Kamuoyumuz ülkenin iç sorunları, ardı arkası kesilmeyen şehit haberleri ve bir ölçüde Gazze savaşı ile meşgul iken geçtiğimiz hafta sonu dünyanın öteki ucunda, Doğu Asya’da Tayvan adasında önemli bir seçim yapıldı. “Serbestiyet” bu konuya yer veren nadir haber portallarından biri oldu.
Seçimde mevcut iktidar partisinin adayı ve halihazır Cumhurbaşkanı Yardımcısı (William) Lai Ching-te Çin’le ilişkilerde daha yumuşak bir çizgi takip etmeyi öneren adaya karşı %40 oy almıştır. Tayvan’da geçerli sisteme göre Cumhurbaşkanı tek turda seçiliyor ve en fazla oy alan Cumhurbaşkanı ilan ediyor. Buna karşılık Lai’in mensup olduğu iktidar partisi İlerici Demokrasi Partisi (DPP) parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmiştir. Dolayısıyla 20 Mayıs’ta yönetimi devralacak Cumhurbaşkanının ülkeyi yönetmesi o kadar kolay olmayacaktır. Seçimi Çin’den uzaklaşmayı öngören, ancak statükoyu değiştirip bağımsızlık ilanına kadar gitmeyi en azından şimdilik hedeflemeyen Lai’in kazanması Çin’de kötü karşılanmış ve Parlamentoda çoğunluğa sahip olmadığına işaret edilerek bu seçimlerin Tayvan halkının görüşlerini yansıtmadığı iddia edilmiştir. Ancak Çin makamları Parlamentodaki çoğunluğun onlara Cumhurbaşkanı’ndan daha yakın olacağı hesabıyla ilk yaptıkları açıklamada Parlamentoyla ilişkileri kapatmadılar. Tabii demokrasinin ne olduğunu tarihinde görmemiş olan Çin’in serbest seçim neticelerine şüpheyle bakması çok şaşırtıcı değildir.
Tayvan’ın statüsü malum: Ada 1895 yılına kadar Çin İmparatorluğunun bir parçası iken Japonya ile savaşın neticesinde mülkiyeti Çin’den Japonya’ya geçti. Aslında o tarihlere kadar çeşitli dönemlerde Portekiz (Tayvan’ın bir diğer adı olan Formosa oradan gelir) ve Hollandalı sömürgecilerin kısmi işgali altında bulunan Tayvan’ın imparatorluk döneminde Çin’in direkt yönetimi altında bulunduğu iddia edilemez. Nüfus Çinceden başka dil konuşmakta, kendi ayrı hüviyetini muhafaza etmeye çalışmaktaydı.
1895-1945 yılları arasında Japon işgali altında yaşayan ada, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşında yenilgisinden sonra Çin’e iade edilmişti. O sıralarda Çin Mao Zedong liderliğindeki Komünist Parti ile Chiang Kai Chek liderliğindeki milliyetçi parti Kuomintang (KMT) arasında amansız bir iç savaş içindeydi. O kadarki özellikle Komünistler Japon işgalcilerle mücadele etmekten ziyade rakipleriyle savaşmaya öncelik veriyorlardı. Milliyetçilerin iç savaşı kaybetmelerinde bu savaşta zayıflamalarının etkisi, İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra ABD’nin onlara karşı desteği azalırken, Sovyet lideri Stalin’in Mao’ya desteğinin artması, ama belki de en önemlisi milliyetçilerin kontrol ettikleri bölgelerde yolsuzluğun ve ekonomik çöküntünün had safhaya ulaşmış olması gibi faktörler rol oynamıştı.
Neticede KMT 1949 yılında Tayvan adasına ve Çin sahillerine çok yakın birkaç adaya çekilmiş, kıtada da 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) adı altında bildiğimiz rejim kurulmuştu. Ancak Chiang Kai Chek liderliğindeki KMT Çin’in meşru iktidarı olduğu iddiasını terk etmemiş ve Hong Kong’da devam eden mevcudiyetinden dolayı ÇHC ile diplomatik ilişki kurma zorunluluğunu hisseden Birleşik Krallık hariç tüm batı dünyası Çin’in meşru hükümeti olarak Tayvan’daki Çin Cumhuriyeti adını taşıyan yönetimi tanımaya devam etmişti. Türkiye de bunların arasındaydı. Birleşmiş Milletler’de ve biraz abartılı bir şekilde de olsa İkinci Dünya Savaşının galipleri arasında sayıldığı için Güvenlik Konseyinde Çin’e verilen daimi üyelik Tayvan’a aitti.
Aslında Çin iç savaşı Mao’nun zaferi ve ÇHC’nin kuruluşuyla sonuçlandıktan sonra ABD havluyu atmış ve neticeyi kabullenmişti. 1950 yazında patlayan ve Çin’in etkili müdahalesi nedeniyle bilinen şekliyle sonuçlanan Kore savaşı ile birlikte Tayvan’ın stratejik değeri ABD için birden bire artmış ve Tayvan’ın Çin’in meşru temsilcisi olma iddiası 22 yıl daha kabul görmüştü. ABD’nin bölgedeki önemli hedeflerinden biri de Tayvan’ın şiddet yoluyla Çin’in eline düşmesini engellemekti.
1971’den sonra durum değişti. ABD önderliğinde Batı dünyası ÇHC’yi Çin’in meşru temsilcisi olarak tanıdı, BM’deki sandalye Tayvan’daki Çin Cumhuriyetinden alınıp ÇHC’ne verildi, onunla diplomatik ilişki kuran ülkelerin hepsi tek bir Çin olduğunu ve onun meşru temsilcisinin ÇHC olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Tayvan’ın başkenti Taipei’de bizimki dahil Büyükelçilikler kapatılarak Beijing’de yenileri açıldı. Bugün Latin Amerika ve Pasifik bölgesinde 14 küçük ülke hariç tüm dünya ülkeleri Çin’in meşru temsilcisi olarak CHC’ni tanımaktadır. Yine de Türkiye dahil bir çok ülke Taipei’de ticaret ofisi adı altında birer temsilcilik muhafaza etmektedir. Tayvan’ın da gerek Ankara, gerek İstanbul’da birer benzer temsilcikleri bulunmakta, ancak buradaki görevlilerin resmi makamlarla temasları Çin’lileri kızdırmamak amacıyla sıkı bir kontrol altında tutulmaktadır.
Tayvan da başta Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) olmak üzere bazı uluslararası kuruluşlara üyedir. Dünyanın sayılı ekonomik güçlerinden birine dönüşen Tayvan’ın oraya üye olması doğaldı. Tayvan’ın üyeliği ÇHC’ne üyelik için dayatılan koşullardan biriydi. Ancak Tayvan orada Cin Cumhuriyeti adıyla değil Çin Taipesi (Chinese Taipei) adı altında yer almaktadır. DTÖ nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptığım dönemde, Tayvan temsilcisinden gelen davetiyelerde kullanılan unvanlara dikkat eder, “Çin Cumhuriyeti Büyükelçisi” unvanı yer almışsa davete icabet etmez, sadece “Çin Taipeisi Temsilcisi” unvanıyla yapılan davetlere katılırdım.
Çin uzun yıllar boyunca bu durumu kabul etti. 1950’li ve 1960’lı yıllarda kısa süren krizler dışında Çin Tayvan’ı tehdit eder davranışlardan çekindi. Hong Kong’un 1997 yılında İngiliz yönetiminden, Macau’nun da 1999 yılında Portekiz yönetiminden geri alınma sürecinde ÇHC “tek ülke, iki sistem” teziyle bu topraklardaki hürriyetlere dokunmayacağı mesajını vermekte, bir anlamda Tayvan’a göz kırpmakta, Tayvan ÇHC’ne katılmayı kabul ettiği takdirde, zaman içinde kazandığı demokratik hürriyetlerine ve sahip olduğu piyasa ekonomisine dokunulmayacağı yolunda ikna edilmeye çalışılmaktaydı.
Gerçekten de Tayvan zaman içinde çok değişti. ÇHC Mao sonrasında dünyaya açılmaya başladığı 1980 sonrasında Tayvan’la ekonomik ilişkiler gelişmiş, direkt uçak seferleri başlamış, dünyanın en büyük 2-3 bilgisayar çipi üreticilerinden olan Tayvan Çin’de birçok yatırımlara imza atmıştı. Örneğin önemli bir teknoloji şirketi olan Tayvan kökenli Foxconn şirketinin Çin’deki yatırımları sayesinde İphone’lar Çin’de yapılır olmuştu.
Bu arada Tayvan 1949’dan sonra uzun yıllar Chiang Kai Chek ve oğlu Chiang Ching Kuo yönetiminde bir KMT diktatörlüğü tarafından yönetilmişken onlardan sonra 1996 yılından itibaren demokratik bir yapıya kavuşmuştur. Bugün KMT diğerlerinden farklı olmayan bir siyasi partidir. 13 Ocak tarihinde yapılan seçimlerde yarışan üç adaydan bir tanesi KMT adayıdır. KMT adayı %33,5 oyla ikinciliğe ulaşmıştır.
Tayvan’da zamanla değişen şeylerden biri de halkın artık kendini Çin’in bir parçası olarak değil, ayrı bir hüviyete sahip görmesi olmuştur. Örneğin 24 milyonluk nüfusun takriben %75 kendini Çinli değil, Tayvanlı olarak görmekte ve Çin’le birleşmeyi istememektedir. Son yıllarda Çin içindeki sertleşme ve Hong Kong’da “tek ülke, iki sistem” adı altında garantilenmiş hürriyetlerin büyük ölçüde ortadan kalkmış olması tabii ki Tayvan halkını Çin’le birleşmeye teşvik etmemektedir.
Dolayısıyla seçimlerde Çin’le ilişkilerin en önemli unsuru teşkil etmesi doğaldır. Çin Komünist Partisi’nin iç savaş sırasında amansız düşmanı olan KMT şimdilerde ilk bakışta çelişkili olarak görülse de Çin ile yakınlaşmayı savunmaktadır. Bir anlamda mantıki bir çizgi sayılmalı çünkü KMT adada tek Çin siyasetini savunan belli başlı tek partidir. Dolayısıyla yakınlaşmaya, belki de şartlar elverdiğinde birleşmeye uzak durmaması şaşırtıcı değildir. İşin ilginç tarafı “Tek Çin” tezi üzerinde Çin Komünist Partisi (ÇKP) ile hem fikir olmakla beraber, Çin’i kendisinin temsil ettiği iddiasını sürdürmesi ve ÇHC’nin bunda bir sakınca görmemesidir.
Ancak Xi Jinping 2012 yılında ÇHC’de iktidara geldikten sonra eski yumuşak üslup terk edilmiş, Tayvan’ın Çin’le birleşmesinin kaçınılmaz olduğu söylemi gittikçe sık bir şekilde tekrarlanmaya başlamış ve kaba kuvvete kapı kapatılmamıştır. Xi Jinping son zamanlarda tonu yükselterek Tayvan halkını ayrılıkçı olarak gördüğü adaya oy vermemeye ikna etmeye çalışmış ve seçimlere müdahale etmekle suçlanmıştır. Ancak Tayvan halkının Xİ’nin tehditlerine pek de aldırmadığı görülmektedir.
Çin’in bir askeri müdahale ihtimali uzmanları epey düşünceye sevk ettiği malumdur. Hızlı bir şekilde silahlanan Çin’in gücüne güvenerek uygun gördüğü bir anda Tayvan’ı işgal etmeyi planladığını düşünenler çok. Hatta Xi’nin bunun için bir ara 2027 tarihini hedef olarak ilan ettiği de dikkatlerden kaçmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı onun için başarıyla sonuçlanmış olsaydı, muhakkak ki bu Xİ’yi kaba kuvvet kullanmaya teşvik edecek bir unsur olurdu. Ancak Rusya’nın Ukrayna’da bataklığa saplanmış olması Xİ’yi benzer bir maceraya atılmadan önce iyice düşünmeye sevk edecektir muhakkak.
Diğer taraftan Tayvan’ın yutulması kolay bir lokma olmayacağını düşünenlerin sayısı da pek az değil. Çin ile Tayvan’ı ayıran ve aşılması gereken boğaz 180 kilometre genişliğinde. Bu kadar geniş bir boğaz aşılarak başarılan bir deniz çıkarması örneği pek yoktur sanırım.
Ve tabii Çin’in başlatacağı bir askeri harekatın bedeli epeyce yüksek olacaktır. Rusya petrol ve gaz üreticisi olmasına rağmen ve dünya ekonomisiyle entegrasyon düzeyi sınırlıyken, Çin bunun tam tersine hem ekonomi, hem ticaret, hem de finans açısından dış dünya ile tamamen bütünleşmiş bir ülke. Zaten ABD ile Avrupa Çin’i ekonomi ve teknoloji alanlarında gittikçe artan ölçüde rakip olarak görmeye başladıkları gerçeği karşısında Tayvan’a bir saldırı karşısında can acıtacak yaptırımlara başvurma ihtimalleri çok yüksek. Diğer taraftan Xi Jinping’in Tayvan seçimlerinin yapıldığı sıralarda Beijing’de Belçika Başbakanı Alexander de Croo ile yaptığı görüşmede Avrupa ile “yeni köprüler kurmak istediğini” beyan etmesi en azından şimdilik Tayvan’a karşı şiddet uygulamayı düşünmediği şeklinde yorumlanabilir. Seçimden sonra yapılan ve yukarıda değindiğim Tayvan Parlamentosu’yla ilişkilere kapı aralayan açıklama da bu görüşü destekler niteliktedir.
Buradaki en büyük muamma şüphesiz ABD’nin tutumu olacaktır. Çeşitli yönetimler açıkça söylemeseler dahi Çin’in bir saldırısı halinde Tayvan’ın arkasında duracaklarını ima etmişler ancak Tayvan hükümetlerini çok fazla cesaretlendirmek de istemedikleri için bunu açıkça söylemekten çekinmişlerdir. Başkan Biden alışılmış gaflarından birisini daha yaparak bu geleneğini bozup Tayvan’a açık destek ilan ettikten sonra Beyaz Saray bir düzeltme yayınlayıp ABD’nin pozisyonu üzerindeki sis perdesini tekrar örtmeye çalışmıştır. Gerçi ABD böyle bir durumda müdahale etmez ve Tayvan’ın kaba kuvvet yoluyla Çin tarafından ilhak edilmesine göz yumarsa Kore, Japonya, Filipinler başta olmak üzere tüm Uzak Doğu’yu kaybetme tehlikesiyle karşılaşacaktır. Zira böyle bir durumda bu ülkeler Çin’in bölge üzerindeki egemenliğini kabul etmek durumunda kalacaklardır. Ancak tabii Tayvan’a açık destek Çin’i de tahrik edeceği için bu konuda ABD tutumunda açıklık olmaması doğal sayılmalıdır.
Umarım böyle bir durumla karşılaşılmaz, dünya dengelerini bir de Uzak Doğuda tehlikeye atacak yeni bir savaş çıkmaz, Çin Tayvan ile eski ekonomik bütünleşme siyasetine geri döner ve Batı ile rekabetini ekonomi ve yüksek teknoloji yarışı düzeyinde tutar.