Ülkeler arasında sınır, sistem, etnisite, inanç, ideoloji, tarih gibi konular etrafında anlaşmazlıklara sık rastlıyoruz. Bunların bazıları uzun süreli ve kalıcı olurken, bazıları belli bir uzlaşmaya varıldığında ortadan kalkıyor.
Suudi Arabistan’la Türkiye arasında da tarihten gelen bazı değerlendirme farklılıkları olmakla beraber, bölgesel rekabet dışında dikkat çeken bir anlaşmazlık yoktu. 2011’de Tunus’ta başlayıp, birçok despotik Orta Doğu ülkesinde patlak veren “Arap Baharı” iki ülke arasındaki bu havayı bozdu.
Türkiye’nin, İslam ülkelerinin çoğundaki mevcut yönetimlere karşı kitlesel örgütlenmesi bulunan Müslüman Kardeşler’den yana tavır alması, başta Mısır, Suudi Arabistan, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, bölge ülkeleriyle çok da iyi olmayan ilişkilerini neredeyse kopardı. Buna İsrail’le “one minute” çıkışıyla başlayıp, giderek neredeyse tamamen tıkanan ilişkileri de dahil etmek gerekiyor.
İçeride işler yolunda gitmeyince…
Suudi Arabistan vatandaşı ve gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın bu ülkenin İstanbul Başkonsolosluk binasında öldürülmesi bu döneme rast geldi. İki ülke arasında hayli bozulmuş olan ilişkileri daha da kötüleştirdi. Türkiye olayın üzerine gitti, elde ettiği bilgileri başta ABD olmak üzere dünya ile paylaşarak Suudi üst yönetiminin teşhir ve tecriti için yoğun çaba gösterdi.
Süreç böyle devam ederken, AK Parti iktidarının içeride izlediği politikalar ekonomik ve siyasi bakımdan çıkmaza girdi ve çöküş başladı. Yoksullaşma, yolsuzluk, hayat pahalılığı, işsizlik, yüksek enflasyon ve yükselen döviz kurları, iktidar uygulamalarını karakterize eden temel olgulardı. Toplumun büyük bölümü de, seçimden önce olumlu bir yönde değişiklik ummuyordu.
Bu çözümsüzlük ortamında iktidar, söz konusu ülkelerle yeniden ilişkilenme yoluyla, ekonominin çarklarını döndürecek para bulma politikasına yöneldi. Gidişler gelişler, yakınlaşmalar, anlaşmalar, filan… İktidarın ilişkileri yeniden toparlama girişimlerine elbette kimsenin pek itirazı olmazdı. Bölgede barışın hâkim olması istenen bir şeydi. Tam da seçim arifesinde, bunun AK Parti’nin içerideki açmazına bir çare olup olamayacağı ise başka bir husustu. İşte tam bu sırada, öyle bir adım attılar ki, pes dedirttiler!
Böyle bir cinayeti unutabilmek…
Karşılıklı gelmeler gitmeler döneminde, Cemal Kaşıkçı cinayetinin dosyasını, bu vahşi cinayetin emrini veren kişinin başında bulunduğu Suudi Arabistan’a apar topar devrettiler.
Özür dileyerek, canı sıkıcı bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum.
Cemal Kaşıkçı evlenmek üzereydi. İstanbul Başkonsolosluğu’ndan gerekli evrakları almak istedi. Ona gün verdiler. Kaşıkçı o gün nişanlısı, Türk vatandaşı Hatice Zengin’i kapı önünde bırakarak konsolosluğa girdi. Kendisini katillerinin beklediğini bilmiyordu.
Onu naylon poşetle boğdular. Cesedini parçalara ayırıp 5 bavul ve 2 poşetle konsolosluğun rezidansına götürüp, bahçedeki fırında yaktılar. Failler, Prens Muhammed bin Selman’ın danışmanı al Kahtani liderliğinde Türkiye’ye gelen, insanlık dışı işlerini bitirince, valizlerini bile aratmadan, farklı uçaklarla dönen 15 kişilik Suudi infaz timiydi.
Saatler ilerledikçe, başta Hatice Cengiz olmak üzere, durumdan haberdar olan herkesi derin bir endişe sardı. Kaşıkçı’yı bir daha gören olmadı. Konsolosluk görevlileri yalan üzerine yalan söylediler. “Gitti” dediler. Olmadı ”kazaen öldü” diye uydurdular. Tutmadı “konsolosluğun içinde yaşanan yumruklu kavgada öldüğü” yalanını bile söylediler.
Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı; Türk istihbaratı neredeyse baştan sona her şeyi dinleyip kayda almıştı. Türkiye, ancak iki hafta sonra polislerini konsolosluktan içeri sokup arama yaptı. Tabii ki ortalık tertemizdi.
Söylenenler, yazılanlar ve yapılanlar…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarı o dönemde bu cinayete asla göz yummadılar. Emri verenler dahil, bütün suçluların ortaya çıkarılıp yargılanması için çalıştılar.
Erdoğan, AK Parti’nin TBMM grup toplantısında, adını zikretmeden sorumlu olarak Veliaht Prens Muhammed’i işaret etti. Planlı bir cinayet olduğunu belirtti. Türkiye’de işlendiği için kapatılmasına izin vermeyeceklerini söyledi. Emrin en üst düzeyden geldiğini vurguladı.
Bir ay sonra Erdoğan, Washington Post’a yazdığı yazıda, cinayeti aydınlatmak için bütün imkânların seferber edildiğini açıkladı. Kaşıkçı’nın soğukkanlı bir tim tarafından öldürüldüğünü dünyaya Türkiye’nin duyurduğunu belirtti. Mevcut bulguların, cinayetin önceden planlandığını gösterdiğini vurguladı.
14 Aralık 2018’de konuyla ilgili olarak konuşan Erdoğan, “Bunun failinin kim olduğu bana göre belli. Biz ses kayıtlarından şunu da öğrendik, gelenlerin içinde şu andaki Veliaht Prens’in en yakınında olanlar, bu işin aktif rol üstlenicisi. Aldığı talimatı yerine getirenler orada. İpe un serdiler, bilgiyi İstanbul başsavcısına vermediler. Çünkü fail ortada, bunu biliyorlar. Yardım yataklık yapan da yanında” dedi. “Türkiye’nin elindeki bilgileri ABD ile paylaştığını” vurguladı. Cemal Kaşıkçı için ”şehit” sıfatını kullandı ve “Adalet yerini bulacak” diye ekledi.
Aynı konuşmada Erdoğan şunları da söyledi:
“Veliaht Prens dedi ki, ‘Cemal Kaşıkçı başkonsolosluktan çıktı’. Ya Cemal Kaşıkçı çocuk mu? Dışarıda nişanlısı var. Bunlar dünyayı enayi zannediyor.
“Bu millet enayi değil, hesabı sormasını bilir ve tabii dedik ki biz herkese açığız. Suudi Arabistan kayıtları almak istedi, kusura bakmayın o kadar değil. Dinletiriz, gösteririz ama vermeyiz. Verelim de ondan sonra bunları yok mu edeceksiniz?”
Türkiye kararlı, derken…
Konu üzerine titizlikle giden Türkiye, o zamanlar CIA direktörü olan Gina Haspel’e, cinayette emri verenin veliaht prens olduğuna ilişkin kanıtları gösterdi. Hakan Fidan da, ABD’de bir grup senatöre aynı kanıtları gösterdi.
Yine Türkiye, Birleşmiş Milletler (BM) Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard’ın (şu anda Uluslararası Af Örgütü genel sekreteri) yazdığı 101 sayfalık raporunda bu kanıtları kullanması için yardımcı oldu. Callamard, hem raporda hem de bazı uluslararası gazetelere yazdığı yazılarda, kasten ve taammüden yargısız bir infazın söz konusu olduğunu, Kaşıkçı’nın öldürülmesinden sonra cesedinin yok edildiğini, Suudi Arabistan’da yapılan yargılamalarda Türkiye’nin sorumlu gördüğü isimlerin bulunmadığını özellikle belirtti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarı işte bunca etkili çıkıştan sonra davayı ve dosyayı Suudilerin ellerine teslim etti.
Gelen talep dikkate alınarak, Cezai Konularda Uluslararası Adli İşbirliği Kanunu’nun 24. Maddesi’ne istinaden İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki dava dosyası şipşak Suudi Arabistan’a gönderildi. Dava durduruldu ve sanıkların kırmızı bültenle aranmasına son verildi.
Cinayetin kanıtlarını Suudilere vermekten sakınanlar, artık ne olup bitti ise, dosyayı olduğu gibi verdiler.
Bu inanılmaz durum hakkında bir süredir yazmak istiyordum. Araya başka mevzular girdi, ancak şimdi ele almak kısmet oldu.
Faile dosya teslim etmek…
Bugün Suudi Arabistan’da bu korkunç cinayetle ilgili devam eden bir dava yok; çoktan bitmiş. Birkaç kişi işlenen ağır suça hiç de denk düşmeyen cezalarla paçayı kurtarmışlar. Emir veren ise hiçbir şey yapmamış pişkinliği içinde, Türkiye gibi ülkelerde ayaklarına halı serilerek karşılanıyor.
Yeni adalet bakanı Bekir Bozdağ, kendisinden beklendiği gibi, “Davanın durdurulması, dosyanın devri ve faillerin kırmızı ültenle aranmasına son verilmesi” işleminin yasalara ve hukuka fevkalade uygun olduğunu söylüyor.
Tabii ki tuhaflıklar var. Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz, Ankara İdare Mahkemesi’nde dosyanın Suudi Arabistan’a devrine itiraz ediyor. Daha bu itirazın sonuçları bile gelmeden, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, oy çokluğuyla devir kararı alıveriyor.
Ders veren şerh
İşte burada, “siz yine de adaletten umudu kesmeyin” dedirtecek bir tablo ortaya çıkıyor. Beş sayfalık kararın dört sayfası, devir kararına karşı çıkan mahkeme başkanı Hakim Nimet Demir’in şerhi. Hukuk, adalet, uluslararası uygulamalar, vicdan, gelenek ve teamül adına hangi değeri ararsanız, o dört sayfada yer alıyor. Açıkçası, söylenecek söz bırakmıyor.
Peki ya sonra? Hâkim Nimet Demir, haber verilmeden yaz kararnamesiyle Kahramanmaraş’a atanıyor. Demir, “Benim durduğum yer, demokrasi, insan hakları ve özgürlük” diyor.
Bölge ülkeleriyle ilişkileri yoluna koymak çok önemli. Karşılıklı çıkarları kollamak, evet gerekli. Bölge barışına katkı sunmak, tartışmasız…
Hukukçu değilim, ama doğrusu bu dosya devri işinde hukuk, adalet, ahlaki değer, uluslararası itibar filan göremedim. Aklıma para geldi.