[11-12 Kasım 2023] Millî tarih, 19. yüzyılda hemen her yerde egemendi. Öncelikle Almanlar (Prusya ekolü), sonra Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve başka herkes, kendi ulus-devletinin kökenlerine, sürekliliğine, zaferlerinin övgüsüne ve yenilgilerinin, kara günlerinin apolojisine odaklandı. Sıkı belgeciliğin mutlak ampirizme, pozitivizme ve objektivizme eşitlendiği, oysa aslında hayli ideolojik bu yaklaşımın, ister istemez militanları da türedi. Birçok ülkede modası geçti; Türkiye’de belki ikinci, belki üçüncü baharını yaşıyor. Oysa mesleğinin keskin kenarında yer alan çağdaş tarihçinin meselesi, övmek veya yermek değil, geçmişe yolculuk yapıp o gerçeklik dilimlerini olabildiğince içeriden görmek ve (eleştirelliği yitirmeksizin) anlamak olmalı.
Bütün devrimlere ilişkin değerlendirmeler zaman içinde değişime uğrar. Başta zaferleri ve kazananları kutlanır, hattâ kutsanır; zamanla bedelleri ve kaybedenleri ağır basar. Toplumsal gelişmenin her ânında, küçük büyük her olayda, hep “takaslar” vardır (tradeoffs). Bir şeyler alırsınız ama bir şeyler verirsiniz de. Sırf açılan değil, aynı zamanda kapanan kapılar söz konusudur. Fakat ilk ağızda farkına varılmaz. Nelerin kaçtığı daha sonra algılanır. Hattâ bize daha yakın oldukları, belki içinde yaşadığımız için, daha büyük önem kazanır.
Fransız Devrimi için de böyle oldu, Bolşevik Devrimi için de, bugün Kemalist Devrim için de. 1789, 1917, 1923… hepsi giderek bizden uzaklaşıyor. Onuncu Yıl Marşı, gerçek bir kutlamaydı. Sözlerine de yansıyor. Bir simülasyon, sathî bir hamaset değil, otantik bir heyecan söz konusuydu. Bugün değil, 1933’te yazılması ve söylenmesini kastediyorum. O yılların şiirlerinde, o yılların fotoğraflarında var bu his. Sadece artıları görüyor, eksileri yok sayıyorlar (ya da konuşamıyorlar). Fakat sonra durulma ve yorgunluk başgösteriyor. Keyfî (kimi ne zaman vuracağı belli olmayan) ihtilâl hukuklarına karşı, normalleşme özlemi yaygınlaşıyor. Devrimin koşu hızı yavaşladıkça, akıp giden enstantaneler tek tek seçilmeye başlıyor. Devrimci diktatörlüğün maliyeti belirginleşiyor. Jakoben Terörü (1792-94) daha o gün apaçık ortada. Kısa sürede zıddını doğuruyor. Sovyetlerde Lenin’den Stalin’e ÇEKA, OGPU, NKVD, KGB, Yagoda ve Yezhov, zorla kollektifleştirme ve Holodomor (Ukrayna’daki büyük açlık), 1936-38 Moskova Duruşmaları ve Gulag birbirini izlemiş. Parti hegemonyasının giderek çözülmesi, herşeyi serbestçe konuşulur hale getiriyor. Farklı sesler, değişik yorumlar yükseliyor. Derken Sovyetler çöküyor ve (tabii ezelî değildi ama) devrimle geldi diye ebedî de olmadığı gözler önüne seriliyor. Türkiye’de 12 Eylül 1980 kritik bir eşik. Kemalizme eleştirel bakış daha önce de uç vermis ama hacmi de, kalitesi de, etkisi de sınırlı. Fakat 12 Eylül askerî rejiminin, olanca zulmüyle birlikte sabah akşam “Atatürkçülük” deyip durması, herkesin canına tak dedirtiyor.
Burada tehlike, o dönemin koşullarını unutmak — insanların ne ile yüzyüze geldiğini; korkularını, endişelerini, sırtını duvara dayamışlık ve artık gidecek yer kalmamışlık hissini. 1877-78 Osmanlı-Rus harbi, 1897-1900’de Girit’in elden çıkması, 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali, 1912-1913 Balkan bozgunu, 1914-18 Cihan Harbi’nde Çanakkale hariç her yere başarısızlık, nihayet Nablus Hezimeti ve Mondros Mütarekesi, işte böyle bir yenilgiler dizisidir. ’93 Harbi’nden (1877-78) sonra Namık Kemal’e “Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini / Yoğimiş kurtaracak baht-ı kara mâderini” dizlerini yazdırır (Vatan Mersiyesi’nde). 1915’de Gelibolu’da Mustafa Kemal’in ağzından maiyetine “Balkan hacaleti”ni hatırlattırır. Mehmed Âkif 12 Mart 1921’de BMM’de kabul edilen İstiklâl Marşı metnine “Korkma!” diye başlar, çünkü korkmaktadırlar aslında. Yokolma tehlikesiyle yüzyüzedirler. İki hafta geçmez; Birinci ve Üçüncü Yunan kolordularının İkinci İnönü taarruzu başlar (23 Mart – 1 Nisan 1921). Muharebe zaferle sonuçlandığında Mustafa Kemal İsmet Beye (İnönü) bu sefer “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz” telgrafını çeker (tepedeki başlık resmim: İkinci İnönü’den sonra Mustafa Kemal ve İsmet, askeri teftiş ederken).
Bırakalım, İmparatorluğun iki asırlık gerilemesini; sırf şu son özetlediğim 1870-1920 elli yılında dahi, apaçık bir “bahtı kara”lık ve “mâkûs talih” söz konusudur. Esasen budur, madalyonun diğer yüzünde, gecikmişlik algısını ve bundan kaynaklanan telâşlı yetişmecilik projesini tetikleyen. İlk tezahürü, 19. yüzyıl Tanzimat modernleşmesidir. Keşke bu yarışa girmeselerdi demek, çok zordur, çünkü belki de alternatifi daha 18. yüzyıl sonlarında parçalanıp sömürgeleştirilmektir. Polonya’nın 1772, 1793 ve 1795’te üç kere paylaşılıp 1918’e kadar tarih sahnesinden silinmesi, 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşının herhalde Osmanlının ancak daha uzak-güneyde ve her taraftan kuşatılamayacak bir konumda yer aldığı için kıl payı sıyrılabildiği bir kaderdir. Bu erteleme, daha III. Selim ve II. Mahmut’la yetişmeci modernleşmenin başlatılmasını mümkün kılar ve (Rusya, Çin, Japonya ve Mısır’la paylaştıkları) ilk maddesini de dayatır: “Avrupa ordusunun ithali” (David B. Ralston, Importing the European Army). Modern askerî okullar bunun için kurulur, yeni bir subay zümresi bunun için yetişir, yetiştirilir.
Ama beklenmedik bir sonuç doğar (ki zaten tarih çoğu zaman beklenmedik, planlanmamış, kastedilmemiş sonuçlar üzerinden ilerler). Bu yeni subaylar sırf askerî kadrolar olmakla kalmaz; enikonu yeni bir sosyal sınıf haline gelir. Klasik Marksist-Marksizan sosyolojinin öngörmediği bir gelişmedir bu, çünkü “ekonomi üzerinden” değil, “devlet üzerinden” ve “eğitim yoluyla” sınıflaşma örneğidir. Bu yüzden, 1960’lar ve 70’lerde garip aprioristik tartışmalar yaşanır solda — teoriye göre, her devrimin bir sınıf karakteri olması gerektiğine, dolayısıyla Kemalist Devrimin de bir “burjuva devrimi” olduğuna, Doğan Avcıoğlu’nun “asker-bürokrat aydın zümre”sinin ise bir sınıf değil (sahne gerisindeki? gözle görünmeyen?) “millî burjuvazi”nin bir enstrümanı olduğuna (olmuş olması gerektiğine) dair. Oysa pekâlâ bir sınıftır: göreli (ve başka herkese kıyasla çok ileri) homojenliğiyle, giriş-çıkış koşullarıyla, toplumun bütünü içinde tuttuğu yerle, en önemlisi ideolojisiyle, geri bir toplumu modernleştirme ve medenileştirme misyonuyla, nihayet iktidar olduğunda devlet üzerinden ekonomiye (hem üretim hem bölüşüm ilişkilerine) müdahale edebilme kapasitesiyle. Nitekim ne kadar sınıf olduğunu, Cumhuriyetin 20. yüzyıl tarihi boyunca ortak tutumu ve davranışlarıyla tekrar tekrar gösterecektir.
Tümüyle faydasız, dolayısıyla tam bir nâkıs diye de düşünmeyelim, çünkü bu yeni sınıftır, bir, son demlerindeki İmparatorluğu savunma görevini 1908’den itibaren devralan ve iki, bu çerçevede, bu görevin ve bilincin uzantısında, Millî Mücadele’yi de örgütleyip, yönetip başarıya ulaştıran. Evet, bazı bakımlardan, Jön Türk devrimiyle iktidara geldiklerinde kendilerini içinde buldukları (âdetâ kapılarına, kucaklarına bırakılan) emperyal ya da yarı-emperyal misyonun devamı gibidir 1919-1922 (kuşkusuz fikrî boyutu, hâkimiyeti milliye düşüncesi hariç). Bu yüzden de, Kurtuluş Savaşı veya Millî/Ulusal Kurtuluş Savaşı deyimleri yanlıştır aslında. 1960’larda türemiş bir Vietnam ve Cezayir özentisidir. Örneğin Ceyhun Atuf Kansu’nun Mekong deltası ile Sakarya nehrini (ve muharebesini) birlikte andığı yıllarda, sosyalist solun yeni bir devrim veya darbe umudunu “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” (Hikmet Kıvılcımlı) diye sunmaya kalkışmasının bir türevidir. Oysa Osmanlı/Türkiye hiç sömürgeleştirilmemiş ve zaten bu sayede kendi yukarıdan aşağı Tanzimat modernleşmesini gerçekleştirebilmişti. Dolayısıyla kaybedilmiş bir istiklâlin yeniden ve sıfırdan kazanılması değil, mevcut ama küçülmüş ve eprimiş bir istiklâlin korunması, pekiştirilmesi ve yeniden tanımlanmasıydı söz konusu olan. Bunun da doğru adı belki Millî Mücadele’ydi, belki (yukarıdaki nüanslar hatırda tutulmak kaydıyla) İstiklâl Harbi’ydi. Ama yeniyetme adıyla (Ulusal) Kurtuluş Savaşı değildi.
Ayrıca, geç dönem Osmanlı toplumu ve coğrafyasının başka hiçbir kesiminde yoktu bu kapasite. Orduydu, hemen tek örgütlü güç. Ona kumanda eden asker-bürokrat sınıftı, dünyayı tanıyan ve ne yaptığını bilen. Kazandılar; hani illâ bu soruyu sormak gerekirse, ülke için, millet için, halk için elbette yüzde yüz iyi oldu kazanmaları. Ama işte bir adım sonrasında gene o “takaslar” (tradeoffs) meselesine, ya da açılan kapılar ve kapanan kapılar meselesine geliyoruz. Kazandılar ve iktidara yerleştiler ve 1925-27 krizinde bütün rakiplerini (ılımlıları, muhafazakârları, 1919-22’nin Büyük Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup ve türevlerini) tümüyle tasfiye ettiler. Millî Mücadele’yi veren bir “büyük ittifak” vardı (Churchill: the Grand Alliance); bir “birleşik cephe” vardı, hem radikalleri hem ılımlıları, hem modernist Türk milliyetçiliğini hem Müslüman yurtseverliğini (Zurcher) kapsayan. Kalmadı, tuzla buz oldu. Âkif kendini sürgün etti. Mustafa Kemal’in liderliğindeki modernist Türk milliyetçileri, daha önce değindiğim telâşlı yetişmeciliğe, kaldıkları yerden devam etti. Otoriter modernleşmecilik, Tek Parti döneminde doruğa çıktı. Adını doğru dürüst koyamıyoruz ama tabii bir Tek Parti diktatörlüğüydü. Siyasette ve ekonomide, (1929-30 Büyük Bunalımı’yla da birleşerek) benzersiz bir merkeziyetçiliğe yöneldi. Meiji Restorasyonu sonrasında Japonya gibi, özellikle Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği gibi, Kemalist Türkiye de, devletin ve ordunun millet karşısında tanrı rolüne girdiği Bismarck-vârî bir “Prusya yolu”na girdi. Askerî-bürokratik sınıf, elde avuçta kalan biricik toprağın tepesine kondu ve özellikle 1930’ların Kültür Devrimi denemesiyle, kendi suretinde bir millet yaratmaya girişti. Zar zor korunup yeniden tanımlandığını söylediğim o bağımsızlık, mars marşla, hızlandırılmış bir ulusal kalkınmacılık cebrî yürüyüşüne dönüştü. Bu da günümüzün birçok Asya ve Afrika ülkesinde görülen hanedanımsı “Big Man” (Büyük Ağabey? Büyük Kurtarıcı?) rejimlerinin bir öncelini doğurdu. Tersten söyleyelim. Türkiye’nin Millî Mücadelesi daha 1920’lerde, 1950 sonrasının bağımsızlık mücadelelerini haber verdiyse, Türkiye’nin daha 1930’lardaki Tek Partisi ve Atatürkçülüğü de 1960’lardan günümüze uzanan nice Üçüncü Dünya rejiminin (en tipik şekliyle Nâsırcı ve Baasçı “Arap sosyalizmi” diktatörlüklerinin) gene bir otuz kırk yıl öncesinden habercisi oldu.
Hemen altını çizeyim: sırf Türkiye değildi, o yıllarda bu tür bir değişime uğrayan. Birinci Dünya Savaşının sonu, bütün Avrupa’da önce bir demokrasi yükselişine yol açtı. 1914’te sadece beş cumhuriyet vardı; 1919-20’de 18 oldu. İmparatorluklar dağıldı; ulus-devletler kuruldu; anayasalar yazıldı. Derken rüzgâr tersten esmeye başladı. 1920’li yıllarda bu sefer demokrasiden kaçış başgösterdi. Anayasal demokrasilerin yerini (i) doğrudan askerî diktatörlükler (Horthy, Rivera, Pilsudski); (ii) kraliyet diktatörlükleri (Romanya, Yugoslavya); (iii) en uç noktada, Faşizm ve Nazizm; (iv) çeşitli ülkelerdeki işbirlikçileri… almaya başladı.
Türkiye, ilginçtir, hem ilk dalgada, hem ikinci karşı-dalgada yer aldı. 1919-1922 arasında, bağımsızlığını konsolide etti. 1920’den beri fiilen cumhuriyetti; 1923’te bunu resmiyete döktü. Ama sonrasını demokrasi içinde götüremedi. Millî Mücadele’nin o “Büyük İttifak”ını koruyamadı. Tekrar özetlersem: Birinci Grup ile İkinci Grup birbirinden koptu. Ilımlılara karşı iktidardaki radikaller, muhalefetin yükselişine çok sert tepki gösterdi. Şeyh Sait İsyanı’nı bahane edip, 1925’te Takrir-i Sükun yasasını çıkardılar. 1925-27 arasında İstiklâl Mahkemelerini çalıştırdılar. Her türlü muhalefeti ezip dağıttılar. Bir Tek Parti rejimine yöneldiler. Bu rejim, Mark Mazower’ın “terkedilmiş demokrasi mâbedi”nden kaçanlar manzumesinde yer aldı. Tanzimatın yarattığı askerî-bürokratik sınıf, işte bu çerçevede, bu ortamda, “kendi suretinde bir millet” yaratmaya koyuldu.
Kısmen oldu, kısmen olamadı. Türkiye farklı ve zıt mahallelerini aşamadı. Gerçek anlamıyla tek bir toplum olamadı. Cumhuriyetin bütün modernleşme hamleleri ve başarılarıyla birlikte, bu olumsuz mirasını da el’an yaşıyor ve taşıyoruz. Ve sanırım, Cumhuriyetin 100. Yılını tam nasıl kutlayacağımızı bilemeyişimize de yansıyor.