[8-9 Kasım 2022] Bir Vahdettin patırtısı çıktı. İzmir’in 9 Eylül’de Yunan işgalinden kurtuluşu kutlanırken, Belediye Başkanı Tunç Soyer Nutuk’tan, daha özel olarak Gençliğe Hitabe bölümünden alıntı yaptı. Vatanı yönetenler “gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet içinde”ydiler dedi. Meral Akşener işi demagojiye vurdu. Öyleydiler demiyor; “olabilirler” diyor, dedi. Mustafa Kemal’in geçmişte öyle oldu ve gelecekte de öyle olabilir dediğini elçabukluğu marifet yok saydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Osmanlıya hakaret diye çok öfkelendi; senin ne haddine diye gitti Soyer’in üstüne. Hakaretse, hakareti acaba kim etmiş; hiç bunun üzerinde durmadı.
Serbestiyet bana sordu, hain mi kahraman mı diye. Bir, bu terimleri kullanmayı reddettim. İki, somut olarak, Mayıs 1919’dan sonra işgale ve işgal kuvvetlerine hiç itiraz etmediğini, en ufak bir direniş işareti göstermediğini anlattım.
Atatürkçü mahalleden alkış geldi. Kimileri işte tarafsız, bilimsel tarihçi dedi. Aidiyetlerini bilemiyorum. Müslüman kesimden biraz küfür aldım.
Rusya ve Çin üzerinden, milliyetçilik konularına girdim. Putin’in Ukrayna’ya saldırma gerekçeleri ile Şi Cinping’in Tayvan’ı gerekirse zor yoluyla istilâ ve ilhak tehditlerini dayandırdığı gerekçelerin öncellerini irdeledim. Bunların nasıl 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarının irredantist, yayılmacı milliyetçiliklerinin (meselâ Yunan megali idea’sının, İttihatçıların Turancılığının, ya da Hitler’e kadar uzanan Pan-Cermanizmin) hık demiş burnundan düşmüş olduğunu hatırlattım.
Ulusalcılar, Avrasyacılar, Putinciler çok sinirlendi. Batı emperyalizmine uşaklıkla suçlandım. Muhayyilesi ortalamanın üzerinde biri, size bu adamın kim olduğunu söyleyeyim dedi; bu, BND’nin (Bundesnachrichtendienst’i kastediyor, yani Federal Alman dış istihbarat servisini) bir yetiştirmesi ve ajanıdır. Bu bir ilk; yani (üniversiteyi nerede okuduğumdan hareketle) CIA ya da (doktoramı nerede yaptığımdan hareketle) MI6 değil de BND. Eh, bunu da öğrenmiş oldum. Koleksiyonuma kattım. Nadide bir cevher gibi saklayacağım.
İYİ Parti web sitesine, 22 yaşında üç kahve tarayıp 5 kişiyi öldüren ve 12 kişiyi yaralayan, sonra da 12 Eylül askerî diktatörlüğünce idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu’nu “ilk şehidimiz” diye öven bir paylaşım kondu. Bilvesile, yiğitlik, şehitlik, kahramanlık (ya da canilik, katillik, işkencecilik) meselesine biraz kafa yordum. Gerek aşırı sağın, gerekse aşırı solun hangi folklorik geçmişi herhalde farkına varmaksızın (ya da ulusalcılık örneğinde, artık bile isteye) paylaştığına değindim. Topal Osmanlar, Yahya Kaptanlar, Çerkez Ethemler, İnce Memetler arasında gezindim. Vatan ve millet hizmetinin kaç yönde (Nazilere karşı da, Cezayir bağımsızlık savaşçılarına karşı da) kesebileceğini, Fransız paraşütçü işkencecilerinden ve Mehmet Eymür’lerden giderek, biraz kurcaladım.
Her iki taraftan adım, halkını sevmeyen, halkının kültürüne yabancılaşmış, kahramanlık türkülerimize sırt çevirmiş, Köroğluların, Kiziroğluların, Dadaloğluların kıymetini bilmeyen birine çıktı.
29 Ekim’de Cumhuriyetin 99. yıldönümünü, 7 Kasım’da Ekim Devrimi’nin 105. yıldönümünü, toptan coşku, yüzde yüz aklama ve hamasetle kutlamadım. Tersine, devrimlerin mirasına iğne batırdım şuradan buradan. Artılarıyla birlikte eksilerini, kazanımlarıyla birlikte bedellerini, maliyetlerini değerlendirdim. Özellikle (başlangıçtaki vaatlerine karşın) demokrasiyi üretememeleri veya demokrasiye geçememelerine dikkat çektim. “Tek yol devrim”in, hemen bütün bilinen, tarihsel örneklerde “tek yol diktatörlük”le sonuçlandığının altını çizdim. Özel ve orijinal bir teorik nokta olarak, Marksizmin ve bilhassa Leninizmin, gerçek demokratik devrimlerin mirasıyla nasıl teorik ve politik kapkaççılık yaptıklarını vurguladım.
Bu sefer Müslümanlarca epey alkışlandım. Atatürkçüler, ulusalcılar ve sair solcular tarafından ise enikonu bir küfür yağmuruna tutuldum.
Kader mi?
Neruda’dan bazı dizeleri hatırladım. Oda a la critica’dan (Eleştiriye Kaside). Kendi çevirim.
Beş şiir yazdım: / biri yeşil, / biri bir somun ekmeğe benzer, / üçüncüsü kat kat yükselen bir ev gibi, / dördüncüsü bir yüzük, / beşincisi / çakan bir şimşek küçüklüğünde…
Derken eleştirmenler çıkageldi: biri sağır / ve biri çok dilli, / ve diğerleri ve diğerleri; / körler ve yüz gözlüler, / ve kırmızı topukluları ve karanfilleriyle / zarafet örnekleri, / başkaları edeplice giyinmiş / kadavraları andırır… / bazılarıysa kâh Marx’ın alnına çöreklenmiş, / kâh bıyıklarında çırpınıyor; / bazıları da İngiliz, / sadece İngiliz…
Ki Neruda’nın kendisi de komünistti biliyorsunuz. Ama işte onun gibi ben de illâ bu “Marx’ın alnına ve bıyıklarına çöreklenmiş”lere tutuluyorum.