Elzem görünüyor, olabildiğince özet geçmeye çalışacağım. Didaktik üslup için peşinen özür dilerim, özetlemeye çalışınca böyle oluyor.
Modern ulus devlet, hem kavramsal ve hem de kurumsal olarak “zuhur eden” (emergent) bir şeydir. Zuhur eden şeylerin temel özelliği, kendisini meydana getiren veya daha öncesinde kendisinin yerini tutan unsurlara benzemezliğidir. Kendisinden önce mevcut olan ve devlet olarak adlandırılan kurumların, ulus devleti anlamaya neredeyse hiçbir katkısı yok yani.
Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kuran kadroların ve o devletin yaslandığı neslin son derece tayin edici bir tecrübesi vardı, Ermeniler/Ermenilik imha edilmiş, Ermenilerin malları yağmalanmıştı. Devleti olmayanın başına nelerin gelebileceğini, kendi fiillerinin neticesinden biliyorlardı yani. Ulus devlet, bir topluluğun canını, malını, ırzını, devleti olan başka bir topluluktan korumak için elzemdi, eşkıyadan korumak için değil. Veya… Başka türlü söylersek, eşkıya, devletlerdi artık.
Ulus devlet, tarihin belirli bir safhasında ortaya çıktı. O safhanın imalat, ulaşım, haberleşme teknolojileri, kısa süre önceki teknolojilere kıyasla olağanüstü bir sıçrama sergilemişti. Mesela Fransa ölçeğindeki bir coğrafyanın bir ucundan bir ucuna herhangi bir bilginin taşınmasının süresi, günlerden dakikalara inmişti. Ama hâlâ Çin’den Fransa’ya bilgi ulaşması haftalar, aylar alabiliyordu. Teknolojik limitler, demek ki, ulus devletlerin optimum büyüklüğü hakkında bir sınır getiriyordu.
Daha mühimi, imalat teknolojilerinde bir devrim gerçekleşmişti, katma değerin —bugünden bakınca son derece komik sayılsa da— kısa süre öncesine kıyasla önemli bir bölümü sınaî faaliyetlerle üretilir olmaya başlamıştı. Ancak sanayi, herkese kendi tercihine göre üretim yapabilecek esneklikten çok uzaktı. Ford’un “herkes istediği renkte otomobil sahibi olabilir, siyah olmak kaydıyla” dediği rivayet edilir. Zannımca bir şehir efsanesi ama dönemin kapasitesi hakkında son derece sağlam bir tespit olduğu için dilden dile, nesilden nesle taşınabiliyor. Demek ki bir ulus devletin sınırlarının içindeki herkesin benzer tercihlerde bulunması elzemdi. Siyahsa siyah, kırmızıysa kırmızı ama “biraz siyah, biraz kırmızı” değil. O halde demek ki, insanların standardize edilmesi gerekiyordu.
Edildiler.
İnsanlar standardize edilirken, ya siyah otomobil isteyenlerin veya kırmızı otomobil isteyenlerin istedikleri oldu. İstediği olmayanlarda sitem birikti. Ancak o sitemlere gelmeden… Mesela Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin vatandaşlarının neredeyse tamamı, Ermenilerin başına gelenlerin kendi başlarına gelmemesini sağlayacağı ümidiyle ulus devlete kredi açmış, rıza göstermişti. Mesela Kürtler de… Devlet “siyah mı, kırmızı mı” tercihleri yapmak zorunda kaldıkça, tercihlerde ihmal edilenler sancımaya başladı. Zamanla bazı sancılar yoğunlaştı.
Tamamı teknik zaruretlerle açıklanabilir bir süreçten söz ediyorum. Farklı tercih ve yönelimleri olan çok sayıda kesimin standardize edilmesinin sancısız, sıkıntısız gerçekleşmesi elbette mümkün değildi yani. Ancak Türkiye Cumhuriyeti misalinde —modernleşmeyip modernleştirilmiş olanlara dair birçok başka misalde de olduğu gibi— herhangi bir sosyal altlığı olmayan fanteziler de sahneye çıktı. Mesela memleketin farklı kesimlerinin müzik zevkleri birbirinden farklıydı ama yukarıdan “dayatılan” müzik, bunların herhangi birinin diğerlerine tercih edilmesiyle seçilmiş değil. İthaldi.
Zamanla, geniş kesimlerin ulus devlete açtıkları kredi tükendi, razılık eridi. Onlar hayal kırıklığına uğradıkları her durumda “devlet nerede” diyerek sitem ettiler. Devlet denen şeyin önceliği, toplumu başka devletlerden muhafaza etmek olmaktan çıkıp, kendisini toplumdan korumaya evrildi. “Devlet nerede” diyenlerden korumaya… Meselenin Türkiye açısından zirve noktası olarak, benim açımdan bir soytarıdan ibaret olan Kadir Mısıroğlu’nun “Yunan galip gelseydi Müslüman ahaliye bu zulmü etmezdi” mealindeki tespiti görülebilir. Yaslandığı toplumun geniş kesimleri ile ulus devlet arasında oluşmuş olan uçurumu, mümkün olan en acıtıcı biçimde dile getirmişti Mısıroğlu.
Mısıroğlu’nun tespiti, dindarlar adına, dini bir hassasiyetle dile getirilmiş olabilir. Ama esasen mesele, en azından başlangıçta, dinle sınırlı değildi. Devletin yok saydığı muhtelif kesimlerin pek çoğu, en dirençli görünen muhalif cephe olarak temayüz eden dindarlara iltica ettikçe devlet de hışmını dindarlara odakladı. Karşılıklı olarak birbirini besleyen öfke ve nefret, Türkiye’nin sosyal dokusunu biçimlendirdi. Kürtlere yönelik hışım daha sonra geldi ve “devletsiz” olmanın ne manaya gelebileceği hakkındaki idraki güçlendirdi.
Her neyse… 1990’lı yıllara geldiğimizde, bir yandan Kürtlerde “devlet sahibi olma” ihtiyacı derinleşmiş, toplumun geniş kesimlerinde ise ulus devlet kavramı itibarını/meşruiyetini kaybetmişti. Bu kayıpların (a) standardizasyon zaruretinden kaynaklanan kaçınılmaz olanlar, (b) devletin fantezilerinden kaynaklananlar, (c) devletin iş bilmezliğinden kaynaklananlar gibi farklı kaynakları vardı. Ama muhtemelen en mühimi, ulus devlet denen olguyu optimum kılan teknolojik şartlar neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştı.
Tam bu safhada, Türkiye’de ulus devlete mesafeli olanlar devleti ele geçirdiler, devlet oldular. Daha önce her fırsatta “devlet nerede” diye feryat edenler, mübarek kıçlarını lüks otomobillerinin koltuğundan bir zahmet kaldırıp depremzede çocuklara meyve suyu ve kek verirken fotoğraflarını çektirme imkânına kavuştular. O fotoğrafların altında da “devlet nerede” diyenlere ders verme küstahlığına fırsat buldular. Ne anlamış olduk? İzansızlık rekorlarını kıran zavallılar, “kendilerini” devlet zannetmeye başladılar.
Yani…
Devlet sahiden de yok. O kadar yok ki, ipini koparan her haysiyetsizin kendisini devlet zannedebileceği, başkalarına fütursuzca kendisini devlet olarak dayatabileceği bir boşluğun içindeyiz. Devletin yeni sahiplerinin, yeni ve daha mesnetsiz fantezileri var. İş bilmezlikte de yepyeni rekorlar kırılıyor her an. Daha acıklısı, standardizasyon ihtiyacı ortadan kalkmışken sahneleniyor bütün bu ahmaklıklar.
Mesele şu ki, 1999 depremiyle birlikte devletin iflas ettiğinin görünür olmasını müteakip, “devlet nerede” diyenlere sahip çıkabilecek bir siyasi damar vardı, şimdiki devletlûlar. Bugün durumumuz daha acıklı. Bugünkü muhalefetin iki iri partisinin biri devleti kurmuş, öteki devlete tapınan iki damarı temsil ediyor. Dolayısıyla devletin olmadığını bilen ve yeni, daha makul bir gelecek inşası gerektiğini idrak etmemişse bile hissetmeye başlamış geniş yığınların sahibi yok.
Devlet yok —devletsiz yığınların feryatlarından “kendisini” korumak adına fevkalade haysiyetsiz ve şirret olabilmekten fazlasına aklı ermeyen bir tuhaf heyet dışında. O feryat sahiplerini asla işitmeyecek olan, devletten geriye kalmış kırıntıları kendi mülküne geçirme hayalinden fazlasını kuramayan bir başka heyet de onlarla dövüşüyor. Bitirmeden sorayım. Yukarılarda bir yerlerde “izan” kelimesini kullandım. Bu kelimeyi en son ne zaman işitmiştiniz, hatırlayabiliyor musunuz? Memlekette izan kalmadığından mı kelime tedavülden kalktı, kelime kullanılmadığından mı izan tedavülden kalktı, onlarca yıldır kendi kendime soruyor, cevaplayamıyorum.