Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBüyük yalnızlık

Büyük yalnızlık

29 Ekim geçti; 10 Kasım yaklaşırken, üniversitedeki Müzik Kulübü’nün yöneticileri uğradı ofisime. “Hocam, biz Atatürk’ü anmak istiyoruz 75. ölüm yıldönümünde; niyetimiz, sevdiği bazı şarkıları kendimiz çalmak; siz müzikle çok ilgilisiniz, bir konuşma yapar mısınız bu konuda?” Yok, dedim, parçaları yorumlayamam, ama buradan hareketle, belki, kamusal kimliğinin gölgelediği bireysel kimliğine bir pencere açmayı deneyebilirim. Öyle de oldu. Yaslı, alçak gönüllü bir saat geçti. Oturumun genel başlığını “O’nun da bir iç dünyası vardı” koymuşlardı. Ben kendim “Büyük yalnızlığı”ndan söz ettim. Ana fikirlerini, temel yapısını korumakla birlikte, düzelterek ve çok genişleterek sunuyorum.

[16-17 Kasım 2023] Çaldığınız bu şarkılardan, hüzün bastı içimi. Nasıl basmasın? Şu sözlere bakar mısınız: “Teslim olmayalım Halilim… Giden gelmiyor, acep ne iştir… Yiğidim, aslanım burda yatıyor…” Can çekişen bir imparatorluk. Düyun-u Umumiye. Kendi vergilerini toplayamamak. Tütün Rejisi. Jandarması. Kaçakçılık. Eşkiyalık. Etrafında türeyen bir erkek yiğitlik, efelik kültürü. Sonra Seferberlik. Uzak cepheler. Kafkasya, Sarıkamış. Güney: Mezopotamya, Kanal, Yemen. Bir tek Çanakkale, bir umut. Ama orada da, resmî kahramanlık nutuklarıyla birlikte, halkın anonim sesinden savaşın gerçek çehresi: “Anafarta’ya varmadan koptu kıyamet… Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa… Ölmeden mezara koydular beni… Analar babalar ümidi kesti… Of gençliğim eyvah.” 1911 Trablusgarp. 1912-1913 Balkan. 1914-1918 Cihan Harbi. 1919-1922 Millî Mücadele.

Hepsine birden, On Yıllık Savaş diyor Türk Tarih Kurumu’nun bir yayını (İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, 2014). Önemli bir kavramlaştırma. Osmanlının son, Türkiye’nin ilk savaşları. Eski nerede bitiyor, yeni nerede başlıyor? Belirsiz. Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, 1941 baharında Haydarpaşa Garı’ndan kalkan 15:45 katarının bir kompartımanında Tatar Yüzlü Adam, 1915’te Çanakkale’de savaşma, yaralanma, vapurla İstanbul’a nakledilme öyküsünü anlatır (“Kasıklarımın üstünü biçmiş / İngilizin makinalısı”). Koridorda bir Üniversiteli dinler ve düşünür: “Bir çeşit balık /  bir çeşit ağaç / bir çeşit maden gibi / memleketimizde bir çeşit insan yaşıyor ki / ömrünün anlatılmaya değer / ve bir türlü unutulmayan hatırası: / muharebeler.” Benim de çocukluğum aynen böyle geçti, dedem Halil Namık Berktay’ın Çanakkale (18 Mart 1915, Dardanos, sonraki adıyla Hasan-Mevsuf Bataryası ve Irresistible’ın batırılışı), Zekiye Tetemin kocası Ekrem Enişte’nin (Uğ) ise Millî Mücadele (sanırım İnönü ve Sakarya) anılarıyla. Madalyonun diğer yüzü, yetişkin erkekleri cephelerden dönmemiş, sırf kadınları, çocukları ve yaşlılarıyla kalakalmış köyleriydi Anadolu’nun. Öyle büyük bir demografik çöküntüydü ki, 1933’te nüfusun 15 milyona varması büyük bir gurur ve umut kaynağı olarak Onuncu Yıl Marşı’na yansıyacaktı.

Bu hengâme içinde, nasıl bir hayattı aynı dönemin subay kadrolarının, asker-bürokrat sınıfın üst kademelerinin, diyelim Mustafa Kemal’in ve benzerlerinin sürdürdüğü? Bir, öksüz ve köksüzdüler bir bakıma. Sırf Mustafa Kemal değil; çoğu doğduğu topraklardan, natie’sinden, ben şuralıyım diyebileceği yerelliğinden kopmuştu. Millî Mücadele’ye katılan ve yönetenlerin ancak yüzde 30 kadarı Anadolulu, diğerleri hep ya Balkanlardan (Selanik, Sofya, Bükreş, Kavala, Manastır, Dimetoka) ya da Arap eyaletlerindendi (Halep, Şam, Musul vb). İki, genellikle yoksul, dar gelirli ailelerine de (kaldığı kadarıyla) elveda demiş ve üç, küçük yaştan itibaren askerî okullara yazılmışlardı. O andan itibaren “memleket”leri idadi, harbiye, kışla ve üniforma oldu. Cephelerde geçti ömürleri, kıtalarda, karargâhlarda, kâh komutanları kâh maiyetleriyle. İbn Haldun’un kabile toplumunun kandaşlık birimlerinden söz ederken asabiyya dediği iç örgü, bu ortamlarda, bu mücadelelerle oluştu. O çağın çaldığınız ve çalmadığınız bütün türkülerine yansıdı.

Mustafa Kemal’in, sonra Atatürk’ün, aklından neler geçiyordu acaba, bütün bunları yaşarken, savaşırken, arada sırada dinlerken? Bunu bilmek çok zor. Politikacılar, komutanlar, devlet adamları… yazarlar, sanatçılar, şairler, romancılar gibi değil. Kamusal kimlikleri bireyliklerinin, özel dünyalarının çok önünde. Gölgeleniyor, gösterilmiyor. Özellikle Türkiye, çok “önü ilikli” bir ülke (ve saygın özneler karşısında bu önü iliklilik halleri, yazar ve tarihçilere de sirayet ediyor). Hollandalı sosyal-psikolog Geert Hofstede (1928-2020), “güç [iktidar] mesafesi” (power distance) diye bir kavram geliştirmişti. Toplumları “yüksek iktidar mesafeli” (high power distance – yani görece hiyerarşik) ve “düşük iktidar mesafeli” (low power distance – yani görece demokratik) kültürler diye ayırıyordu. Bu çerçevede, faraza Çin, Japonya ve Rusya (yani bütün diğer gecikmişler ve dolayısıyla zorla yetişmeciler) gibi Türkiye’nin de “yüksek iktidar mesafeli” bir ülke olduğu çok açık. Devlet ve itaat her şeyi bastırıyor. Hükümdarın şahsı özel kutsallıklar, dokunulmazlıklarla kuşatılıyor. Osmanlı minyatürcüleri Topkapı Sarayı’nı resmettiklerinde Haremi düzlüyor, şekilsizleştiriyor. Avrupa soylularını geçtim; kral ve kraliçelerinin raflar dolusu biyografileri yazılabiliyor, ama (alanın profesyonellerinin çok iyi bildiği gibi) Osmanlı sultanlarının (hattâ ricalinin) biyografileri yazılamıyor. Nadir istisnalar sadece kuralı doğruluyor. Ciddî tarihçilikte böyle bir janr vücut bulmuyor.

Modern ulus-devlete gelince; bir kez daha resmî konumlar, görevler, kariyerler başka herşeye ağır basıyor. Liderlik merdiveninde üst basamaklara çıkıldıkça tabular yoğunlaşıyor. Hele ordu, olabilecek en otoriter kurum vasfıyla, olanca disiplini ve bağlayıcı, emredici konformizmiyle herkesi kalıplara sokuyor. Bir Yunan Devriminin (bağımsızlık ve ulus-devlet olma mücadelesinin) tiplerini, bir de Osmanlı-Türkiye geçişindeki On Yıllık Savaşın tiplerini

undefined

düşünün. Herhalde bu konuyu ayrıca yazarım (burada söylediğime göre yazmam gerekecek), ama ikisi çok, çok farklı birbirinden. Temel fikri söyleyeyim. İlkinde 1821 ve devamında, çok-renkli yerel kıyafetleri içinde poturlu, şalvarlı, palabıyıklı, kuşaklarında piştovlu ve yatağanlı, kesici ve delici silâhlarla dövüşmeye alışmış, buna uygun macho beden dilleriyle tepeden tırnağa kabadayı, külhanbeyi karakterler söz konusu (yukarıda solda, Teodoros Kolokotronis; ortada, Yorgos Karaiskakis; sağda, Yannis Makriyannis). Hepsi aslen eşkiya, çeteci; şimdi yeni bir dâvâ bulmuşlar, ona katılmışlar (her bakımdan, Türkiye’de 1919-20 yıllarının Kuva-yı Milliye’sinin yüz yıl öncesinden habercisi). İkincisinde ise, gerek 1915’te Çanakkale’de,

gerek 1919-1922’de Millî Mücadele’de, birörnek üniformları, kalpakları ve çizmeleri içinde, göğüslerinde topçu dürbünleri, ordu nizamnâmesine göre kesilmiş, küçültülmüş bıyıklarıyla, genellikle sakalsız, beden dilleri ölçülü ve terbiyeli (çünkü devlet emriyle kişisel bravado’dan arındırılmış), hepsi aynı hizada, kimse yarışmaya, öne çıkmaya kalkmıyor, tabii kumandan hariç. Klepht’ler, efeler, armatoli, zeibekoi (etimolojik kökeni tartışmalı) gitmiş; son demlerinde de olsa emperyal bir ordunun gene öldüren, ölme ve öldürme emirleri veren, ama bunu yüzyüze, “soğuk çelik”le değil daha uzak mesafeden, toplar ve makinalı tüfeklerle yapan medenî zâbitler gelmiş. Acımasız realite, bu. İdealize etmiyorum. İçindeki farklılığı arıyorum. 

https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/8/80/Michelangelo%27s_David_-_right_view_2.jpg/220px-Michelangelo%27s_David_-_right_view_2.jpg

Nerede bulacağız Mustafa Kemal’i, bireyliğini ve iç âlemini, bu kollektif kategori içinde? Bir, şu yukarıdaki meşhur Anafartalar fotoğrafında bile, duruşu hafif değişik değil mi diğerlerinden? Daha mütevazi değil; tersine, özgün. Sol kolunu yanında eğreti durmasın diye (Napolyon gibi) arkasına saklamış. Rönesans’ta kaskatı bir simetriden kaçmak uğruna icat edilen contrapposto pozisyonunu almış: vücut hafif geri yaslanmış, bekleyişte; ağırlık sadece bir (arka) ayakta; diğeri önde ve diz hafif bükülmüş. Nereden biliyor böyle poz vermeyi? Michelangelo’nun David’ini görmüş olabilir mi örneğin? Böyle bir kültürü var mı; kasten mi taklit ediyor büyük Tevrat kahramanını, 16. yüzyıl başı imgesiyle? Ben mi hayal diyorum, yoksa öyle mi gerçekten? En azından, bu kadar mı dikkat ediyor görüntüsüne, daha 1915’te?

Geçtim. Şimdi bir de şuna bakalım. Kocatepe, 26 Ağustos 1922. Gene Nâzım yazmış, benzersiz epik anlatımıyla: “Dağlarda tek / tek / ateşler yanıyordu. / Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki / şayak kalpaklı adam / nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden / güzel, rahat günlere inanıyordu / ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, / birdenbire beş adım sağında onu gördü. / Paşalar onun arkasındaydılar. / O, saati sordu. / Paşalar «Üç,» dediler. / Sarışın bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. / Yürüdü uçurumun başına kadar, / eğildi, durdu. / Bıraksalar / ince, uzun bacakları üzerinde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı.”

Neden bahsediyor? Popüler resmediliş tarzıyla, Mustafa Kemal tek başınadır Büyük Taarruz sabahı Kocatepe’de. Kendisi de subay olan Etem Ete’nin çektiği fotoğraflar öyle kırpılır ve gösterilir. Oysa bütün üst kademe oradadır. Fakat beraber, birlikte değildirler. Mustafa Kemal ayrıdır. “Paşalar onun arkasındaydılar.” Kaputlarıyla, paltolarıyla, karanlıkta cesim kütlelerdir. Bu sefer eminim; mutlaka kendi seçmiştir, böyle biraz ayrı durmayı. Kocatepe’ye görünüşte tek başına (ve kaputsuz) tırmanmayı. Farkının farkındadır. Ne ki, bu fark yalnızlığıdır aynı zamanda. Yalnızlığının gerçekliği, resmin kırpılmış halinde değil, asıl kırpılmamış halinde, etrafındaki sınırlı kalabalıkla, çevresiyle, bu somut örnekte (diğer) paşalarla yanyana ve tezat halinde daha fazla ortaya çıkar.

Savaşılır, kazanılır; biter. Destansı kahramanlıklar çağı sona erdiğinde de, artık yerli yerine oturan ulus-devletin Tek Parti yönetimi içinden farklı sinyaller verdiği olur. Bir nebze demokratik denge ve denetim uğruna, yakın arkadaşı Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı (tam adıyla Serbest Cumhuriyet Fırka’sını) kurdurtur. Sonra, “majestelerinin muhalefeti”nin uyacağı farzedilen sınırlardan çıkıp, kitlelerin desteğiyle gerçek bir muhalefete dönüşmeye başlaması karşısında, bu kadarını tolere edemez. Cumhurbaşkanı sıfatıyla, iki parti (SCF ve CHP) arasında tarafsız kalacağına söz vermiştir. Ama parti kadrolarının ağırlığını koyması çağrılarına dayanamayıp çark eder; yok, der, CHP’nin başındayım ben. 1930 seçimlerinde ne olduğunu, 1924-1938 arasında Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ün sırasıyla mutemedi, özel kalem müdürü, genel kâtip vekili ve genel kâtibi olan Hasan Rıza Soyak’ın anılarından dinleyelim: “Atatürk ‘Hangi parti kazanıyor?’ diye sordu. ‘Bizim parti’ cevabı karşısında, ‘Hiç de öyle değil! Hangi partinin kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan İdare Partisi’dir. Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler… Bunu bilesin!’ dedi.”

Bu nedir? Kendi kurduğu post-devrim realitesine, baskıcı bir bürokratizmin donuk griliğine, kalıplarına, kurallarına, bunaltıcılığına, dalkavuklarına, kraldan fazla kralcılarına bazen kendisi de mi tahammül edemez? Benzer bir romantizm parıltısına, Çanakkale konusunda da rastlarız. Birinci Dünya Savaşı’nın bu tek ve en büyük zaferi nasıl hatırlanmalı? Bu soru 1934’te, Avustralya’nın başkenti Canberra’da açılacak ANZAC Tören Alanı için bir kitabe kaleme alması talebiyle gündeme gelir. Çevresinden yardım ister. Klasik hamasî metinler gelir ve hepsini reddeder. Başka bir şey aramaktadır. Sonunda, Hamdullah Suphi’nin [Tanrıöver] önerdiği söylenen aşağıdaki satırları çok beğenir. Bizzat yazıp yazmadığı değil, benimsemesi ve kendi adıyla yayınlaması önemlidir: “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz! Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim  evlatlarımız olmuşlardır.”

Bir düşünür müsünüz, ne kadar terstir dar milliyetçi anlayışa! 18 Mart 1915 kara-deniz çarpışmasının ve 24-25 Nisan çıkarmalarıyla başlayıp sekiz ay süren, Osmanlı-Türk tarafının toplam 250,000 küsur kayıp ve bu arada 86,000 şehit verdiği Gelibolu muharebelerinin üzerinden henüz yirmi yıl geçmemişken… mağduriyet de içermez, mazlumiyet de içermez, düşmanlık da içermez, genel bir anti-emperyalist, anti-kolonyal retorik de içermez, herhangi bir galibiyet böbürlenmesi de içermez. Yeni Türkiye’nin Batı ile barıştığı bir çağda, yeri yoktur bunların. Fakat karşılığında ne içerir? Eşitlik içerir. ANZAC askerlerine “kahramanlar” ve “bizim evlâtlarımız” demekle, hem kendini ve bütün diğer Harbiye mensuplarını, İngiltere’nin Sandhurst ve Fransa’nın Saint-Cyr mensuplarıyla aynı eşit silâh arkadaşlığı içine alır, hem de bir bütün olarak Türkiye’nin “muasır medeniyet”ten dışlanmazlığını kabul ettirir. Nitekim Canberra’daki ANZAC Tören Alanı’nda kendi anıtıyla, büstü, kitabesi ve hâtırâ bahçesiyle yer alan biricik “düşman” komutanıdır Mustafa Kemal. Sırf alabildiğine hümanist, enternasyonalist bir kitabe değildir yani. Ardında, ince bir siyasî strateji de yatar.

Zamanında kim, ne anladı bütün bunlardan? Bugün kim, ne anlıyor, ne kadar anlıyor? Bir, intentio auctoris var (Latince yazarın niyeti), bir de intentio lectoris (okuyucunun niyeti). Eski Romalılar anlamış aradaki farkı. Ölüm bu farkı büsbütün büyütür, belki bir uçuruma dönüştürür. Benim en sevdiğim şairlerden W. H. Auden, bir diğer büyük şairin, W. B. Yeats’in ölümü üzerine yazdığı In memoriam şiirinin bir yerinde, “[Şair] hayranları oldu” der (He became his admirers). Hemen sonraki kıtada, “Ölen birinin sözleri / yaşayanların bağırsaklarında değişime uğrar” diye, aynı noktaya işaret eder (The words of a dead man / are modified in the guts of the living).

Atatürk konusunda da çok benzer şeyler geçerli: Ölüyor ve hayranlarına dönüşüyor; sözleri, düşünceleri (doğru veya yanlış) yaşayanların bağırsaklarında değişime uğruyor. Bu da bakmayı ve görmeyi büsbütün güçleştiriyor. Anlaşılma sorunu deyince, devrimlerin ve devrim-sonrası diktatörlüklerin gölgesinde yaşayan başkaları da geliyor aklıma. Örneğin Mayakovsky. Herhalde, Boris Pasternak ve Anna Akhmatova’yla birlikte, 20. yüzyıl Rus-Sovyet şiirinin en büyük üç isminden biri. Diğer ikisinden farkı, kendini tümüyle Bolşevik Devriminin hizmetine koşması. Olanca lirik yeteneğini, özellikle tarımda kolhozlar (zorla kollektifleştirme) için AgitProp posterleri yazmaya veriyor. Bu çelişkinin derin acısını yer yer itiraf ediyor. Uzatmalı sevgilisi Lily Brik’e seslendiği “Avazım çıktığı kadar” şiirinde şu dizelere rastlıyoruz örneğin: “Propaganda / benim de boğazıma takılıyor şüphesiz  / ben de istemez miyim / sana aşk şiirleri yazmak / hem daha kârlı olur / hem daha zarif. / Ama tuttum kendimi / soktum bir deli gömleğine / türkülerimin sesini / kendi postallarımla çiğnedim.” 1925’te Amerika’ya gidiyor. “Eve Dönüş” şiirinde, Atlantik’i geçerken partiye, rejime, Stalin’e övgüler düzüyor. “Kendimi / mutluluk üreten / bir Sovyet fabrikası / gibi hissediyorum” diyor — istermiş ki Gosplan (Sovyet merkezî planlama teşkilâtı) onun da yıllık üretim hedeflerini önceden saptasın; elinde yetki belgesiyle bir siyasî komiser, onunla birlikte “çağın düşüncesi”nin üzerinden geçsin; fabrika komitesi iş bittiğinde dudaklarını kilitlesin; nihayet Stalin Politbüro’ya rapor verirken, pik demir ve çelik üretimi gibi şiir hasılasına da değinerek “Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nde / şiir zevki / artık savaş öncesi / norm’ları aşmış bulunuyor” desin. Bir aydın, yazar ve şair olarak, kendini böyle mazoşistçe aşağılıyor, “proletarya” (adına konuşanlar) karşısında. Gelgelelim, içinden gelen son dizeler böyle değil aslında. Orijinalinde şöyle bitiriyor: “Anlaşılmak istiyorum kendi ülkemde / ama anlaşılmasam da / ne yazar ki? Kıyısından geçerim / doğduğum diyarın / eğik yağan / bir yağmur gibi…” Fakat her nasılsa, kitap matbaaya giderken işe iyi saatte olsunlar karışıyor. O yalnızlık kokan bireysel ve hüzünlü satırlar çıkıyor; Stalin’e dalkavukluk finali giriyor. Ne ki, Mayakovsky’nin dramı derinleşecek bunu izleyen beş yılda. Bu ikili yaşamı kaldıramıyor. 1930’da intihar ediyor.

Atatürk’ün konumuyla Mayakovsky’nin konumu çok farklı kuşkusuz. Biri, otoriter-modernleşmeci bir rejimin önce taraftarı, sonra kurbanı. Diğeri, bir başka otoriter-modernleşmeciliğin kurucusu ve yöneticisi. Ne ki, siyaset ile iç dünyası, kamusal kimliği ile bireysel kimliği arasındaki çelişkiyi o da yaşıyor. Yıl 1933. Onuncu Yıl Nutku’nu hazırlıyor. Yaptıkları ve yapacaklarını özetliyor. Ve şöyle bitiriyor: Türk milleti; Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız!”

2015’teki bir yazımda, şöyle yazmışım bu noktada; tekrarlıyorum: Kendini ele verdiği çok nadir bir andır. Ruhunun derinliklerini görebileceğimiz bir pencere açılır gibi olur: fanidir, yalnızdır, zamanın akışının son derece farkındadır; herkes gibi “sonra”sını düşünür; sonsuzluğun içinde unutulmak değil hatırlanmak arzusundadır. Dahası, sırf Türkiye değil, bütün “medeni beşeriyet” tarafından hatırlanmak arzusundadır. Bu yüzden, gene Mayakovsky’de olduğu gibi ses tonu ansızın değişir; kamusal belâgatten çıkar, alçalır, kişisel bir ricaya dönüşür. — Fakat ne çare, rahat bırakmazlar; resmiyetin aparatçikleri sökün eder. Böyle orijinallikleri anlamaktan âciz, liderin bu kadar bariz biçimde insanîleşivermesinden rahatsızdırlar. Ölümünden bir yıl sonra, Hikmet Bayur’un 1939’un 10 Kasım’ında Ulus’ta yazdığına bakılırsa, ilk kendisi, yani Bayur, bu cümleyi “çok hazin” bulup “kaldırılmasını rica” eder. Spontaneite saniyesinde kaybolur ve liderlik sanatı devreye girer; Mustafa Kemal önce bir işaret düşer; “hemen herkes aynı şeyi tekrarlayınca” çizip kaldırır; yerini o çok daha politik, kollektif, devletli, anıtsal bitiriş alır: Türk milleti; Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”

Pencere kapanır; kamusal, bireysele bir kere daha üstün gelir. Hikmet-i devlet (raison d’état) öyle gerektirir. Beş yıl geçer, 1938’de Atatürk de hayata veda eder. Yerini İnönü alır. Tek Parti rejimi devam eder. 1941 baharında, 15:45’teki katarın ardından, bir de 19:00’da Anadolu Sürat Katarı (ekspresi) kalkar Haydarpaşa Garı’ndan. Yemekli vagonun bir masasında, dört kişi oturmaktadır: “büyüklerden biri” (İnönü olabilir mi?), “üç demir iki yıldız” (bir general), sanayici Burhan Özedar (yeni milli burjuvazinin Osmanlıcı bir temsilcisi), bir de elâ gözlü, yakışıklı doktor-mebus Tahsin (bir sol Kemalist, belki Kadro dergisi çevresinden). Nâzım, Kemalist Devrimin doruğuna varıp tükendiğini, artık Fransız Devriminin Robespierre sonrası Thermidor’una benzer bir durulma ve reaksiyonun yaşanmakta olduğunu, olabildiğince realist bir Atatürk betimlemesi, Atatürk’ün bütün çelişkileri ve bu arada özelliği, özgünlüğü, tikelliği de dahil, Mebus Tahsin’e anlattırır:

“Yüreğine bir mahzunluk düştü Tahsin’in, / bir başka insan geldi aklına: / ölmüştü. / Bir başka sofra: dağılmıştı. Düşündü Tahsin: / ‘Muzaffer bir insandı ölen: / nefsinden başka hiç kimseye güvenmeyen / muzaffer ve muazzam bir kumarbaz. / Alaycıydı, kavgacıydı, kurnaz ve hükmediciydi. / Ben gelmiş olduğum yere onun eliyle gelmiş olmama rağmen / (o kadar ağır pençeliydi ki) / kaç kerre ölmesini istedim. / Sanıyordum ki zindanım yıkılacak / sofrası yıkılırsa. / Öldü. / Yıkıldı sofrası. / Fakat misafirleri onun yanına gömdüler / kendilerinde muzaffer olan ne varsa. / Ben ne kadar ihtiyarlamış olduğumu /onun öldüğü gün anladım.’”

Dinlediğiniz (okuduğunuz) için teşekkür ederim.

- Advertisment -