Gördüğüm tweet aşağı yukarı şöyleydi: “Haksızlıklardan haberi olup bugüne kadar ses çıkarmayan herkes en az suçladıkları kişiler kadar suçludur.”
İki üç gün önce görmüştüm, bulup doğrusunu yazayım diye düşündüm bu yazıya başlarken. Twitter’ın arama motoruna “ses çıkarmayanlar suçlu” ifadesini girdim, pek de umutlanmadan arattırdım.
Ve hayretler içinde kaldım. Çok çeşitli konuda ses çıkarmayanları suçlayan sınırsız sayıda, sayfalar dolusu tweet çıktı karşıma:
“Farkında olup ses çıkarmayanlar da mağdur değil suçludur!”
“Vakit isyan vaktidir. Artık susmak suçtur! Ses çıkarmayanlar suçludur artık!”
“Hırsızlığa adaletsizliğe yolsuzluğa haksızlığa ses çıkarmayanlar bunları yapanlardan daha da suçludur…”
“Diktatörlerin yanında yer alarak iktidarın nimetleri için suça ses çıkarmayanlar da EN AZ DİKTATÖRLER KADAR SUÇLUDUR.”
Ben ise ilk tweet’i gördüğüm zaman şöyle yazmayı düşünmüş, sonra vazgeçmiştim:
“Hayır, suç karşısında ses çıkarmayan herkes suçlu değildir. Ses çıkarmak isteyen ama çıkarırsa soluğu toplama kampında alacağını bilen, çocuklarını babasız bırakmak istemeyen, Nazi devletine karşı elinden zaten bir şey gelmediğini çaresizce hisseden bir Alman, suçlu değildir örneğin.”
Halkının bir kesimine karşı suç işleyen devlet, halkın geri kalanının ses çıkarmasını engellemek için iki ana yöntem kullanır: Cezalandırma ve ödüllendirme.
Yahudi soykırımında faşistler ağırlıklı olarak cezalandırma yöntemini kullanmıştır. Direnen, Yahudileri koruyan, saklayan Almanlar, istediği kadar sarışın, mavi gözlü ve safkan olsun, derhal katledilmiştir.
Ermeni soykırımında ise daha ziyade ödüllendirme yöntemi ön plana çıkmıştır. Uygulanan politikaya karşı çıktığı için öldürülen üst düzey görevliler de olmakla birlikte, çoğunluğun ses çıkarmamasının ana nedeni Ermenilerin malına, mülküne sahip olma vaadi ve beklentisidir.
Halk ister cezalandırılmaktan korktuğu için, ister ödüllendirilmek istediği için ses çıkarmamış olsun, sonuç olarak olayın suçlusu devlettir. Suçu devlet planlamış, organize etmiş ve işlemiştir, ses çıkarılmaması için gerekli önlemleri devlet almıştır.
Bunun örnekleri güzel vatanımızda pek çoktur: 1934 Trakya olayları, 1938 Dersim, 1942 Varlık Vergisi, 1955 6-7 Eylül olayları, 1964 Rumların bir gecede sınırdışı edilmesi, 2007 Hrant Dink cinayeti vs, vs, vs. Kürtlerle ilgili olarak liste çıkaramadım; ben “Kürtler” demekle yetineyim, isteyen kendi listesini çıkarsın.
Türk ve Müslüman olmayanların bu memlekette 1923’ten beri yaşadığı bitmez tükenmez “olaylar” dizisi ve bunun yarattığı “tehlike” duygusu, azınlıkların çoğunluğu tarafından Müslüman bir ülkede yaşıyor olmanın sonucu olarak düşünülür. Belki de “düşünülür” demek doğru değil; pek de düşünerek varılmış bir kanaat değildir çünkü bu. Çoğu kişi tarihçi, siyaset bilimcisi veya sosyalist olmadığı, derin toplumsal analizler yapmadığı için, “Azınlıklara eziyet edilen bir ülkede yaşıyorum” ve “Çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede yaşıyorum” gerçeklerini yan yana getirir ve basitçe birbirine bağlar: “Demek ki, sorun Müslümanlıktan kaynaklanıyor.”
Oysa, Türkiye’de azınlıkların yaşadığı bütün felaketler “Müslümanlıktan” değil, devletten kaynaklanmıştır. Bütün bu suçları devlet planlamış, organize etmiş ve işlemiştir. Devlet Müslüman olduğu için değil, milliyetçi, Türkçü, ırkçı olduğu için. Cumhuriyet Türkiyesi’nin kurucu kadrolarının konuyla ilgili görüşleri açıktır, açıkça ifade edilmiştir: Bu memleket, sınırları içinde yaşayan herkesin değil, Türklerin memleketidir. Türk olmayanlar “yabancı”dır, sorundur, güvenilmezdir; bunlara göz yumulur, ama kayıtları tutulur; mümkün olduğunda bunlardan kurtulmak gerekir.
Devletin bu yaklaşımı Türklere öğretmesinde, kabul ettirmesinde, benimsetmesinde din farklılığı kuşkusuz kolaylık sağlamıştır. Katledilenlerin Ermeni, yağmalananların Yahudi olması devletin işini kolaylaştırmıştır, evet, ama temel sorun dinî değildir; Cumhuriyet Türkiyesi’nin sadece etnik Türklerin ulus devleti olarak kurulmuş ve sürdürülmüş olmasıdır.
Öte yandan, devletin suçluluğu memlekette her gün, her saat ırkçılık yapan, nefret suçu işleyen bireyler olduğu gerçeğini de değiştirmiyor maalesef. Bu bireyler Müslüman tabii, ama tanımlayıcı özellikleri Müslümanlıktan ziyade budalalık oluyor genellikle.
İki küçük örnek vermekle yetineyim.
Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ı anladığım kadarıyla Yeni Şafak’ta bile hiç kimse ciddiye almıyormuş, meczup diye düşünüyorlarmış. Niye böyle düşündüklerini anlamak çok kolay. Şu satırlar iki hafta önce yayınlanan “Kazakistan’da Türkiye’ye darbe!” başlıklı köşe yazısından:
“Bendeniz öteden beri, Rusya ile ABD’nin birlikte hareket ettiklerini düşünüyorum. Yaşananlar zaman zaman bu fikrimi doğruluyor.
Neye dayanarak söylüyorum bunu?
Şuna: Amerikan derin devletinin de, Rus derin devletinin de ipleri Yahudilerin kontrolünde. Bu yazdığıma komplo diyecek olanların ahmaklığına şaşarım!”
İkinci örnek, AKP Çorum İl Başkan Yardımcılığı yapan, 2015 seçimlerinde AKP’den aday adayı olan ve Çorum Barosu Başkanı’yken bu hafta Anayasa Mahkemesi’ne seçilen Kenan Yaşar’ın yazdığı ve sonra sildiği tweet:
“Yahudiler öyle insanlardır ki iki yumurta pişirmek için dünyayı ateşe verirler.”
Herif bunu yazarken ırkçılık yaptığını, nefret suçu işlediğini gayet iyi bildiği için, tweet’i büyük ihtimalle Anayasa Mahkemesi üyeliği gündeme geldiğinde silmiş. “Bu kadarı da ayıp olur artık” diye düşünmüş herhalde.
Haklı. Bunlar gibilerinin Yeni Şafak’ta bile köşe yazarlığı yapması, Çorum’da bile baro başkanı olması gerçekten ayıp.