Geçtiğimiz ay Londra’da hava sıcaklığı ortalama 320 oldu. Kayıtlar tutulmaya başlandığından beri üçüncü kez Haziran ayında 30’un üstüne çıkmış. Diğer ikisi de 2018 ve 2019.
Bu tür haberleri okuduğumda, iklim felaketleri, seller, yangınlar, buzulların erimesi, denizlerin yükselmesi haberlerini gördüğümde, “Acaba,” diye düşünüyorum bir zamandır, “hayatımın şu geri kalan kısmını idare edebilecek mi dünya?”
Biraz geri durup sanki ilk kez görüyormuş gibi bakarsak, inanılmaz güzellikte bir dünyada yaşıyoruz. Sayılamayacak kadar çok hayvan ve bitki, baş döndürücü bir çeşitlilik, akıl almaz bir renk cümbüşü.
İnsan mutluluğu için gerekli her şey yerli yerinde. İnsanların, tüm dünya nüfusunun tüm maddî ihtiyaçları hemen bugün karşılanabilir. Tok olan, başının üzerinde bir dam olan, soğuğa ve sıcağa karşı korunaklı olan insanlar hemen bugün hayatın tadını çıkarmaya, yaratıcılıklarının dizginlerini atıp bugün düşünmemiz bile mümkün olmayan ürünler vermeye başlayabilir.
Ama başlamıyorlar. Başlamıyoruz. Başlamamız gerektiğini, öyle yaşayabileceğimizi herkes, hepimiz biliyoruz, ama olmuyor. Olmaması bir yana, insanlığın muazzam mutluluk ve yaratıcılık potansiyelinin gerçekleşmiyor olması bir yana, tam tersi gerçekleşiyor.
Oysa, tam tersinin gerçekleşmesi için hiçbir maddî neden yok. Bir bütün olarak bakarsak, dünyada kıtlık yok, azlık yok, eksik yok.
Akıllara durgunluk verecek bir gıda zenginliğinin ortasında, örneğin, insanlığın önemli bir kısmı tok olmak şöyle dursun, kötü beslenme şöyle dursun, açlıktan ölüyor. Ve açlık sadece Afrika’da değil. Amerika’da, dünyanın en zengin ülkesinde, kötü beslenmeden kaynaklanan verem gibi hastalıkların arttığı anlatılıyor. New York sokaklarında ancak dilenerek karnını doyurabilenler İstanbul’dan daha fazla.
Bilim kurgu yazarlarını bile hayrete düşürecek bir bilimsel, tıbbî ve teknolojik gelişmenin ortasında, insanlığın önemli bir kısmı daha bir yaşına basmadan ölüyor, çaresi bilinen hastalıklardan ölüyor, içecek temiz su bulamadığı için ölüyor, soğuktan ölüyor, sıcaktan ölüyor, sel baskını veya deprem geldiğinde uyduruk binalarda yaşadığı için ölüyor.
Aç, konutsuz, eğitimsiz, sağlıksız
Biraz geri durup sanki ilk kez görüyormuş gibi bakalım. Bir gezegen ve sekiz milyar insan. Gezegenin kaynakları ve insanların bilgi düzeyi ve toplam üretimi sekiz milyarı beslemeye bol bol yetiyor; sekiz milyarın hepsi için elektriği ve suyu olan, sağlam ve ferah konutlar inşa etmeye bol bol yetiyor; sekiz milyarın hepsinin eğitimini ve sağlığını sağlamaya bol bol yetiyor. Ama bu sekiz milyarın önemli kısmı aç, konutsuz, eğitimsiz, sağlıksız.
Günümüzün dünyasına anlam vermek gerçekten de mümkün değil. Niye böyle olduğunu anlamak mümkün, ama bunu anlamlı, normal, kaçınılmaz bulmak mümkün değil. Sekiz değil seksen milyar insanı bile besleyebilecek bir dünyada, milyonlarca insanın açlıktan ölmesi nasıl normal olabilir?
Önce buradan başlamak gerek. Bugün tek bir insanın bile açlıktan ölmesini “normal” karşılayan biriyle, önce bunu tartışmak gerekir, önce bunun “anormal” olduğunu kabul ettirmek gerekir.
Sonra? Sonra sorun sadece açlık değil ki. Sekiz milyar insan doymak ve yaşamak için gerekli işlemleri yaparken, bu işlemleri iklim değişikliğine yol açmayacak, nehirleri kurutmayacak, toprağı zehirlemeyecek, diğer canlıları yok etmeyecek şekilde yapabilecek bilgiye ve teknolojiye sahipse ve yine de bunları yapıyorsa, burada da bir “anormallik” var.
“Ama…” tartışmalarına girmeden önce, “insan doğası,” “bencillik” filân gibi konulara girmeden önce, mevcut durumun “anormal” olduğunu kabul etmek gerek.
“Anormal” bir sistem
Anormallik verili maddî koşullardan kaynaklanmıyor, insanlardan kaynaklanıyor. Sorun dünyayla ilgili değil, kaynaklarla ilgili değil, insanlığın bilgi, bilim, üretim düzeyiyle ilgili değil. Öyle olsa, “N’apalım” derdik, “yeterince gıda üretemiyoruz, bazılarımız ölüyor” veya “Heyhat, iklim bizden bağımsız olarak değişiyor, engelleyemiyoruz”.
Hayır, sorun bizim dışımızda, objektif bir sorun değil. Sorun sekiz milyar insanın birbiriyle ilişkilerini örgütleme biçiminde.
Örneğin, bir Somalili niye açlıktan ölür? Dünyada ve Somali’de gıda olmadığı için değil; gıda üretmek için bir parça toprağın “mülkiyetine” sahip olması veya bir toprak sahibi için çalışıp ondan “para” adlı bir kağıt parçası alıp o kağıdı bir başkasına vermesi ve gıda “satın alması” gerektiği ve bunları yapamadığı için ölür. Gıda var, aç insanlar var, ama aç insanlarda “para” olmadığı için gıda ambarda durur, açlar ölür.
Örneğin, küresel ısınma niye gerçekleşir? Isınmaya yol açan kimyasalları atmosfere vermeden üretim yapmak mümkün olmadığı için değil; üretim yapanlar birbirleriyle “rekabet” ettikleri, “piyasaya” hakim olup daha fazla “kâr” etmeye çalıştıkları, dolayısıyla en ucuz üretim sistemini seçtikleri için gerçekleşir. Isınmaya yol açmadan üretim yapmanın teknolojisi var, havalar ısındıkça tüm insanlar zarar görüyor, ama “kâr” etmek gerektiği için ısınma devam ediyor.
Beslenme ve üretim yapma ihtiyacı, ısı ve iklim, doğanın ve doğamızın bize dayattığı şeyler. “Mülkiyet,” “para,” “satın almak” ve “kâr” ise insanlığa dışarıdan dayatılmış kavramlar ve olgular değil. Birkaç yüzyıldır (üstelik her zaman değil, son birkaç yüzyıldır) insanlığın kendini örgütleme biçiminin kavramları ve olguları.
İnsan toplumunun bu örgütlenme biçimine, üretimin insan ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla değil kâr etmek için yapıldığı düzene “kapitalizm” diyoruz. Bir yandan müthiş bir zenginlik yaratırken, bir yandan da insanlığın dörtte üçünü bu zenginlikten tamamen mahrum eden bir örgütlenme biçimi, açık ki, insanlığın bütünü açısından yararlı, anlamlı, normal bir sistem değil. Küçük bir azınlık için çok anlamlı elbet, ama insanlık için değil.
İnsan kendi hayatında “anormal” olduğunu düşündüğü, yanlış bulduğu bir durumla karşılaştığında, bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapmaya çalışır, önlem alır, adım atar, değil mi?
İnsanlık açlığa, iklim değişikliğine, sellere, yangınlara mahkûm değil. Bunları yaratan sistemi biz insanlar yarattık, o küçük azınlıktan kurtularak biz değiştireceğiz. Bundan kuşkum yok. Ama vakit biraz daraldı. Acelemiz var artık.