Resimde gördüğünüz ürpertici kişi geçen hafta tutuklanan İstanbul’un Belediye başkanının babasının Yunan mitolojisinden esinlenmiş gibi duran bedduasından nasiplenmiş biri değil.
Gördüğünüz Goya’nın, iktidar hırsından çocuklarını yiyen Satürn’ün beyhude hikayesini resmetmesidir. Goya’nın bu resmi sorunlu oğlu Xavier ile olan çatışmalarından ve İspanya’daki iç savaşların ve tiranlığın şiddetinden dolayı yaptığı söylenir.
Yani bir kuşak çatışması ve iktidar kavgası. Resimde en çarpıcı ve oldukça rahatsız edici detay ise artık görünür olmasa da Satürn’ün çocuğunu yerken karartıda belli belirsiz seçilen erekte olmuş penisi idi.
Kendi evladını yok ederken duyulan bu karanlık hazzın resmedilişi Goya için de samimi bir yüzleşme demek. Satürn’ün, kendi çocuklarına olan bu iştahının sebebi malum. O’nun yerine geçmemeleri için daha henüz doğar doğmaz onları oburca yutuyordu.
Yutuyordu zira tablonun orijinal adındaki (Saturno devorando a un hijo) “dévorer” fiili Latin dillerinde hunharca oburca kemirip yutmak, yani yemekten daha fazlası.

“Kendi çocuklarının ciğerini yiyecek bir derde düş…”
“Kendi çocuklarının ciğerini yiyecek bir derde düş ve ye ama yine de deva bulma…”
Bu “beddua”yı ilk duyduğumda itiraf edeyim ki içindeki fantastik öykünün manzarasındaki yaratıcılıktan ötürü yüzümdeki hafif tebessüm birkaç dakika asılı kaldı.
Meseleyi biraz deşince Karadeniz kırsalında benzer bedduaların olduğunu, hapsedilmiş edilmiş belediye başkanının pederinin bu işin mucidi olmadığını öğrendim. Peki neden Karadeniz yoksa bu beddualar Yunanlılardan Rum Pontuslara uzanan mitolojinin bir devamı mı diye soramadan edemedim.
İmamoğlu’nun babası, kültürel antropoloji ile iştigal eden ve şu ara ne bulsam da enteresan desinler diye kıvrananlar için oldukça yaratıcı bir çalışmanın kapısını açmış olabilir.
22 yıldır Türkiye’yi idare eden ve bugünlerde otoriter bir rejimden totaliter bir rejime geçişin ilk birkaç adımını atmış gibi görünen Erdoğan da bu bedduacı bölgenin insanı.
Gerçi Putinvari bir totaliter diktatörlük niyetinde olsa neden adaylardan çekinsin, seçim denen şeyi hala önemsemeleri henüz o kadar zıvanadan çıkmadıklarına dair bir emare diyenlerin nikbinliği de o kadar boş değil.
22 yıllık bu serüvende bu idareciyi herşeyle suçlamak mümkündü belki ama politik bir ürkeklikle itham etmek hakkaniyetli olmazdı ama artık bunu da demeye sanırım hakkımız var.
Fakat Napolyon Bonapart’ın “Cesaret, bu dünyada taklit edilemeyen tek şeydir” sözü de ortada. 50 yıl boyunca cesur bir insanı taklit etmek de herkesin harcı değil, öyle ise bilindik bir hikaye burada yine zuhur ediyor.
Belki de Erdoğan’ı korkması gerektiğine inandıran birileri vardır. Zaten hep böyle değil miydi? Saray’dan kovulmak korkusu sadrazamda, paşada hatta sarayın soytarısında bile padişahtan fazla olmaz mıydı?
“Yine İstanbul ve yine bir taht kavgası”
Konstantinopolis’te taht kavgalarından Osmanlı padişahlarının bebek katliamlarına 2-3 bin yıldır değişen pek bir şey yok. Yine İstanbul ve yine bir taht kavgası. Avrupa basınında İstanbul’un Belediye Başkanı’ndan Türkiye’yi kuran partinin üyesi ve Erdoğan’ın en büyük siyasi rakibi diye söz ediliyor. (Elbette yeni Atatürk demiyorlar lakin kurucu parti tabirinde laik köklere dair bir çağrışım gayesi de net).
Gerçi bir zamanlar Türkiye’nin kurucusu ve bu partinin ilk genel başkanı olan Mustafa Kemal bile Saray’daki tahtlara göz koymuş olacak ki Saray’a damat olma girişimlerinde bulunmuş lakin reddedilmişti. Anadolu’ya geçip bir ülke kurduğunda bile İstanbul’a bu küskünlüğü geçmemiş ancak 4 yıl sonra dönmüş, Dolmabahçe Sarayı’nda yaşamaya başlamıştı.
Hülasa Ankara ve İstanbul arasındaki gerilim de taht kavgası gibi peki yeni değil. Şimdilerde İstanbul’da Yavuz Selim gibi gözü kara padişahlar olmasa da “taht”a göz koyacak birkaç düzine bebe katledilmese de “taht”a göz koymuş gençler için vaziyet pek farklı değil. Hala saraylar var ve haliyle kavgalar.
Elbette Türkiye’deki son taht kavgasında bazı eylemlerde haklı itirazlar oldu. Dünyayı kurtarması beklenen ama muhtemelen AI’lerin gazabından kendini bile kurtaramayacak Z kuşağı bile ilk defa sokağa çıktı ve bu gençlerden 301’i tutuklandı.
Eski rejimin propagandacısı bazı bayat muhalifler Türkiye’deki cezaevi koşullarından nihayet söz etmeye başladılar ve belediye başkanının kaldığı yeri beton tabuta benzettiler.
Oysaki yıllarca oralar bu bayat muhalifler için buraları mesken tutmuş hakiki solcular ve Kürtleri devletin onların haram zıkkım olsun vergileriyle beslediği içerde epeyce semirip, keyif çattığı gayet elverişli yaşam alanlarıydı.

Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği sitesinden.
Türkiye’de cezaevi koşularının ne kadar kötü olduğunu siyasi ve adli mahkûm ayrımı yapmadan size şöyle bir örnekle anlatmam gerekirse; şu anda bazı koğuşların tuvalet kapılarının hemen diplerine kirli ve nemli bir sünger yatağın üzerinde uyumaya çalışan binlerce mahkûmun varlığından söz etmem sanırım kâfi.
Diyelim ki direksiyonu kırarken bir hata yaptınız ve kendinizi hınca hınç bir koğuşta buldunuz, siz uyumaya çalışırken gece boyu 60 kişinin tıka basa doluştuğu bu koğuşta sıkışanların üzerinizden atlata atlaya tuvalete çıktığını düşünün, elbette uykuya dalmanız namümkün.
Fakat gündüzleri yatağı katlayıp kenara koymak zorundasınız ve herkes yatağına yayılıp siestasına dalarken siz gece tekrar o yatağa uzanmak için sandalyelerde başınız yana düşe düşe sersem sersem cezanızı çekmeye çalışacaksınız ve bütün bunların sebebinin adil olmayan bir yargılamadan ötürü hakketmediğiniz nafile bir cefa olduğunu tahayyül edin. Zannediyorum bir suçlu olsaydım farz-ı misal Türkiye’de bir yan kesici olarak hapse girseydim ve bir tuvalet kapısında uyumak zorunda kalsaydım birkaç yıl sonra çıktığımda değil sadece insanlardan şu ara tam mevsimi gelmiş papatyalardan bile nefret ederdim.
Cezaevleri yankesicilerin gaspçıya, gaspçıların katile dönüştüğü mekanlar olmamalı.
Elbette gençler için her yolu denemeli, onları oradan kurtarmalı ama bu ülkede 4 bini çocuk ve 350 bin mahkûm olduğu, çoğunun adil olmayan noksan yargılamaların kurbanı olduğu ve bu mahkumların insani koşullarda tutulmadığı unutulmamalı.
İçerdeki kötü koşullar suçlular için daha caydırıcı diye bir hesap da yersiz, bütün veriler Türkiye cezaevlerinin yeni suçlar için tastamam bir okul olduğunu ve mahkumların içerden gayet idmanlı ve öfkeli suçlular olarak çıktığını gösteriyor. Türkiye sadece çocuklarını yemekle kalmıyor ağzında çiğneyip onları bambaşka forma sokup öylece tükürüyor.

(Rubens’in 1636’daki çalışması, Goya’nın kara ve çılgın atmosferine rağmen daha az vahşi ve olağan bir işmişçesine çocuğu kemiren tanrı, sanat kritiklerince Goya’nın karitükatür sınırlarına yaklaşan abartısından daha ürpertici bulunur.)
Herneyse. Peki şu çocuklarını yiyen tanrılar Satürn ya da Yunan’daki karşılığı Kronos’un hikayesi nereye vardı? Aslında her zamanki gibi olacak olan yine oldu. Yerime biri geçecek korkusuyla iştahla yiyemediği bir çocuğu karısı Ops tarafından Girit adasına kaçırılıp saklandı ve adını Saturday’e veren Satürn’ün devri kapandı ve Perşembe’ye (jeudi) adını veren Jupiter büyüyüp O’nun yerini aldı.