Hemen herkesin çocukluk yıllarından bugüne sızan küçük ya da büyük bir travması vardır. En olmadık anlarda görünmez bir duvar gibi çarpar yüzümüze, kimi zaman sohbetin neşeli bir anında yakalar ya da güzergâhımızdaki bir köşe başını tutmuş beklemektedir. Berkun Oya, bir Netflix dizisi olan ve gösterildiği dönemde Türkiye’nin gündemine oturan Bir Başkadır’da (2020) öne çıkardığı karakterler ve meseleleri üzerinden toplumun travmaları ile örtük bir şekilde hesaplaşıyordu. Cici’de ise ölçeği küçültüyor, senaryonun merkezine, bir ailenin fertlerini derinden sarsan bir travmayı daha somut bir şekilde yerleştiriyor. Oya’nın yazdığı senaryolarda bu travmaların buğusunu sildiğimizde hep soluk benizli bir kadın çehresi çıkıyor karşımıza. Bir Başkadır’da Funda Eryiğit’in canlandırdığı Ruhiye’nin, filmin ortasında bir kara delik gibi sessiz varlığı, çevresindeki bütün karanlığı içine çekmişti. Cici’de de bu defa Havva (Funda Eryiğit, yaşlandığında Nur Sürer) yine filmin bütün sıkıntısını üzerinde taşıyor. Her ne kadar problemlerin kaynağı olarak evin babası Bekir (Yılmaz Erdoğan) imlense de ailenin, çocukların ruhunda belirleyici olan esas olarak her zaman anne. Senelerce Almanya’da tek göz odada yaşayan Bekir belli ki Havva’nın canını acıtacak günahlar işlemiş. Havva ise bağrına taş basıp susmuş, kinlenmiş.
Taş demişken, seyrin nihayetinde içimize otursun istenilen o taşı cismen filmde de sık sık görüyoruz. Evin kızı Saliha (Çağla Naz Kargı), köyün çobanı Cemil’e âşıktır. Fakat doğumu esnasında annesini, yakın geçmişte de babasını kaybeden yanık sesli, kavruk tenli bu genci Bekir kendi çocukluğuna benzetir, ona sahip çıkar, evlatları ile bir tutup çocuklarına onu da kardeşleri olarak bilmelerini tembihler. Hâlbuki her akşam evin penceresine usulca bırakılan küçük bir taş, iki gencin ahırda buluşacağı anlamına gelmektedir. Babanın, “bundan böyle hepiniz kardeşsiniz” sözlerinin ardından taş bir daha pencere önüne bırakıl(a)maz, Saliha da Cemil de aşkını kalbine gömer. Fakat ailenin içinden bir türlü çıkamadığı, saplanıp kaldığı an başkadır. Babası ile bir türlü yıldızı barışmayan Kadir, bir gün Cemil’i hortum ile ıslatır, evin reisi Bekir bu manzara karşısında hiddetlenir, eline hortumu alıp oğlu Kadir’i ıslatmakla kalmayacak, Alamanya’dan getirdiği kamerası ile bu görüntüleri kaydedecektir. Akşam olup yemeğe oturduklarında, Kadir hala soğukta, dışarıda beklemek zorunda bırakılmıştır. Oğluna verdiği bu cezaya kayıtsız görünür baba, iştahla yemeğini yer. Fakat o akşam her zamanki gibi salonda televizyon izlerken uyuyakaldığında bir el odayı ısıtan ateşi söndürecek ve soğuk havaya rağmen pencereyi açacaktır. Bekir hastalanır, kısa süre sonra da vefat eder. Havva ilk iş köyü terk eder, çocuklarını okutmayı kafasına koymuştur.
Babasının kamerasını her eline aldığında azar işiten Kadir (Okan Yalabık) yetişkin olduğunda artık bir yönetmendir. Otuz sene sonra köyüne döner ve zihnine saplanıp kalan bu andan, aile hikâyesinden mülhem bir film çekerek kurtulmak ister. Tabii ki Kadir’in filminde hortum sahnesi başroldedir. Annesini (Nur Sürer) ve Cemil’i (Olgun Şimşek) bencilce zorlayarak oynattığı bu filmi bir türlü bitiremez. Evine dönmüş, o anı yeniden canlandırmış olması yaralarını daha çok kanatır. Berkun Oya’nın filmlerinde bellek hep bir yüktür, ya onunla barışmak ya da ondan kurtulmak elzemdir. Anne yaşlanmış, belleği de kimliği de silikleşmiştir. Saliha’nın (Ayça Bingöl) artık yetişkin bir kızı vardır, eşinden boşanmıştır. Evin en küçüğü Yusuf (Fatih Artman) ise bir çocuk sahibidir. Yusuf evi satmak istemektedir, Kadir ise çoktan bu eve yerleşmiştir. Hesaplar devreye girdikçe tartışmalar hararetlenir, unutulmak istenen an’lar bir bir açığa çıkar.
Berkun Oya’nın Cici’sini beğenmeyenler daha çok söz konusu travmanın nahifliği ile aile üzerindeki tesirinin orantısızlığı üzerinde durdu. Yönetmen, Anadolu’nun çorak topraklarındaki travmalardan bihaber bir şehirli yönetmen tutumundan ötürü eleştirildi. Babası tarafından şefkat görmeyen bir genç açısından hortum vâkıası yaralayıcı bir hatıra addedilebilir fakat yine de Cici’nin senaryo matematiğinde oturmayan bir şeyler var. Mesela Saliha’nın kızı Naz’ın seyir boyunca çizilen karakteri ile sondaki tepkisi arasındaki uçurumdan söz edebiliriz. Saliha ile Cemil’in aşkı için de, her ne kadar başarılı oyunculuklar ve iyi diyaloglarla güzel sahneler kurgulansa da, köyden hiç ayrılmayan adamın aşkına sadakatine ikna olmakla birlikte şehirli genç kadının heyecanına inanmak zor.
Bir Başkadır’ın gerisinde kalmakla birlikte Cici’nin çıtası da dijital platformlarda üretilen işlerin çok üzerinde. Ülkemizdeki önemli kalemlerden biri Berkun Oya, onun başarılarından biri senaryolarının yanı sıra çok iyi oyuncularla çalışıp onlardan güçlü performanslar elde etmesi, bir araya getirdiği karakterlerden etkili bir kimya tutturması. Fakat Oya’nın işlerinin bu kadar çok gündem olmasında, konuşulmasında kurguladığı hikâyesinden ziyade bütün bu öykünün üzerini örmüş olduğu imgeler ağının etkili olduğunu düşünüyorum. En nihayetinde imgeler aracılığıyla düşünüyor, hatırlıyor hatta anlıyoruz. Duyguları deneyimlememiz ya da aktarmamız büyük oranda imgeler vasıtasıyla. Zamanın izi de diyebiliriz imgelere. Oya, filmlerinde bu imgeleri deşifre ettikçe adeta nesnelerde mühürlenen zaman açığa çıkıyor ve hatıralar, hafızaya dair olanlar ortalığa saçılıyor. Bir Başkadır’da geniş bir alan açtığı nostaljik imgeler Cici’de de mebzul miktarda var. 80’lerin sonu ya da 90’ların başına izleyiciyi ışınlayacak çok sayıda sahne mevcut. Filmin girizgâhındaki TRT’nin cızırtılı siyah beyaz ekranından tutun da Bekir’in gurbetten geldiği Mercedes’ine, hastanedeki hemşire prototipinden, radyoda çalınan “Acıların Kadını” şarkısına kadar bu imgeler bütünü toplumumuz için o kadar tanıdık ki adeta örümcek ağı gibi seyirciyi bir yerden yakalıyor, bırakmıyor. Televizyonun cızırtısı koltukta uyuyakalan babanın horultusuna karışıyor, cam önündeki sedir yer yatakları ile bütünleşiyor, hepsi birbiri içerisinde eriyerek bir nevi belirli anlarda/anlamlarda cisimleşiyor. İster eleştirel olsun ister beğeni yüklü mutlaka bu seyirler hakkında bir ifade alanı aralanıyor. Çok fazla tartışmaya, konuşmaya teşvik eden, terapötik bir yanı var bu filmlerin. Berkun Oya’nın filmlerini kısmen Nurdan Gürbilek’in kitaplarına da benzetebiliriz. Gürbilek’in metinlerinde yaptığını Oya filmlerinde gerçekleştiriyor, her ikisi de hayatımızı ören imgeler, sesleri teker teker deşifre etmeye dönük bir tecessüse sahip.
Cici için bu imgeler arasında en belirgin olanı taşranın (ve filmin) merkezindeki görkemli ev. Filmde varlığı o kadar belirgin ki handiyse bu evin hafızasından hareketle, hatta gözlerinden karakterleri izliyoruz. Kâh tepe açıdan karakterleri görüyoruz kâh geçmişe kâh bugüne salınıyoruz. Her şey bu güzel evin içinde ya da etrafında cereyan ediyor. Bu ev vasıtasıyla yönetmen hafızayı mekânsallaştırıyor. Filmdeki karakterler birbirinin uzantısı gibi tasarlanmış, her birini bu hale bir diğeri getirmiş. Cici’deki ev de bu karakterlerden biri gibi tasarlanmış.
Berkun Oya’nın simetrik kadrajları, melodram sınırlarında dolaşan anlatısı, tıpkı hafıza gibi her sahneyi birbiri içerisinde eriten kurgusu kadar dikkat çeken bir başka tercihi de sık yer verdiği zoom in ve zoom out’lar. Genellikle yakın plandan genel plana dönük bu zoom manevrasında da en küçük birimden en geniş manzaraya giden bir kanal açılıyor. Bir Başkadır’ın senaryosunda olduğu gibi burada da, bir ailenin travmasına odaklanan kamerası ölçeği genişlettiğinde karşımıza bir memleket panoraması çıkıyor.