[16-17 Kasım 2021] Odanın orasında burasında, dört paraşütçü kendi kinik, gündelik, soğukkanlı hallerinde. Arka köşedekiler önlerindeki dehşete hiç aldırmaksızın herhalde başka şeylerden konuşuyor. Sağ öndeki, benzinli bir lehim lâmbasını hazırlıyor. Birkaç saniye sonra getirip mavimsi alevini o çıplak, kaburgaları sayılan bedene tutacak. Tutuklu zaten çökmüş, bitkin. Böğründeki korkunç acıdan, sadece kafası sert bir hareketle geriye kıvrılacak.
Bu gerçek hayat olsa, sağ arka köşedekilerden biri yıllar sonra sorulduğunda, yok, ben kaynak makinesiyle işkence yapmadım diyebilir. Tıpkı Mehmet Eymür’ün elektrik işkencesi konusunda kâh hatırlamıyorum, kâh ben elektrik vermedim demesi gibi. O cehennemde bulunmuş, sorgu ekibinde yer almış, görmüş, seyretmiş, ama belki (kendi iddiasınca) akkor ateşi bizzat çıplak ete yapıştırmamış (veya manyetonun kolunu bizzat çevirmemiş, veya reostatın düğmesine bizzat basmamış) olmasını, yapmadım demenin (veya çok bir şey yapmadım, veya belki yapmışımdır ama o kadar çok şey vardı ki tam hatırlayamıyorum demenin) gerekçesi sayacak.
Sinir bozucu, mide bulandırıcı bir konu. İşkenceden konuşmak; insanlara bilerek, isteyerek, kasten, taammüden zulmetmekten, dayanılmaz acılar çektirmekten, objektif, rasyonel, mantıklı bir şekilde söz etmeye çalışmak… Yaşamış olanların tahammül sınırını aşabilir, kâbuslarını geri getirebilir (neredeyse elli yıl sonra, bana hâlâ olduğu gibi). Yaşamamış olanların ise gerçeklik duygusunu, tahayyül ve tasavvur edebilme kapasitesini zorlayabilir. İnanmazlıklarını tahrik edebilir, şüpheyle dudak bükmelerine yol açabilir; hakikaten oldu mu, yapıldı mı bunlar? Nitekim T24’ten Gökçer Tahincioğlu da sanki biraz uzak olaya. Örneğin bir rivayetten, bir efsaneden bahseder gibi “kaba dayak, elektrik yok muydu” diye soruyor bir yerde; “hep bahsediliyor”muş bu yöntemlerden.
Neresinden bakarsanız bakın, öyle ikide bir değinilecek, uluorta işlenecek bir konu değil işkence. Kendi meşum, karanlık, şeytanî dünyasında kalsa, acaba daha mı iyi? Ne çare; hem 12 Mart’ta, hem 12 Eylül’de, yani belki beş on yıl işkence yapmış, işkenceli sorgularda bulunmuş, hattâ bir dönemin işkence aygıtının tepesinde yer almış biri çıkıp da, işkence dahil derin devletin bütün kirli, karanlık işlerini hem cepheden savunmaya, hem de önemsizleştirmeye, neredeyse zararsız göstermeye kalkınca, bu ahlâksız, nasırlaşmış fütursuzluk, bu ahlâksız, nasırlaşmış yalancılık karşısında iki çift lâf etmek kaçınılmaz oluyor.
Neler diyor Mehmet Eymür, önce T24’te yayınlanan röportajda, sonra 5 Kasım günü HalkTV’de tekrarladıklarında? (1) “Benim için devletin yaptığı her şey meşrudur” diyor. (2) Yaptım ve gene yaparım diyor. (3) Gerekçe buluyor: “Başka türlü konuşma imkânı yoksa olabilir. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Çünkü çok inatçı tipler var. Başka türlü konuşturmak çok zor.” (4) Karşıdakini hasım olarak mı görüyorsunuz diye sorulduğunda, tabii diye cevap veriyor. (5) Gençken daha serttik, hatâlarım muhakkak olmuştur gibi sözde özeleştirel bazı lâflardan sonra, “Ama hâlâ bazen hiddetleniyorum. Şunu verseler de bir sorgulasalar [sorgulasam] diyorum” diye devam ediyor.
Öncelikle bunların hepsi suç. Düpedüz suç. İşkence anayasayla, kanunlarla yasak. Mehmet Eymür sadece geçmişte yaptığını söylemekle kalmıyor. Aynı zamanda yapılır, yapılmalı, gereklidir, yararlıdır noktasında ısrar ediyor. Böylece, kanunların suç saydığı bir fiili bugün de apaçık savunmuş, övmüş oluyor. Dahası var. Zihnen bir savaş halinde yaşadığını, önündeki tutukluyu hukukî bir sürecin tarafı değil, düpedüz hasım (düşman) kabul ettiğini ifade ediyor. Bir kızgınlık, bir öfke yaşıyor. Bu öfke, bugün bile, bana verseler de bir sorgulasam (işkence yapsam) nefretine yansıyor.
Devletin başka ilginç faaliyet ve marifetlerine giriyor. (6) Abdullah Öcalan’ı henüz Suriye’deyken nasıl bir ton patlayıcıyla öldürmeyi denediklerini anlatıyor. Cumhurbaşkanına, Genelkurmay Başkanına ve (kim olduğunu belirtmediği) “siyasi”lere “güzel bir takdim” yaptıklarını söylüyor. Sekiz kişin katili olarak bugün de aranan, ama 1998’de ortadan kaybolduktan sonra akibeti bilinmeyen Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım da varmış işin içinde, “asker şahıslar” da, Suriye’ye gizlice giren “resmî görevliler” de. Apo’yu öldürememişler ama 17 metrelik bir çukur açılmış ve çok korkutmuşlar Suriye’yi. Hepsini sakin sakin açıklıyor.
İstihbarat dünyasının iç yaşantısına, mafyalaşmasına, insan ilişkilerine başka açılardan da ışık tutuyor. (7) “Yavuz Ataç (eski MİT mensubu) olayı var, Amerikalılarla çalışan. Yazılı bilgiler var hakkında. Çakıcı’ya pasaport verme olayı var kendisinin. Benim makamımı bastı. Silah koymuş beline geldi. Zorla içeri girdi. Yumruk yumruğa girdik. Bundan dolayı ikimiz de ceza aldık. Çakıcı’nın mesajını getiriyormuş. Tehdit etti beni resmen. Çakıcı yakalansın istiyordum ben Amerika’da. Çakıcı’yı yoksa biz sadece bir operasyonda kullandık. Almanya’daki bir operasyondu. PKK’ya karşı bir operasyon. Başarısız olundu bu operasyonda. Hattâ sızma oldu… Ben başka bir görev vermedim. O tarihlerde Korkut Eken eğitimini veriyordu. Çakıcı’nın iki sağlam adamı vardı. Onlar bu işlerdeydi. Biri öldü. Eken, puanının düşük olduğunu söylüyordu.”
Hayretten ağzı açık kalıyor insanın. Demek, bunlar gerçekten oluyor, tumturaklı nutukların, onca hamasetin, yüce devletimizi sarıp sarmalayan kutsallık hâlesinin ardında. Cumhurbaşkanları ve genelkurmay başkanları da biliyor her şeyi. Zira kendilerine “güzel takdim”ler yapılıyor — sınır ötesi operasyonlar, kanun dışı infazlar, öldürme kararları hakkında. Suç örgütleri kullanılıyor, hem içerde hem dışarda, “resmî görevli”ler yerine. Dün Çatlı ve Yeşil, bugün Çakıcı ve Sedat Peker (onun da nereden geldiği ve niçin bu kadar şey bildiğini anlamak kolaylaşıyor böylece). Bütün bir bataklık, onyıllar boyu, dünden bugüne uzanıyor. Zaten MİT’in kendisi bir tuhaf. Birbirlerinin makam odalarını basıp tehdit ediyor, yumruk yumruğa geliyorlar. Kabadayılık kimden kime sirayet ediyor — mafyadan onlara mı, onlardan mafyaya mı? Eymür hepsini meşru görüyor, ister öyle ister böyle. Kanun tanımazlık, hukuk devleti diye bir şeyin olmaması (kalmaması) her bir noktada olanca çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor.
Sanitize bir hava hakim, Mehmet Eymür’ün her konuda dediklerine. Küçültüyor, zararsızlaştırıyor, normalleştiriyor. Aynı hijyenik, deterjanla silinip temizlenmiş yaklaşım, işkence sorununun ayrıntılarına da yansıyor. Şu farkla ki, hem veriyor, hem kısmen geri almaya çalışıyor. Hem övünüyor, hem küçültmeye, minimize etmeye çalışıyor. (8) HalkTV’de cepheden işkenceyi nasıl savunabilirsiniz diye sorulduğunda, neye işkence diyorsunuz diye karşılık veriyor. Yani bu bir tanım meselesi demeye getiriyor; abartıyorsunuz canım, sizin işkence dediğiniz bir çok şey de işkence olmayabilir aslında. Bunu kulaklarımla duyduğum an, 12 Mart’tan bir anı canlandı kafamda. Mamak’ta, 28. Tümen içindeki askerî cezaevindeydik. Medya alabildiğine daralmış, kısıtlanmıştı. Haftalık Yankı dergisi vardı, en ziyade müsaadeye mazhar. Zira en ziyade müsaadeye mazhar gazeteci Mehmet Ali Kışlalı çıkarıyordu. Her sayısını satır satır okur, didik didik ederdik, orasından burasından anlam çıkaracağız diye, cunta içinde ve etrafında neler olduğu hakkında. Kontrgerilla işkencehanelerinde olup bitenler artık ayyuka çıkmıştı. Yankı da ister istemez biraz yer ayırmak zorunda kaldı bu “iddia”lara. İsmi yazılmamak kaydıyla konuştukları bir üst düzey yetkiliden aldıkları (aldıklarını söyledikleri) bir demeci aktardılar. Yıl 1973 olmalı; dergi koleksiyonlarına girip arasam, mutlaka bulurum. Şöyle bir şeydi (mealen): “Neye işkence deniyor acaba? Adam her akşam rakı içmeye alışmış; e tabii rakı vermiyoruz; işkence oluyor.” Ayıptı, ayıptı, ayıptı; on kere, yüz kere, bin kere ayıptı, Mehmet Ali Kışlalı’nın ve Yankı’nın bunu basması. Basında (şimdi Mehmet Eymür’ün teyid ettiği gibi) ne kadar çok MİT’çi olabileceğine ışık tutuyordu. Yüz karasıydı. Gerçekte ortalık elektrikten, falakadan kırılıyordu.
Belki bugün Mehmet Eymür, 48 yıl öncesinin Yankı’sıyla, Mehmet Ali Kışlalı’sıyla karşılaştırıldığında o kadar… ne diyeceğimi bilemiyorum, ama işte o kadar… gözükmüyor ilk bakışta. Daha ince taktikler uyguluyor. (9) Kaba dayak, elektrik yok muydu diye sorulduğunda (dedim ya, “hep bahsediliyor”muş bu yöntemlerden), Eymür “yapmışımdır” diyor, önemsizmiş ve pek hatırlamazmışçasına. (10) Pişmanlık duyup duymadığı sorulduğunda, duymam “çünkü aşırı bir şey yapmadık” diyor. Neymiş, yapmadıkları aşırı şeyler, merak ediyor insan. (11) “Daha çok,” diye devam ediyor, “taktikleri kullanmak istedim.” Devamında, kadın memurları işkence altındalarmış gibi bağırtıp, kurbanlarını “kızını aldık… sıkıntıya girecek” diye tehdit ettiğini söylüyor: “Tiyatro yapardık biraz.” (12) Bir başka soruya cevaben, “Bizim meslekler akıl mesleği. Aklın varsa formüller buluyorsun. İllâ işkence yapmak şart değil” diyor. Aynı minvalde devam ediyor: (13) Sorguculuk o hakikati öğrenebilme meselesi zaten. Bir tek işkence yapmak değil sorguculuk. Yani aslında işkence de pekâlâ var demiş oluyor, sorguculuğun içinde. Bunu da, yukarıda belirttiğim gibi, (14) “Çünkü çok inatçı tipler var. Başka türlü konuşturmak çok zor” sözleriyle açıklıyor.
Sanki daha baştan ve hemen herkese, neredeyse alınır alınmaz yapmamışlar, yapmıyorlarmış gibi. Fakat yer yer kendini tutamıyor, böbürlenirken biraz açığa vuruyor sorgu merkezlerinde ne olup bittiğini. Mahir Çayan’ların tünel kazıp kaçmasına yardımcı olduğu düşünülen genç bir teğmenden söz ediyor, örneğin. (15) “Ziverbey’de onun sorgusunu yaptım. Genç bir çocuktu. Ağlamaya başladı. (…) ‘Gözlerimi kapatmayın, ben askerim’ diyordu. ‘Yaparız’ dedik. ‘Burada usul böyle’ dedik.” Hemen ardından kısmen geri alıyor; tekrar küçültmeye çalışıyor: (16) “Ziverbey zaten kısa süre kullanıldı. O dönemin sorgularında bir ay falan çalıştım.” Neredeyse komikleştirmeye kalkıyor elektrik işkencesini: (17) “Herkese yapılıyor diye söylemek mümkün değil. Ama yapılan da vardı. Mesela bir kurye vardı. Bana dert yanardı. Bugün elektrik tedavisi yok mu, romatizmalarım azdı diye dalga geçiyordu.” Ama bir yandan da kabullenmek istemiyor, özellikle elektrik işkencesindeki rolünü. 5 Kasım’da HalkTV’de sorulduğunda, hem (18) “o kadar çok şey oldu ki… hatırlayamıyorum”a sığınıyor, hem de (19) ben elektrik vermedim diyor.
Mümkün mü? Nasıl bir ortamdı işkencehane? Kendine has bir dili, terminolojisi vardı, müphemiyetlerle dolu. Mehmet Eymür’ün bugün kullandığı, yan çizmeler, yön değiştirmelerle dolu üslûp azıcık fikir veriyor bu konuda. Ameliyathane ve ameliyata almak derlerdi. İşte gene tıbbî bir işlemmiş gibi.
Odada, ameliyathanede de mi bulunmamış Mehmet Eymür; en azından, ilk baştaki resimde, sağ arka köşede konuşan lâkayd paraşütçüler misali? O ekibin, o sahnenin, o eylemin bir parçası olacaksın; önünde çığlık çığlığa bağıran, böğüren, uluyan, insanlık dışı sesler çıkaran zavallıları göreceksin, dinleyeceksin, seyredeceksin; belki, ayakları havada, hem çıplak tabanlarına copla vurulur hem sağ tarafından elektrik verilirken, manyetoyu çalıştırmayacaksın da falaka tahtasını tutacaksın bir ucundan; ya da belki debelenen adamın göğsüne kauçuk tabanlı botlarınla bastıracaksın; ya da belki soru soracaksın, belki zabıt tutacaksın, söylediklerini kayda geçeceksin… sonra da hem hatırlamıyorum, hem yapmadım diyeceksin.
Tam olarak ne yapıyormuş, Ziverbey’deki o teğmene veya örgüt kuryesine? Olacak şey mi? Unutulacak şey mi?
Neye işkence diyorsunuz? Aşırı bir şey yapmadık. Biraz tiyatro yapardık. Kısa süre kullanıldı. Bir ay falan çalıştım. Hatırlamıyorum.
Ben göstermeye çalışayım size, elektrik işkencesinin nasıl bir şey olduğunu. MİT’in, Kontrgerilla’nın kayıtlarına ulaşacak halim yok kuşkusuz. Onun yerine, tekrar Pontecorvo’nun filmine, Cezayir Savaşı’na başvuracağım. En başta bir sahne var, işkenceyi değil ama bitimini gösteren. Birisini konuşturmuşlar sonunda. İskemlede oturan yarı çıplak adam bitkin, halsiz, avurtları çökmüş, yüzü darmadağın. Sesi çıkmıyor. Titriyor, kasları seyiriyor (böyle titrersiniz, bir süre elektrik verildikten sonra). FLN’nin şehir teşkilâtının henüz yakalanmayan son lideri Ali’nin, Ali la Pointe’in saklandığı yeri nihayet öğrenen paraşütçüler, olanca soğukkanlılıklarıyla sarıyor etrafını. İşte bak, bitti, daha önce konuşsaydın da bizi de, kendini de bu kadar yormasaydın gibi lâflar ediyor. Kahve içiriyorlar, iyi gelir diyorlar. Komutanları, Albay Mathieu geliyor. “C’est vrai?” diyor; doğru mu, söyledi mi, biliyor muyuz artık? Adresi söylüyorlar. Kurbanlarının üzerine hemen bir paraşütçü üniforması ve kepi giydiriyorlar, yeri gösterdiğinde civardan tanınmasın diye. Adam ayakta maddî ve manevî çökmüşlüğüyle titriyor hâlâ. Kendini pencereden atmak istiyor, gücü yetmiyor. Yakalayıp tokatlıyor, tekrar başlayalım mı diyor, sonra yanlarına alıp verdiği adresi basmaya gidiyorlar.
Oradan film tekrar olayların başına dönüyor. Kronolojik sırayla ilerliyor ve sıra, Mathieu ile adamlarının kurduğu işkence tezgâhına geliyor. İşte en baştaki lehim lambası veya kaynak makinesi episodunu görüyoruz o çerçevede; bir su işkencesini, bugün waterboarding dedikleri; bir, tersten, başaşağı Filistin askısını; bir de aşağıdaki elektrik işkencesi sahnesini. İlk resimde, bir paraşütçü elektrod kıskaçlarını takıyor, sımsıkı bağlanmış bir adamın kulaklarına. İkinci resimde az geri çekiliyor ve yüzü endişe dolu tutukluyla birlikte biz de çaresizlikler içinde bekliyoruz bir iki saniye. Derken akım başlıyor ve yay gibi bükülüyor kurbanın vücudu, tarifsiz acılar içinde sarsılarak. O kadar. Fazla devam etmiyor. Filmin açılış sahnesiyle birleştirdiğinizde, her şeyi anlıyorsunuz. İnsanı ne hale getirebileceğini.
Manyetolu telefon. Telering cihazı. Şehir cereyanı. Reostat. Falaka. Falaka ve elektrik; ikisi birlikte. Falakadan sonra şişmiş ayaklarıyla suda zıplatırken yaş zemine tekrar elektrik verip sağa sola savurma. Copla veya elektrikli copla dövme. Kadınlara cinsel organlarından, erkeklere makattan cop veya elektrikli cop sokma. Asarak coplama. Kum torbasıyla dövme. Tırnak sökme. Tırnaklarını yakma. Vücudun çeşitli yerlerinde sigara söndürme. Dışkı yedirme. Dışkı çukurlarına gömme. Kaval kemiklerine ince değneklerle vurma. Saatlerce ayakta, parmaklarıyla duvara yaslanır tutma. Günlerce uykusuz bırakma.
Ve daha neler neler. Fazlası var, eksiği yok. Mehmet Eymür’ün kaçamaklarının, mazeretlerinin, lâf dolandırmalarının, beyazlaştırmalarının, konuyu oraya buraya çekme çabalarının ardında, böyle bir 12 Mart ve 12 Eylül gerçekliği yatıyor.