Yıllık Büyükelçiler Konferansları yapılması fikri ilk defa 2008 yılında ortaya atıldığında Yeni Türkiye’de ilga edilmiş olan Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı görevinde hasbelkader bulunuyordum. Doğrusu öneriye şüpheyle bakmıştım. Daha önce bölgesel türlü ve sınırlı katılımlı toplantılar yapılması adettendi. Hem Avrupa’da (İsveç) hem Uzak Doğu’da (Kore) ilk büyükelçilik görevlerimde bu tür toplantılara katılmışlığım olmuştu. Dışişleri Bakanının başkanlığında yapılan bu toplantılar hem kısa sürüyor hem katılım sınırlı olduğu için bakanla direkt temas olabiliyor, karşılıklı iletişim kolay oluyordu.
Konunun benim açımdan diğer bir sakıncası yaratacağı masraftı. Kişisel dostluğum olan o zamanki Fransa Büyükelçisi’ne her yıl Ağustos ayında yaptıkları bu geleneksel büyükelçiler konferanslarını nasıl finanse ettiklerini ve hangi masrafları karşıladıklarını sorduğumda pek şaşırmıştı. Fransız büyükelçilerinin her yıl Ağustos ayında ülkelerine dönmeleri adettendir, kendi yol masraflarını kendileri karşılarlar, çoğunun Paris’te evleri olduğu için de devlete yük olmazlar cevabını vermişti. Ben de “tatilini Fransa’da geçirmeye mecbur musun, başka yere gidersen ne olur” diye ısrar edince, “Cumhurbaşkanı seni Elize Sarayı’na davet edecek, sen de yaz tatilini başka bir ülkede geçirdiğin gerekçesiyle toplantıya katılmayacaksın, o da yurt dışında görevli bir Fransız Büyükelçisi olarak senin bileceğin iştir” diye acı bir gülümsemeyle cevap vermişti. Bizim Büyükelçilerin bütün masraflarının devletçe karşılanacağını, hatta bir ara eşlerin de programa dahil edilip sonra vazgeçildiğini söyleyince pek bir şaşırmış, yine gülerek bizim Fransa’dan çok zengin olduğumuzu söylemişti.
Benim dile getirdiğim bu tür endişeler tabii dikkate alınmadı ve konferansın yapılması kararlaştırıldı. Sorumlu olduğum alanlarda (ekonomi, enerji, kültür, tanıtma) diğer kurumlardan gelecek ve takdimde bulunacak yetkililerin en fazla genel müdür düzeyinde olmasında ısrar ettiğimi hatırlıyorum. Amacım toplantıların interaktif olmasını, konuşmacılarla büyükelçiler arasında bir diyalog şeklinde cereyan etmesini sağlamaktı. Bu hususta da en azından düzenlenmesi benim sorumluluğumda olan konularda başarılı olduğumu söyleyebilirim.
Sonraki yıllarda korktuğum başıma geldi. Konferanslara başlangıçta az sayıda bakan katılırken, ileriki yıllarda tüm bakanlar sırayla gelme konusunda ısrarcı oldular ve birbirleriyle yarışmaya başladılar. Bazılarının Büyükelçiler Konferansı’nda hiç yeri olmayan bakanlıklarının faaliyetlerini saatlerce anlattıklarını hatırlarım. Sanırım burada rekor, Ulaştırma Bakanı’nın tam 2,5 saat süren bir takdimi olmuştu. Ulaştırma Bakanlığı’nın uhdesinde uluslararası taşımacılık gibi Büyükelçileri ilgilendirecek konular haliyle vardı. Ancak Bakan onların dışında kaç kilometre otoyol, duble yol, hızlı tren vs inşa edilmekte olduğunu en ufak ayrıntılarına kadar anlatmaya başlayınca arka sıralarda oturmakta olduğumdan yararlanarak kendimi dışarı atmıştım. Başka bir defa yine şov için gelmiş bir bakan lafı uzatınca dinleyiciler yavaş yavaş dışarı kaçmış, bu sefer kaçanların sayıları dikkat çekecek derecede artınca sorumlular tarafından yaramaz öğrenciler gibi içeri çağrılmıştık.
Ama şov yapanlar sadece bizim bakanlar değildi. 2011 yılında Erzurum Dünya Üniversiteler Kış Oyunlarına ev sahipliği yapıyordu. Hatırlayamadığım bir nedenle o zaman Yunanistan Başbakanı olan Yorgo Papandreu açılışı bir soğuk Ocak gününde o zaman Başbakan olan şimdiki Cumhurbaşkanımızla birlikte yapmıştı. Sonradan da Palandöken’de kaldığımız otelde Büyükelçilere hitap edecekti. Konuşmasını yapacağı salona girdiğimde Yunan televizyonlarının canlı yayın için tertibat aldığını görünce Bakanlığının enformasyon dairesi yetkilisine Papandreu’nun Türk Büyükelçilere mi Yunan kamuoyuna mı hitap edeceğini sordum. Cevaben ilgili memur bu tehlikeyi Bakan Davutoğlu’nun dikkatine getirdiklerini, ancak Yunan tarafının ısrarı üzerine Davutoğlu’nun canlı yayına izin verdiğini söylemişti. Ve tabii beklenebileceği üzere Papandreu konuşmasına Doğu Anadolu’dan ayrılmak mecburiyetinde kalan Rum mübadillerinin ata vatanlarına selamını getirdiğini söylemekle başladıktan sonra Türk-Yunan sorunsalı hakkında Yunan görüşlerini Erzurum’da Yunan kamuoyuna gayet güzel bir şekilde anlatarak bize fena halde gol attı. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu hazırlıksız yakalandıkları için Papandreu’ya cevap yetersiz kaldı. Papandreu’nun konuşması Türk kanallarında yayınlanmadığı için bu skandal kamuoyuna yansımadı. Ancak Yunanlı yetkililerin bize attıkları bu muhteşem golün sevinciyle salondan ayrıldıklarındaki yüz ifadelerini unutmadım.
Neyse ki o dönemlerde meslek hayatımın sonlarına yaklaştığım için ve yurt dışında görevli olmama rağmen sonraki konferanslara katılmamak için çeşitli bahaneler buldum ve bu angaryadan kurtuldum. Ancak anladığım kadarıyla bu seneye kadar Konferanslar bakanlar tarafından kendi önemlerini vurgulamak ve seçmenlerine mevcudiyetlerini hatırlatmak için kullanılıyordu. Ayrıca dünyanın çeşitli ülkelerinden önemli önemsiz farkı yapılmaksızın konuklar çağırılmış, sayılarının artması ise dış politikamızın başarısı olarak takdim edilmişti.
Bu sene yabancı konuk davet edilmediğini, yerli bakanların katılımının ise bir yuvarlak masayla sınırlı tutulduğunu anlıyorum. Bakanların nerede ise tamamımın artık siyasetçi olmaması seçmene selam motivasyonunu ortadan kaldırmıştır. Her halükarda bu adetten vazgeçilmesi her bakımdan iyi olmuştur. O sayede, Konferansın süresi kısaltılmış, önemli bir tasarruf sağlanmıştır.
Gelelim içeriğe. Tabii dışarıda olanlar için elimizdeki tek malzeme Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Büyükelçilere yaptıkları hitaplardır. Konferansın içeriği hakkında bir fikir edinmek ancak katılımcıları sorgulamakla mümkün olurdu ki, doğrusu kimseyi zor duruma da sokmak istemediğim için bunu yapmadım.
Yine de bahsettiğim konuşmalar önemlidir. Türkiye hala parlamenter sistemle yönetiliyor olsaydı, seçimlerden sonra bir başbakan atanır, o da hükümetinin programını güven oyu için meclise sunardı. Hükümet programında da haliyle bir dış politika bölümü olurdu. Geçmiş görevlerimde bunların hazırlanışında rol almışlığım oldu. Başbakan hükümet programını okur, muhalefet liderleri eleştirilerini dile getirir, sonra güven oylamasına geçilirdi.
Yeni Türkiye’de artık başbakan ve güven oylaması olmadığı gibi son seçimlerden beri hiçbir muhalefet partisinin lideri de artık milletvekili değil. Bu anayasanın gereği değil, son seçimlere katılan muhalefet partilerinin vahim hesap hatasının neticesidir diyebilirim. Ama neticede TBMM 12 Eylül rejiminin Danışma Meclisi statüsüne indirgenmiş oldu. Tek fark, Danışma Meclisinin üyelerini o zamanki cuntanın beş üyesi seçerken, bugünkü TBMM üyelerini birisi hariç milletvekili olmayan parti liderleri seçiyor. Liderlerin milletvekili olmadığı, dolayısıyla kendi grupları dışındaki milletvekillerine hitap edemedikleri düzenin garabeti korkarım zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Ne yazık ki bu durum sadece sistemin bozukluğunun değil, Mayıs seçimlerindeki aşırı özgüvenlerinin neticesidir.
Dolayısıyla, hükümet programının yokluğunda bahsettiğim iki konuşma önemlidir. Özellikle Dışişleri Bakanı olarak atandığından bu yana yaptığı ilk ayrıntılı konuşma olması bakımından Sayın Hakan Fidan’ın konuşması incelemeye değer.
Ancak bunu yapmadan önce bu yılki Konferans için seçilen tema olan “Türkiye Yüzyılında Dış Politika”nın komikliğine dikkat çekmeden edemeyeceğim. “Türkiye Yüzyılı” olacağına kim nasıl karar vermiş belli değil. Cumhuriyetin 100’üncü yılında mı denmek istendi o da meçhul. Her hal ve karda gittikçe fakirleşen, hukuksuzluk ve yolsuzluk batağına gittikçe düşen ülkemizde yüzyılın Türkiye’ye ait olduğu iddiası başkalarında bilmem ama bende acı bir gülümsemeye yol açtı. Enflasyonda Arjantin’den sonra dünya ikincisi, Avrupa Birliği ülkelerine ilticacı gönderme sıralamasında da Afganistan ve Suriye’den sonra dünya üçüncüsü olan ülkemiz için ortaya atılan “Türkiye Yüzyılı” iddiası trajikomiktir. Geçim derdi içinde kıvranan ve bu badireden ne şekilde çıkılacağını bilmeyen halkımız bu sloganla tatmin oldu mu bilmiyorum. Ancak geçmiş tanışıklığımdan hep makul bir insan izlenimini bende bırakmış olan Sayın Fidan’ın bu yılki Konferans için başka ve daha gerçekçi bir tema seçmesini beklerdim. Biraz hayal kırıklığına uğradım ama bu temanın Dışişleri Bakanlığı’na başka bir yerden dayattırılmış olması muhtemeldir.
Bakan Fidan’ın konuşması yukarıda da değindim gibi başka bir devirde olsaydık bir hükümet programı niteliğindeydi. Genelde selefinin üslubundan farklı olarak ılımlı bir ton içerdiğini söylemek lazım. Tabii başlangıçta kullandığı ancak bir daha değinmediği “gerektiğinde oyun kurucu, gerektiğinde oyun bozucu” oluruz söylemi de sarayın sevdiği ifadelerden olup ona selam niteliğinden ibaret olduğunu düşündüm.
Dış politika hedefleri çok fazla iddialı değildi. Terörle mücadeleye önceliklerin başında yer vermesi Bakanın özgeçmişi hatırlandığında çok şaşırtıcı değildir.
Son zamanlarda Kıbrıs söyleminde dikkatimi çeken, iki egemen devlet iddiasından yine bahsedilmemiş olması, gerçekçiliğe dönüş olarak yorumlanabilir. Yunanistan, Ege, Doğu Akdeniz gibi konularda da geçmişe nazaran ılımlı ve yapıcı bir söylem kullanıldı.
AB konusunda hedef açık ama oraya nasıl gidileceği konusunda bir açıklık yoktu. AB’nin olmazsa olmazlarından AİHM kararlarının uygulanması, demokrasiye, hukuka, basın ve ifade özgürlüğüne vs dönüş gibi konular hakkında hiçbir işaret yoktu. İklim değişikliğine verildiği iddia edilen önem ve 2053 sıfır net salınım hedefine bağlılık ile Akbelen ormanlarının yeni kömür madenlerine yer açmak için katledilmesi arasındaki tezata değinmesini beklemezdim tabii.
Türkiye’yi bölgesel bir güç ve oyun kurucu olarak görüyor tabii ama özellikle Ukrayna konusunda zeminin kaymakta olduğu da açık. Türkiye kendisini vazgeçilmez bir aktör olarak görürken, on gün kadar önce Suudi Arabistan’ın aralarında Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi şimdiye kadar Ukrayna’ya mesafeli davranan ülkelerin de yer aldığı 47 ülkeyi Cidde’de bir araya getirerek Rusya’yı sıkıştıran bir kararı kabul ettirmekteki başarısı biraz Türkiye’den rol çalmak oldu sanırım.
Aynı dönemde Karadeniz’de suların gittikçe ısınmakta olması ve Türkiye için yeni bir sınama konusu teşkil etmesi Bakan Fidan’ın değinmediği bir konudur. Buna karşılık Konferansa katılan Büyükelçilere verdiği yemekte konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan konuya geniş yer vermiş, ancak Rus tezlerini açıkça benimsemesi kanaatimce arabuluculuk rolünü yeniden üstlenmesi önünde ciddi bir engel teşkil eder olmuştur. Ukrayna savaşı konusunda Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanının konuşmaları arasındaki fark da dikkat çekicidir. Bakan taraf tutmazken, Cumhurbaşkanı Rus diktatör Putin’in tahıl krizindeki tezine yine destek verdi. Yabancı gözlemcilerin bu farkı görmüş olmaları muhtemeldir.
Yukarıda da değindiğim gibi eskiden olsaydı bu konuşma veya benzeri Mecliste güven oyu sürecinde yapılırdı. Türk usulü başkanlık rejimine geçişten sonra bu yöntem ortadan kalktı. ABD usulü bir başkanlık rejimine geçmiş olsaydık, Bakanların Meclis’ten onay almaları ve programlarını orada sunmaları gerekirdi. Bizim tek adam rejimimizde o da yok. Dolayısıyla muhalefetin bu dış politika programı hakkında ne düşündüğünü öğrenemeyeceğiz. İçinde bulunduğumuz sistemsizliğin bir zaafı ve eksikliği de budur. Zaten kendi aralarında ve içlerinde mücadelelerle vakit geçiren muhalefet partilerin liderlerinin konuya ilgi gösterdiklerine rastlamadım.
Yine de Bakan Fidan’a görevinde başarılar ve konuşmasında çerçevesini çizdiği hedeflere ulaşmakta başarılar dilerim. Tabii bunun için en başta ihtiyacı olacak olan şey bütün diğer bakanlar için olduğu gibi, Saray’ın kendisine azami hareket serbestisi bırakmasıdır. Ne yazık ki bunun sağlanacağı ihtimali bulunduğumuz ortamda zayıf görünmektedir.