genel başkanlarının, üyelerinin buluşma noktası. Hepsinin dilinde…

Yüzde 99.5 huzura, mutluluğa, birlikte, güzel güzel yaşamaya dair bir metafor da değil maalesef. Çoğu zaman bir “vaka”nın, facianın ardından mazeret yüklenen, olmayan haklılığı orada arayan bir kalıp. Üstelik toplumsal işleyişte, “kamp”larda o oran istediğin yere, yüzdeye iniveriyor. Yeri-zamanı geldiğinde “bir kısım insanı” Müslüman da, insan da saymıyorsun.

Münferit Olaylar Deposu

RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’dan, ANAP’ta Mesut Yılmaz’a kadar hemen herkesin ana, kuruluş cümlesi de oradan, o kutsal orandan, “Yüzde 99.5”dan geçiyor. Dönemin parti temsilcilerinin açıklamalarında da aynı kadim cümle, asla değişmeyen aynı istatistik. Bu cümle kalıbı, bu kutsal kıyas “Hani oran yüzde 5-10 filan olsa neyse…”yi -istemeden- barındırıyor mu, “laf” oraya da gidiyor mu, bilemem.

Bütün bunlar o mahut “münferit bir olay” söyleminin, geçiştirmesinin de beşiği. Üstelik bu ülkedeki “münferit olaylar zinciri”ni, o bakışın sonuçlarını göre göre… Sivas’ta da uzun, vahim soru listeleri, o kara dumanın karanlığında hâlâ. “Aydınlatılması gereken olaylar” listesi bunu görenlerin, görmeye gönlü, vicdanı olanların çekmecesinde yığılı.

Heyhat bu ülkedeki aydınlatma gereçlerinin öyle listeler tuttuğunu söylemek bile belki zor. Teoride hepsiarşivlerde, Münferit Olaylar Depoları’nda duruyor da… Aynen korunuyor mu, o da şüpheli. O butik “Araştırma Komisyonları” desen, o da zaten birçok örneğiyle siyasi alış-veriş terimi. Bu devirde (yani yıllardır) açmak bile “büyük sermaye” istiyor.

“El”le kontrol edilen gaz subabı

Oral Çalışlar, yıllar sonra Tansu Çillerli o karanlık dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’ye “Sivas katliamında devletin seyirci kalmasını” da sormuş. İnönü’nün yanıtı halen güncel ve vahim: “Bir MİT yetkilisine ben de ‘Neden geç kalındı’ sorusunu sordum. Bana, ‘bazen bazı kuvvetlerin gazını almak için olayların gelişmesi kendi haline bırakılır’ cevabını vermişti”. (2)

Gazın alınmasının (ve verilmesinin) bedelleri, faturaların kime çıkarıldığı, her toplumsal kıyımda kronolojik olarak ortada. Deriniyle, sığıyla devletin, hükümetin böyle durumlarda, böyle “ihtiyaç”larda, o gaz subabını otomatikten çıkarıp, “el”le kontrol ettiği de… Tarihimizde “90’lı yıllar”ın ünü oradan da geliyor. 1993 dersen suikastların, katliamların, gaz almaların-vermelerin kronolojisi.

Münferiden kaale alınan nüfus

O dönemin “itiraflar serisi”nde, Susurluk’un ardından sözcülüğü Çiller’e nasip olan “Bu ülke, millet ve devlet uğruna kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır; onlar şereflidirler” menkıbesinin kapsamı geniş. Malzemesi kurşundan da ibaret değil. O uğurda bomba da olur, taş da, kıvılcım da… “Uğruna”nın uğuru-uğursuzluğu tarihe, onu yazanlara, resmi Maarif Takvimleri’ne emanet.  

Gazı alınanlar da hep (sap)sağın yerli-milli-manevi, o kalın, varaklı çerçevede “milliyetçi”-“dinci” grupları. Devletin kadim lisanındaki böyle “münferit olaylar”a bu gözle de bakmalı. Böylece bu düzende, toplumda istisnai olarak, yani “münferiden kaale alınan insan profili”nin demografisi, nüfus yoğunluğu da ortaya çıkar.

Ki onu da çoğu kez yine o beylik deyişle, “bir kısım” olarak işaret ediyor, parmağınla gösteriyor. Kahramanmaraş katliamında ise o işaret, bir kısım evlerin kapılarında…  O yüzde 99.5’dan geriye kalan kısım geliyor akla ama…  O “nüfus sayımı”nda yeri-zamanı-lüzumu geldiğinde çok daha kalabalık. Hedef milyonları kapsayabiliyor. Zira milliyetçi, dini bütün sayılmak/sayılmamak da “muhtar”ın onayına, damgasına, nüfus idaresine tâbi. Yerel-ulusal seçimlerde de hemen değişiyor.

Bazı cümleler alev alır

Madımak Oteli’nin önünde saatlerce bekleyen kalabalığın önceki yazımda özetlediğim nefret cümlelerine, o dile, alınan ve verilen o “gaz”a bugün ne kadar uzağız; daha doğrusu, vahimi ne kadar yakınız… Dünyada, Türkiye’de o alanda da -ikinci yeni- gaz rezervleri olduğunu düşünmek, komplocu mu kılar bünyeyi? Ya o tür gaz rezervleri açısından en zengin ülkelerden biri olduğumuz gerçeği!

O mel’un “kâfir”le başlayan, kurulan cümlelerin her zaman alev alabileceğini, üzerine o dumanın, öyle bir tarihin isinin, kurumunun sindiğini söylemek, gereksiz bir uyarı, evham değil. Kül bir şeyin üstünü örtüyor da… Altındaki korun çıkmasına, bazen bir nefes, bir üfleme, bir esinti yetiyor. Kül Sokağı da çok ülkede, Kül Çıkmazı da…

Diyenler-demeyenler cephesi

Sivas’ta onca insanın göz göre katledildiği, cümbür cemaat seyredildiği o faciaya “katliam” diyemeyen bir dil bile hâlâ dolaşımda. Otuz yılda dile, daha doğrusu belki öyle olaylarla ilgili dile -bir miktar- ayar yapıldı. Miktar mı, zerre mi tartışılır tabii. Lâkin dil değişti denilebilir mi, imkânsız.

Otuz yıl da geçse lafı bile ağır geliyor bazı bünyelere. Zira katliam, kıyım başka ülkelere mahsus. Diyenler-demeyenler de karşı karşıya… Demeyenlerle diyemeyenler de çoğu kez yan yana. Hatta bazen tek başına kaldığı oy kabininde, sandıkta bile…

Diyenler-başka bir şey diyenler-demeyenler-diyemeyenler… Ciddi bir analize, derdi-telaşıyla makul bir muhakemeye dayansa, belki anlayacaksın. Ama değil. Demeyince, adı konulmayınca yok saymanın, toplumca yok sayılmasını sağlamanın ana malzemesi. “Adcılık” siyasette çok bereketli. İktidarın temel prensiplerinden…

“Adını ben koydum” düzeni

Adını devlet, iktidar, gerektiğinde o kadim dilbilgisine başvurarak koyacak ki, sen de öyle anasın, seslenesin, öyle çağırasın… Hayata, her alanına, her tanımlamaya, kavramlaştırmaya, deyişe, nutuklara, haberlere öyle yerleşti, yerleştirildi hep.

Bakın ekranlara… Siyasetten ekonomiye, günlük “vaka”dan toplumsal olaylara, kavramlara… “Adını ben koydum” düzeni. Mesela ülkemizde enflasyon değil hayat pahalılığı var. İnsanlar aç değil elbette, olsa olsa bir kısmı açlık sınırında… İstatistikî olarak yani. Asgari ücret de asgari değil, altı da asgarinin asgarisi. “Güneydoğu kökenli”den “Kürt kökenli”ye, Kürt’e kaç yılda geldik? Mehter Takımı’nın kulakları, ileri-geri adımları çınlasın.

Balkona çıkıp “Yeter” diye bağırsan yankısını örgütten, şahsının kıpkırmızı suretini izinsiz gösteriden sayacaklar, adını öyle koyacaklar. Adıyla sanıyla, öznesi yüklemiyle konuşabilmek, cümle kurabilmek bile imkânsız. Hangi “gelişme”ler, hangi “terakki”, idrak, vicdan, “çaba”, amaç yok etsin-edecek (ki) bu dil prangasını?

Tüm “aşk”lar temize çekilmeli

Mesela “Madde 122: Nefret Suçu” mu? İşleyişindeki “cezasızlık” hâlâ ve haklı olarak tartışılıyor; ona dair örneklerle, çifte standartlarla ortalık zaten toz duman. “Düzen”in değişmez, bugünlerde -kara komik, beyhude duracağı için- değişmesi teklif bile edilemez maddelerinden birisi çifte standart! Nefretin anlamı, telaffuzu, yorumu, hukuku bir dilde başka, öteki dilde bambaşka. Nefret suçu diyenler, demeyenler: Kabul edilmemiştir…

Türkiye’de “nefret”in hakikaten bir suç olarak görülebilmesi için her türlü “aşk”ın, bırakın Leyla ve Mecnun’u, vatan, millet, din, dava aşkınının, tahrifi-tahribi-tahrikiyle “kurumsal”, “toplumsal yorum”larının ayıklanması, her türden hurâfelerden, güdümlü ezberlerden arındırılması, temize çekilmesi lazım. Öyle “kenar süsü”yle olmuyor.

Müfredatımızdaki nefret, düşman, o eşitsiz, karanlık rekabet olmasa, “aşk”, ne sıradan hikâye! Vatan, millet aşkının yanında zaten lafı olmaz. “İbret”in, “ibretlik”in tedrisatında, dersinde öğreniyoruz birçok şeyi. “İbret için işlenen cinayet”lere dair bir istatistik yok, değil mi? İbretlik infazların, idamların, katliamların bile henüz “tarih” olamadığı, hesabının sorulamadığı bir ülkede, neden olsun, nasıl olsun…

O ölümcül bilginin mirası

Böyle bir tabloda Madımak katliamında sadece ölenlerin değil, öldürenlerin, olaya karışanların, onlara gönülden destek verenlerin, kayıtsız, seyirci kalanların ev halkını, akrabalarını, arkadaşlarını, komşularını da merak ediyorum.

Otuz yıl sonra, hatırlıyorlar mıdır acaba onlarca insanın öldürüldüğü o meşum günün gecesinde, hemen ertesinde evlerinde neler yaşandığını… Ne kadarına ortak yahut vakıf olmuşlardır acaba o ölümcül bilginin, onca yıl sonra bazı hanelere kalan “aile mirası”nın? Adını öyle koymuşlar mıdır, o katliamın…

Bir anne çıkıp da “Sen de oradaydın, bir şey yaptın mı evladım?” diye sormuş mudur? Oğlunun dışında onun yaşıtlarına da kıyamayan bir anne… Kaygıyla, usulca sormuş mudur?

Yoksa, “Benim evladım yapmaz” mı demiştir, kendini inandırma çabasıyla yemenisinin ucuyla oynarken. Bazı hanelerde “Ellerinize sağlık, yansın kâfirler” cümlesiyle yeniden alevlenmiş midir “muhabbet”?

Sokakta bir gölge adam

Sivas’ta öldürülen Metin Altıok’un dizeleri, o katliama yakından, o linç kalabalığının içinden tanık olanların gözüne net siluetler getirir mi acaba: “Omuzunda uzun saplı /Eğri tırpan /Ot biçmeye gidiyor /Avurtları çökük /Bir gölge adam. /Karalar giyinmiş, /Ölüm simgesi gibi /Geçiyor sokaktan.”

Yaşıyorsa mesela, hâlâ geçiyor mudur sokaktan öyle birisi… Nâmı oralardan, katliamdan. Tuhaf, uçuk, teatral bir soru gibi gelmesin. Bazı kıyımların, katliamların, cinayetlerin sanıkları, zanlıları, olağan şüphelileri ekranlardan bile alımla-çalımla, sorgusuz-sualsiz geçiyor da… O nedenle sordum.

“Tahriklere kapılma seviyesi”

O muhitte neler yaşanmıştır o katliamın ertesinde… Sokak Röportajları bugünkü gibi yaygın olsaydı, “tahrik” yine en popüler kalıp mı olurdu “açıklamalar”da? Medeniyet seviye ölçeklerinde, demokrasi endekslerinde, testlerinde “tahriklere kapılma seviyesi” sorulmuyor, ölçülmüyor herhalde. Olmalı mı acaba?

Polisler, saatlerce hiçbir şey yap(a)madan emir bekleyen subay, yangına zamanında müdahale etmeyen/edemeyen itfaiye, Aziz Nesin’i tartaklayıp linç için bekleyen kalabalığın arasına savuran itfaiyeci, mülki amirler, her makamdan, yakından-uzaktan yetkililer yaptıkları-yapmadıkları-yapamadıkları şeyleri sindirdiler mi 30 yılda?

Yaşıyorlar mı; nasıl yaşıyorlar… Çıkmaz mı içlerinden birisi, olayı yeniden anlatacak…  Ölenin acısına katlanmaktan daha mı kolaydır, öldürene katlanmak. Böyle bir cinayetin, katliamın sırrına ortak, tanık olmaktan, saklamaktan, daha yaman ne vardır? Ya o günlerde etkili/yetkili olup da ortalıkta hiçbir şey olmamış gibi gezinenler…

Altıok’un Madımak Yazıtları

Öldürülenlerin yakınları, akrabaları, dostları, geçen 30 yılda acının hüzne dönen pansumanıyla öğrenmiştir eksik yaşamayı. Ya öldürenlerin, ateşi körükleyenlerin yakınları… Bir annenin bakışlarından “Acaba o da mı yakanlardan?” sorusunu kovması kaç yıl alır? Belki her yıl 2 Temmuz’da Sivas’taki anmalarda yüreğine çöreklenen o kuşkuyu…

Bunca yıl sonra bulunur mu biri? Geçen hafta yazmıştım; (1) Metin Altıok’un ölüme dair şiirleri, sanki öldürülmeden yazdığı “Madımak Yazıtları”ydı. Yine Altıok’un “Birini bulurum” şiirindeki gibi, bulunur mu biri:

“Biraz elek, biraz da yelken, /Gömü ve gömüt birini. /Eski bir sandık, /Ki açmamış yıllardır /Hiçbir anahtar kilidini, /(…) Birini bulurum mutlaka, /Yangınımı körükleyen birini. /Biri mutlaka vardır /Zonguldak’ta, Sivas’ta, /Yakında ya da uzakta, /Binlerce baca arasında /Dumanı lekesiz biri.”

Yazımı bitirirken ekranlarda “Yedinci yılında 15 Temmuz” programları, kulağımda Altıok’un bu şiiri var. “Bir kısım” ekranlarda, internet, sosyal medya mecralarında da “15 Temmuz soruları”… Alper Görmüş’ün Serbestiyet’te dün yayınlanan “Yine 15 Temmuz soruları: Muhataplarının ‘duymuyormuş gibi’ yapamayacağı günlerin geleceği umuduyla…” yazısı başlığıyla bile konuşkan.

Yanıtlanmamış soruların hüznü, ağırlığı Edip Cansever’in de derdiydi: “Susarız, katlanırız /Uçsuz bucaksız rengini alırız bir daha hiç konuşmamanın /Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız. /Ve kalır kahverengi saatler, hiç bilinmeyenler /Bir çağı gerdiğimiz, süresiz kanattığımız /Kalır elbette bunlar, daha fazla değil /Ve soğuk dünyamızda yanıtsız kaldığımız /Sonra işte acılarımızı ancak toplarız /Şehirlerimizden ancak çıkarız. Boş sokaklarda /Evlerde, tezgahlarda ve bütün olağanlıklarda /Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız.

(1) Yaşar Sökmensüer,Ölümünü yazan şairin kitâbesi, 9 Temmuz 2023, Serbestiyet.

(2) Yıldıray Oğur,29 yıl sonra ayıp hale gelen “ama”lar… 4 Temmuz 2022 , Serbestiyet.

(3) Oral Çalışlar, MİT görevlisi, “Sivas katliamında devlet neden geç kaldı diye soran İnönü’ye ne cevap vermişti?”, Serbestiyet, 4 Temmuz 2023.

YAZI RESMİ: Edvard Munch,Melancholy, 1894.

- Advertisment -