14 Mayıs seçimleri ertesinde Pervin Buldan ve Mithat Sancar, iki YSP eş başkanıyla birlikte, kameralar karşısına geçtiler. Hüzünlü, temkinli ve durgundular. Basın açıklamasının özeti: Halkımızla buluşacağız ve özeleştiri vereceğiz.
14 Mayıs ile 28 Mayıs arasında ne bir buluşma oldu ne de bir özeleştiri verildi; zira önemli bir seçim vardı ve her parti, kitlesini 28 Mayıs’a sarkan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine çağırıyordu. HDP’nin tavrı, sandığa gitmek ve Kılıçdaroğlu’nu desteklemek yönünde idi. Kürt bölgelerinde seçime katılım oranı, seçim sonuçlarını değiştirecek düzeyde olmasa da, düştü. Bu düşüşün sebebi, Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda birincisinde inşa ettiği söylemin aksi istikametini yürümesi ve Ümit Özdağ’la mutabakat imzalaması değildi. Esas neden, bu 14 günlük süre içinde HDP’nin seçmenlerine vadettiği açıklamayı ve özeleştiriyi yapmamasıydı. HDP seçmeni, Kılıçdaroğlu’na HDP için oy vermişti ve iki tur arasında HDP halka açıklama veya özeleştiri yapmak yerine yeniden sandığa gitme çağrısı yapınca, seçmen davranışında bir kırılma gerçekleşti: Sandığa gidenler çarnaçar gitti, gitmeyenler sessizce ve bireysel bir tepki düzeyinde boykot etti. Ezcümle, Kürt seçmeninin tepkisi Kılıçdaroğlu’ndan önce HDP’ye yönelikti.
HDP’ye yönelik ikinci tepki ve güçlü bir özeleştiri talebi, Edirne Cezaevi’nde tutuklu bulunan Selahattin Demirtaş’tan geldi. Bir yazı ve akabinde röportaj ile partisini eleştirdi: HDP’nin seçim sürecinde aktif bir çalışma izlemediğini ve halkçı demokrasiden sapıp dar bir bürokratik kliğe mahkûm kaldığını vurguladı; bir parti gibi çalışmak yerine bir yöre derneği misali seçim çalışması yürüttüğünü ifade etti; HDP’nin bir “kadro erozyonu” yaşadığını ve “büyük bir yenilenme hamlesi” başlatılması gerektiğini dile getirdi. Ayrıca, son beş yıldır HDP Genel Merkezi’ne gönderdiği mesajların ya görmezden gelindiğini ya da ciddiye alınmadığını belirtti. Son 5 yıldır gönderdiği mesajların yankı bulmadığını düşünmesine rağmen, Demirtaş’ın dün yaptığı eleştiriler süratle kamulaştı ve büyük bir tartışma başlattı. En fazla yankı uyandıran sözleri ise, “aktif politika yapmayacağını” dillendirdiği kısımlar oldu.
Demirtaş’ın Amacı: Aktif Politika Yapmak
Manidar bir biçimde “aktif politika” yapmayacağını açıkladığı ân, Demirtaş, aktif politik bir hamle gerçekleştirdi. Amacı tam da HDP yöneticileri tarafından örtük bir şekilde yürütülecek ya da hiç yürütülmeyecek özeleştiri mekaniğini hızlı ve tekletmeden çalıştırmaktı. 14 Mayıs seçim sonuçlarıyla artık bastıralamayacak bir hal alan HDP’nin stratejik eksikliklerinin yeniden bastırılmasına mahal vermedi Demirtaş. Tartışmayı, yeni bir aşamaya yükselti.
Şimdilerde, HDP içerisinde büyük bir tartışma ve bir ayrışma var. Bu ayrışmada Demirtaş, bir denge unsuru değil, bizzat bir taraf. HDP’nin önde gelen isimleri 14 Mayıs sonrası şiddetlenen tartışmayı, politbüro toplantılarında sessizce kotarma niyetindeydi. Politbüroda yer almayanlar (örnekse, cezaevinde bulunan eski vekiller) bu tartışma ve ayrışma sürecinde ya pasif kalacaktı ya da tartışmanın sonucunda açığa çıkacak olan yeni rollere uyum sağlayacaklardı. Demirtaş’ın da bunu kabul etmesini bekliyorlardı; bu yüzden Demirtaş’ın yazısına ve röportajına çok şaşırdılar. Bu şaşırma en saf ve belirgin halde, Demirtaş’ın eski koğuş arkadaşı olan Abdullah Zeydan’ın TELE 1’e yaptığı açıklamada görüldü. Parti’nin cezaevi kadrolarında, şimdiye kadar, böylesi “kapsamlı özleştirisel bir yaklaşım” olmadığını dile getiren Zeydan, “Parti olarak kendi iç değerlendirmemizi henüz yapamadık” diyerek, aslında, HDP’nin eleştirel bir değerlendirme ve özeleştiri dinamiğini harekete geçirmek gibi bir niyetinin olmadığını, istemeden de olsa, ifade etmiş oldu.
Ne var ki Demirtaş hamlesini yaptı ve lafını esirgemeden HDP’yi tam da kaçınmak istediği konumdan kıskıvrak yakaladı ve orada sabitledi.
Neden Demirtaş bu hamleyi yaptı da başkası buna yeltenmedi?
Çünkü Demirtaş 7 yıldır tutuklu olmasına rağmen bir lider iştiyakı ve sorumluluğuyla hareket ediyordu. Bu sorumluluk bilincinden ve eyleminden ötürü, dışarıda olanlardan daha çok şeye ve daha çok söze hakkı oldugunu düşünüyordu. Bu düşüncesinin HDP tabanında da bir karşılığı vardı ve bu karşılık, Demirtaş’ın elini güçlendiriyordu. Gücünün farkında olan Demirtaş erken davranıp tartışmayı başlattı; ve yine bu yüzden, meseleyi kamusallaştırıp “muhasebe” etkinliğinin “dar bürokratik klik” olarak tavsif ettiği HDP politbürosu içinde dönmesini engelledi.
Özeleştiri; Türkiye’nin engebeli siyasal topografyasında, bir günah çıkarma, bir nedamet getirme ve bir özür dileme seansı olarak işliyor. Hâlbuki özeleştiri, yapılan eylemlerin neden başka türlü yapılamadığına dair konjonktürel bir analize dayanır. Başka bir ifadeyle, özeleştiri “hata yaptık!” demek değildir; “bu hataların yapılmasına imkân veren yapısal koşullar ve politik süreçler nasıl inşa olunmuştu?” sorusunu merkeze alarak bir muhabese yapmaktır. Bu tarz bir soru ve bu türden bir muhasebe, Türkiye siyasal arenasında daima ıskalanır; bunun yerine, “bir sonraki seçim için daha çok çalışacağız” benzeri beyanatlarla yetinilir.
Demirtaş’ın ikinci hamlesi, “özür dileme” konumunu kendisinin işgal etmesi oldu. Nitekim hem yazısında hem de röportajında “yeteri kadar başarı gösteremedim” mealinde sözler sarf etti. Demirtaş’ın yaptığı da bir özeleştiri değil; ama mahpusluk koşulları göz önüne alındığında halk nezdinde bu açıklamalar yeterli görülebilir. Ancak HDP yöneticilerinin bu tarz özür veya yetersizlik açıklamalarının makul ve makbul kabul edilmesi, Demirtaş’ın o koltuğa oturmasından sonra, epey zorlaşacak.
Demirtaş’ın “aktif politika yapmayacağım” açıklaması, ilk başta, geri çekilme gibi görünse de, kendisi için bir güvenoyu ortamı oluşmasına, hem halk nazarında hem de parti profesyonelleri nezdinde güçlenerek yoluna devam etmesine yarayacak.
HDP’nin Dramı: A-politik Bir Parti Derekesine Düşmek
HDP’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar, tutuklamalar, kovuşturmalar, cana kast eden baskınlar, hatta ölümle sonuçlanan saldırılar; HDP’nin politik etkinlik sahasını bayağı daralttı. Kayyum politikası üzerinden Belediyelerin HDP’nin elinden alınmasıyla, partinin halka daha fazla açılması meşakkatli oldu. Belediye Başkanlıklarından mahrum edilmesiyle kent yoksullarına erişimi kısıtlandı ve şehrin orta sınıflarına yönelik örgütleme girişimleri ya yetersiz kaldı ya da HDP’ye yaklaşan orta sınıflar açısından güvenlik zaafiyeti doğurdu. Ayrıca, Belediyelere kayyum atanmasıyla, HDP’nin kent ekonomisine yönelik makro politikalar geliştirme olanağı ve şehrin burjuvazisiyle diyalog kurma zemini yok edildi.
Bu sorunlar ve devletten kendisine yönelen şiddetli tazyik, HDP’nin hamle zeminini kevgire çevirdiği gibi onu kendi içine kapanan bir yapıya dönüştürdü. Ama bu ve benzeri sorunlar, HDP için “birtakım zorluklar” kabilinden tanımlanabilir. “Zorlukların” şiddetine rağmen bunlar, HDP için yeni bir durum arz etmez. HDP’nin temsil ettiği siyasal gelenek, bu tür “zorluklar” karşısında hatırı sayılır bir tecrübe biriktirdiği için böylesi “zorluklar”, Sokollu Mehmed Paşa’nın metaforları ile söylersek, HDP’nin kolunu kesmekle değil sakalını kesmekle sonuçlanır. Bununla beraber, HDP’nin karşı karşıya kaldığı 2 güçlü meydan okuma, bu zorlukların ötesinde bir cendere yaratmıştır. İzah edeceğim 2 meydan okuma, HDP’yi kolsuz bırakacak denli kudretlidir.
İlk meydan okuma, Erdoğan’a ve AK Parti’ye ‘mutlak düşman’ mesabesinde yaklaşmasıdır. Bu yaklaşım, HDP’nin en büyük açmazını oluşturdu. Erdoğan ve AK Parti ile siyasal rekabete veya politik karşıtlığa girişmek yerine, onu her ahval ve şeraitte karşısına alması HDP’nin sebeb-i hikmetini tek şeye mecbur bıraktı: Ne olursa olsun, Erdoğan ve AK Parti aleyhinde kalmak. Bu aleyhtarlık o denli şiddetli ve yoğun bir düzeyde yaşanmaktadır ki, politik bir karşıtlık olmaktan çıkıp etik bir karşıtlık biçimine büründü: Yani, Türkiye’de kötü olan ve kötü giden her şeyin mucidi Erdoğan imgesi yaratarak ona karşı durmak. Diğer bir deyişle, HDP için, Erdoğan ve temsil ettiği politik çizgi salt kötülük timsalidir.
Politik karşıtlıklar çekişmelerle ama eninde sonunda müzakerelerle ilerletilirken, etik karşıtlıklar nefretle, birbirine sağır kesilmelerle ve yok etmelerle ilerler. HDP şimdiki (ve müstakbel) ittifaklar mantığını daha baştan Erdoğan’a karşıtlık üzerinden kurarak kendisini Erdoğan’la etik alanda bir cenge mahkûm etti. Etik alandaki cenk, ideolojik yaralamalarla ve birinin diğerini ahlâken küçük düşürmesiyle sonuçlanır. Erdoğan ve önderlik ettiği iktidar blokunun kontrolündeki devasa ideolojik aygıtlarla mukayese dahi edilemeyecek kadar güdük ideolojik aygıtlara sahip HDP’nin, bu etik savaştan sağ çıkması mümkün olmadı. HDP’nin mevzilendiği a-politik ve etik karşıtlık, siyasal iktidar tarafından kendisine karşı asimetrik bir şekilde kullanıldı. HDP, Erdoğan ve AK Parti’ye etik sloganlarla muhalefet edince iktidar bloku HDP’ye daha şiddetli etik salvolar savurdu. Böylece HDP, Türkiye’deki bütün kötülüklerin kaynağı olarak damgalandı: Terörist, vatan haini, katil, bozguncu, art niyetli vs vs. Günün sonunda kimsenin yaklaşmak istemediği, kendisiyle müttefik partilerin bile HDP’yle anılmaktan çekindiği istenemeyen insanlar grubuna dönüştü. HDP’nin bir parti olmaktan çıkma tehlikesi, kendi rızasıyla politik alandan etik alana sıçramasıyla başladı.
İkinci meydan okuma, HDP’nin kurduğu ittifakların sol ve marjinal sosyalist partilerden ibaret olmasıdır. Bu yapılar, aynı zamanda, HDP’nin ideolojik çerçevesini de şekillendirdi. Niceliksel yetersizliklerini ideolojik ajitasyondaki maharetleriyle; pratik alandaki kifayetsizliklerini teorik alandaki görkemli kavramlarıyla perdeleyip HDP’nin ideolojik formasyonunu belirleme gücüne sahip oldular. HDP’nin diğer Kürt partilerinden uzak durması ve Türkiye’deki muhafazakâr politik yapıları içermemesi, onu şehvetli ama a-politik bir aktivizme mahkûm etti.
Sol ve marjinal sosyalist partilerin kendilerini varkıldığı alan politika alanı değil, aktivizm alanıdır. Bu yapılar; bildiri dağıtmakla, ajitasyon çekmekle ve sokak eylemcisi duyarlığıyla güdülenen bir geleneğe dayandıkları için, politik alanın müzakereci ve elastiki kurallarına yabancıdırlar. Başka bir ifadeyle, politikaya yabancıdırlar. Aktivizmin rakibi yoktur, nefret beslediği, sürekli ahlâken küçük düşürmeye çalıştığı düşmanı vardır. HDP; müttefiklerinin ideolojik öncülüğünde politika alanında değil de miting alanındaymış gibi, kürsüde mikrofona değil de meydanda megafona konuşuyormuş gibi, parlamentoda değil de sokaktaymış gibi eyleyerek, kendini yüksek sesli aktivizme ama kısık sesli politikaya icbâr etti.
İzah edilen 2 meydan okumanın ortak sonucu: HDP günbegün a-politik bir niteliğe büründü. Ve bu, HDP açısından bir dramdır. Demirtaş’ın parti yerine “yöre derneği” benzetmesi; HDP’nin a-politik bir hüviyete kavuşmasıyla ve parti olmayan parti biçimine dönüşmesiyle anlamlı bir örtüşmeye tesadüf eder. Demirtaş, HDP’nin karşı karşıya kaldığı ikinci meydan okuma olarak tarif ettiğim, sadece sosyalist gruplarla ittifak kurulmasını bir sorun olarak telakki ettiği için, HDP politbürosunun bir adım önünden gitmektedir. Yeni ittifakların, müzakerelerin ve düşmanlık düzeyinde değil rekabet düzeyinde politika yapmanın zeminini inşa etmek istiyor Demirtaş.
Eskimeyen Kurt Masalı: “Kandil’in Hegemonyası”
Demirtaş’ın çıkışında Kandil’e de mesaj verildiği iddialarını, Kürt meselesine dair her şeyi PeKaKa’lılaştırma eğilimi olarak tanımlıyorum. Türkiye’deki ana akım medyadan tutun Kürt meselesiyle uzmanlık düzeyinde ilgilenen akademisyene kadar, herkesin Kürt meselesi algısı PKK ile maluldür. HDP’nin üzerinde Kandil’in gölgesi veya Kandil’in hegemonyası yoktur; bilâkis, HDP’nin a-politik niteliği Kandil için de çözümsüz bir bilmecedir.
Kandil’in askerî açmazları ile HDP’nin a-politik sıkışması örtüşünce, Kandil’den gelen her beyanat ve röportaj Türkiye siyasal arenasında bambaşka anlamlar kazanıyor ve HDP’nin siyasal rakiplerine altın fırsatlar sunuyor. Bu fırsatlar, medya aktörlerine de üzerinde günlerce mesai yapacağı klişeler veriyor. HDP’yi tanımlamak için üretilmiş eski masallar geri çağrılıyor hemen: Terörle arasına mesafe koymayan HDP masalı. Masalın bir gereği olarak HDP, laak diye ortadan ikiye bölünüyor: Güvercinler-Şahinler ayrımı, Türkiyeciler-Kürdistancılar ayrımı, Ilımlılar-Radikaller ayrımı, Edirneciler-İmralıcılar ayrımı ve benzeri…
Bu kurt masalını, Kürt meselesindeki Türk sorunu olarak tanımlayabiliriz. Uzatmaya değmeyen bir boyut olarak gördüğüm için şunu belirterek geçiyorum: Demirtaş’ın hiçbir mesajı Kandil’e yönelik değildir, o Kandil’e konuşmaz; ya HDP’ye konuşur ya da TBMM’deki diğer partilere. Kandil’e (veya İmralı’ya) konuşmaz; çünkü Demirtaş’ın Kandil’e ve İmralı’ya konuşması için hiçbir somut zemin yoktur. Hele tutukluluk koşullarında Demirtaş’ın Kandil’e bir mesaj yollaması veya bir imâda bulunması mümkün ve rasyonel değil. Beri yandan, Demirtaş’ın gözettiği bir denge var tabii: Kandil, Kürt sorunun hem askerî sonucu hem politik realitesidir; Demirtaş’ın siyaset yaptığı ve kitlesel taban kazandığı zeminlerden bir tanesi de Kürt sorunu zemini olduğu için gözettiği denge, bu sonuç ve realite mucibincedir. Bu sonuç ve realite karşısında Demirtaş’ın konumu, diyalog veya mesajlaşma gerektiren bir konum değildir. Diyalog ve mesajlaşma olguları Demirtaş ile Kandil arasında değil, Devlet ile Kandil arasında cereyan edebilir ancak.
Demirtaş’ın Gırtlağından Konuşan Kim/ler?
Demirtaş’ın kamusal alanla tek irtibatı, attığı tweetlerdir. Bu etki gücü yüksek tweetleri Demirtaş’ın yönlendirmesi ile avukatları atıyor. Bu tweetler, Demirtaş’ın yürürlüğe koyduğu politikadır; bundan sonra yapmayacağım dediği “aktif politika”nın ‘politika’ kısmı bu twetlerle icra ediliyordu.
Tweet atmak, politika yapmak hüviyetini nasıl kazanır? Bahsi geçen tweetler, ancak ve ancak, HDP’deki bir fraksiyonun eğilimlerine veya kararlarına tekabül ediyorsa, politika yapmak anlamını kazanır. Ya parti içi bir fraksiyon kendi eğilimlerini Demirtaş’a iletip destek istiyor ya da Demirtaş onların destek vereceğini bildiği tweetleri yazıp avukatlarına veriyor. Yahut ikisi birden. Bu sebepten ötürü, diyebiliriz ki, tweetleri atan kolektif Demirtaş’tır.
Bu kolektivitenin kimlerden müteşekkil olduğu kamusal bir bilgi olarak malumumuz değil. Fakat malum olan şey şu: Kolektif Demirtaş’ın kararları çelişki dolu oldukları için birey Demirtaş’ı zor durumda bıraktılar. Demirtaş’ın “aktif politika yapmayacağım” cümlesindeki aktif kısmı, bu meçhul kolektiviteye işaret ediyor; faal anlamındaki aktifliğe değil. Politikacı Selahattin Demirtaş’ın son çıkışı, kolektif Demirtaş’ın çelişkilerinin birey Demirtaş’a yıkılmasına da set çekecek bir çıkıştır.
Bahsettiğim çelişkilere somut bir örnek: Demirtaş, yayınlanan söyleşisinde, 14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP’ye “Cumhurbaşkanı adayı olabileceğini ilettiğini” ancak bu önerisinin “hiçbir gerekçe sunulmadan reddedildiğini” ifade ediyor. Şöyle devam ediyor Demirtaş: “Cumhurbaşkanlığı adaylığıolmaya tartışmaları başlamadan önce ben Genel Merkezimize, Cumhurbaşkanı adayı hazır olduğumu ve seçimi ikinci tura bırakıp o aşamada demokratik hamlelerle daha fazla katkı sunabileceğimizi belirttim. Ayrıca, benim adaylığım partimizin de oy oranını artırabilir dedim. Aslında siyasi yasağım yoktu ama ola ki Yüksek Seçim Kurulu adaylığımı reddetse bile sonrasında çıkaracağımız adayın tabanımızın sahiplenmesinin daha kolay olacağını belirttim. Fakat bu önerim, herhangi bir gerekçe sunulmadan reddedildi. Gerekçesini halen bilmiyorum.” (vurgu bana ait.)
Demirtaş “bilmediğini” söylüyor; oysa bundan şüphelenmemiz için bazı çelişkiler ve somut veriler mevcut. Bu açıklama ve ileri sürülen iddialar ile Demirtaş’ın Ocak ayında yaptığı (daha doğrusu, yaptığı söylenen) açıklamalar çelişmekte. HDP’nin resmi açıklamasında Demirtaş’ın şunları söylediği duyuruldu: “… Demirtaş ile bir heyetimiz, kendisinin cumhurbaşkanı adaylığı konusunda dün (26 Ocak) Edirne Cezaevinde görüşme yaptı. Yapılan görüşmede Demirtaş heyete teşekkür ederek, kendisinin hukuki durumunun adaylık için uygun olmadığını belirtti ve partinin bu konuda yapacağı çalışmaların destekçisi olacağını vurguladı.” (vurgu bana ait.)
Resmi açıklamanın devamı, bir kibarlık tiyatrosunu andırır: Demirtaş’ın “teşekkürüne” karşılık heyetin de “kendisine teşekkür ettiği” bildirilir ve “Demirtaş’ın, Emek Özgürlük İttifakı’nın adayı olarak ortaya çıkacak ismin arkasında duracağı” kaydedilir.
Dahası var: Ertesi gün (27 Ocak) Demirtaş’ın, avukatları aracılığıyla cezaevinden Fransız haber ajansı AFP’nin sorularını yanıtladığı ileri sürülen ve “Mahpus Kürt Lider Erdoğan’a Karşı Birlik Çağrısı Yapıyor” başlıklı bir haber servis edildi. (AFP’nin resmi sitesinde böyle bir habere denk gelmedim ama birkaç İngilizce ve Türkçe site, AFP referansıyla haberi yayınladı.) Haber, Demirtaş’ın önce şu ifadelerine yer veriyor: “Şu aşamada HDP’nin kendi adayını çıkarması daha yüksek ihtimal görünüyor.” Ardından hemen Altılı Masa’nın ortak adayına açık kapı bırakıyor ve şöyle devam ediyor haber: “Müzakereler yoluyla HDP ile varılabilecek bir uzlaşma sonucunda, Kürtler dahil Türkiye’nin tüm muhalefetini temsil edecek bir adayın hâlâ çıkarılabilir.” Mezkûr haber Türkçe yayın yapan sitelerde “Ortak Bir Adayın Desteklenmesinden Yanayım” başlığıyla yayınlandı.
Hem HDP tarafından yapılan resmi açıklamalarda hem Demirtaş’ın twitter hesabının bio’sunda, onun “siyasi rehine” olduğu vurgulanmaktadır. Eğer Demirtaş “siyasi rehine” ise, kimin ve hangi siyasetin rehinesi olduğu kamuoyuna izah edilmelidir; çünkü belli ki Demirtaş’ın söylemediği şeyler bizzat o söylüyormuş gibi yayın yapıldı aylarca. Teşbihte hata olmaz: Tıpkı Antonio Gramsci’nin hapishanede tuttuğu defterlerin İtalya Komünist Partisi önderlerinden Palmiro Togliatti’nin “kontrolünden” geçtikten sonra yayınlanması gibi, Demirtaş’ın açıklamaları ve yazıları HDP’nin bir fraksiyonunun dolaylı ya da dolaysız “kontrolünden” geçiyor.
HDP’nin resmi propaganda mercileri Demirtaş’ın “rehineliğinin” müsebbibi olarak, AK Parti ve MHP’yi işaret ediyor; oysa görülüyor ki Demirtaş, aynı zamanda, bizzat Demirtaş’ın gırtlağından konuşan HDP’nin de “rehinesi” imiş. Demirtaş vakası diye tanımladığım şey, işbu ikinci rehineliktir. Ve politikacı Selahattin Demirtaş’ı asıl hiddetlendiren, bu rehineliktir.