Bu yazının başlığını düşünürken “diplomaside u dönüşleri” diye atmayı öngörmüştüm. Ancak AKP iktidarının dış ilişkileri yürütme tarzının diplomasinin temel gerekleri olan üslup, güvenirlik, inandırıcılık gibi unsurlardan yoksun olması nedeniyle başlığı “dış ilişkilerde u dönüşleri” şeklinde atmayı tercih ettim. Her ülke diplomasiden ne kadar yoksun olsa dahi dünyada tek başına olmadığı için dış ilişkilerini bir şekilde yürütme zorundadır. Bu nedenle bir dış politikaya sahip olma durumundadır. Türkiye de bence böyle bir konumdadır.
Dış politikanın hedeflerinin belirlenmesi aslında demokratik ülkelerde sadece yönetimin tekelinde değildir. Yönetimle birlikte Parlamentolar, hür basın, düşünce kuruluşları da dış politikanın oluşumunda rol alırlar. Yönetim tarzlarına göre de bu rol büyük veya küçük olur. Ancak demokratik bir şekilde idare edilmeyen ülkelerde bu çoğulcu yapı bulunmaz, iktidar dış politikayı istediği gibi şekillendirir ve yürütür.
Ülkemizde uzun süre AKP iktidarından önce dahi dış politika konuları kamuoyuna pek mal edilmemişti. Düşünce kuruluşlarının bizde nispeten yeni bir icat olması, medyanın da eskiden çok fazla gelişmemiş olması nedeniyle geçmişte iktidarlar dış politikayı müdahale olmadan belirler ve yürütürlerdi. Kıbrıs başta olmak üzere bazı konularda “milli” politikadan bahsedilir, iktidarlar sık sık değişse de -ki 1970’li ve 1990’lı yıllarda buna çok şahit olduk- politikanın esasları değişmezdi.
AKP iktidarının ilk yıllarında da manzara farklı değildi. Hükümet dış politikayı tek başına yürütmüyordu. Cumhurbaşkanı, Genelkurmay, hatta TBMM iktidara fren rolünü oynuyordu. Bunun en çarpıcı örneğini Mart 2003 Irak tezkeresinde gördük. Zamanın hükümeti yarım ağızla da olsa tezkerenin TBMM’den geçmesine taraftar görünmüşse de, zamanın Cumhurbaşkanı ve askerlerin muhalefeti karşısında TBMM’den yeterli desteği alamamıştı. Yine o dönemlerde Kıbrıs sorununun Annan Planı çerçevesinde çözülmesi ve bu şekilde Kıbrıs’ın AB’ne bölünmüş şekilde değil, yeni bir birleşik devlet olarak girmesi aynı güçler tarafından engellenmiştir.
Zaman içinde iktidarın her alanda olduğu gibi gücünü arttırması ve sonunda ülkenin tek gücü haline gelip tek karar verici haline gelmesi hareket serbestisini de büyük ölçüde arttırmıştır. Bugün TBMM tamamen devre dışına çıkarılmış ve bir pasif onay makamı haline getirilmiş, askeriye 1960 darbesinden sonra kazandığı bağımsızlığını kademeli olarak kaybetmiş, düşünce kuruluşları ve basının önemli bir kısmı iktidarın güdümüne girmiş, kalanı da kafalarında sallanan Demokles’in kılıcı nedeniyle çok ihtiyatlı bir şekilde hareket etmek zorunda bırakılmıştır.
Bu durum iktidarı şüphesiz çok rahatlatmıştır. Dışişleri Bakanlığı fikir ve öneri üretip iktidara sunma işlevini tamamen kaybetmiş, sadece gelen talimatları uygulama makamı haline indirgenmiştir. Bu süreç zaten başında bulundukları bu kuruma saygı duymayan bakanların arka arkaya göreve gelmesiyle iyice hızlanmıştır. Yeni atanan Dışişleri Bakanının önceki iki selefinden farklı olacağı ümit edilmekle beraber bunun garantisi maalesef yoktur.
Bu boşluk içinde iktidar istediğini yapabilmekte, yapılanların bir mantığı, uzun vadeli bir perspektif veya strateji olup olmadığına bakmaksızın halkın milliyetçi damarını da okşamak suretiyle ve kimseden eleştiri gelmeyeceğini bile bile bazen yalpalayarak da olsa işleri yürütmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken en azından bir dönem etrafa hakaretler ve küfürler yağdırmış, sonradan da bu küfrettiği insanlarla barışmak durumunda kalmıştır.
Geçtiğimiz günlerde bunun bir örneğini çarpıcı bir şekilde gördük. Mısır Cumhurbaşkanı 2013 yılında halkın desteğiyle de olsa bir askeri darbe ile iktidarın ideolojik yakınlık içinde hissettiği Müslüman Kardeşleri devirerek başa geçmesinden sonra en yüksek düzeyde, “katil”, “zalim” gibi sıfatlarla tanımlanmış, diplomatik ilişkilerin düzeyi indirilmiş, büyükelçiler geri çekilmişti. Hatta Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin Genel Kurula katılan devlet ve hükümet başkanları onuruna verdiği bir yemeğe, kıdem esasına göre yapıldığı anlaşılan oturma düzeninde Sisi ile aynı masada oturacağını öğrenen Cumhurbaşkanı Erdoğan onunla aynı masada oturmaktansa yemeğe katılmaktan sarfınazar etmişti. Aslında Mısır’la diplomatik ilişkilerde 1930’lu yıllardan itibaren farklı nedenlerle de olsa krizler eksik olmamış, bir müddet devam eden soğukluklardan sonra işler normale döndürülmüş, ancak her iki ülke bölgede birbirlerine rakip olarak baktıkları için barışma pek samimi ve kalıcı olmamıştır.
Bu seferki kopma uzun sürmüştür. Üstelik, her iki ülke Libya’da devam eden ancak son zamanlarda sakinleşmişe benzeyen iç savaşta farklı muharip güçleri destekleyince işler iyice çatallaşmıştı. Türkiye de Mısır’dan kaçan Müslüman kardeşler örgütü liderlerine melce vermiş, faaliyetlerini topraklarımızda sürdürmelerine izin vermiştir. Tabii ilişkilerdeki bu soğukluk bizim için bedelsiz olmamıştır. Mısır’ın önderliğindeki Türkiye’yi dışarıda bırakan Doğu Akdeniz Gaz Forumu kurulmuş ve bu Forumun üzerinde çalıştığı projeler Türkiye yokmuş gibi planlanmıştır.
Son yıllarda daha çok Türkiye’nin inisiyatifiyle ilişkilerin normalleşmesi için gayretler harcanmıştır. Ancak Mısır’ın işi ağırdan aldığı ve bazı şartlar zorladığı, bunların başında da Türkiye’ye sığınmış Müslüman Kardeşlerin ülke dışına çıkarılması, yaptıkları yayınların ise durdurulması yer almaktaydı. Bu şartların önemli ölçüde karşılandığı anlaşılmaktadır. Katar Emirinin zoruyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sisi ile ayak üstü de olsa bol fotoğraflı bir görüşme yaptığı hatırlanacaktır. Arap şeyhlerinin bu barışmayı istedikleri anlaşılmaktadır. İktidarın ekonomik kaynak sağlamak amacıyla Katar ve yine yıllarca hasım olarak gördüğü ancak şimdi barıştığı Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) peşinde koştuğu bir ortamda, bu kaynağın bir koşulunun barışmanın gerçekleşmesi olması şaşırtıcı olmaz. İşin ilginci yıllar sonra karşılıklı büyükelçi atamasına geçileceğinin açıklanmasından kısa bir süre sonra Sisi’nin Temmuz ayı sonundan önce Ankara’ya resmi bir ziyaret yapacağı da duyurulmuştur. Haliyle insan merak ediyor: bundan sonraki adım, Libya’da tuttuğumuz, yine Müslüman Kardeş kökenli Trablus rejimine verilen askeri desteğin kesilmesi mi olacaktır? Aynı şekilde Suriye rejimiyle ilişkileri yeniden tesis eden Arap ülkelerinin başında gelen BAE acaba iktidara Suriye’den askerlerimizi çekmemiz koşulunu dayatacak mıdır? Saydamlığın kalmadığı ülkemizde bunları bilme imkânı yoktur.
Eskiye nazaran daha ihtiyatlı bir çizginin takip edildiği başka bir örnek de İsrail’dir. Geçtiğimiz hafta Cenin’de meydana gelen ve İsrail silahlı kuvvetleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanma iktidarımız tarafından çok sessiz bir şekilde karşılanmış, bu defa İsrail liderliğine yönelik alışılmış itham ve hakaretlerden dikkatle kaçınılmış ve büyükelçi geri çekilmemiştir. Bu da ilginç bir durumdur bence.
En son örnek ise Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldırısından sonra Cumhurbaşkanı Zelenskyy’nin kısa bir ziyaret için dahi olsa geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’a ilk defa davet edilmesi olmuştur. Oysa savaş başladıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Putin ile sayısız defalar görüşmüş, hatta onu dostu olarak tanımlamış ve daha da ileri de giderek onu basın önünde savunmuştur. Zelenskyy’nin ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna’nın NATO üyeliğini desteklemesi de Putin’i azami ölçüde rahatsız edecek şeylerin başında gelmektedir. 2014 devriminden beri Putin’in başlıca amacı Ukrayna’nın Batı ile yakınlaşmasını ve özellikle AB ile NATO’ya girmesini engellemekti. Ukrayna’nın NATO’ya girmesi yarın gerçekleşecek bir şey değil, zira savaş sonuçlanmadan gerçekleşecek bir üyelik, ittifakı da savaşa bulaştırma tehlikesini yaratır. Ancak Erdoğan’ın Putin’i sinirlendireceği aşikâr olan bu desteği neden verme ihtiyacını duyduğu meçhuldür. Her hal ve kârda, 7 Temmuz akşamı yapılan basın konferansı ile bir önceki gün Zelenskyy’nin Sofya’da Rusya’yı desteklemekle suçladığı Bulgaristan Cumhurbaşkanı Radev ile yaptığı ve atışmalara yol açtıktan sonra aniden kesilen benzer etkinlik arasında dünyalar kadar fark vardı. Oysa Bulgaristan, Türkiye gibi NATO üyesi olmasına ilaveten, bizden farklı olarak AB üyesidir ayrıca. Buna rağmen hükümetiyle paylaşılmasa dahi Radev’in sözleri Ukrayna ile ülkesi arasında bir krize yol açmıştır. Ertesi gün İstanbul’daki atmosfer çok farklıydı. Bu da Rusların gözünden kaçmamıştır. Zelenskyy’nin dönüş yolculuğunda esir değişimi sonucunda Türkiye’de kalacakları vaat edilmiş olan beş Ukraynalı komutanı götürmesi Rusya’nın tepkisine ayrıca yol açtı. Ancak bu tepkinin geleceği bilinerek Zelenskyy’ye bu kıyağın çekilmesi herhalde bir tesadüf değildi. Belli ki iktidar kendisi ile Putin arasında bir mesafe koyma ve Ukrayna aleyhine bozulmuş ilişki dengesini tesis etme gayreti içine girmiştir
Önümüzdeki günlerde iktidarımızı bekleyen gelecek sınama NATO Vilnius zirvesinde İsveç’in üyeliğine Macaristan’la birlikte koyduğu vetonun devam edip etmeyeceğidir. Macaristan, Türkiye vetosu kalktığı takdirde kendi itirazına da son vereceğini açıklamıştır. Dolayısıyla tüm gözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’da olacaktır.
Aslında son günlerde bir yumuşama gözlenir gibi. Açık provokasyon olduğu belli olan son Kuran yakma olayından sonra başta Fas olmak üzere bazı Arap ülkeleri Büyükelçilerini Stockholm’dan çekmişken ülkemiz böyle bir yola gitmemiş, tepkisini sınırlı tutmuş, hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan bu olayın provokasyon olduğunu gördüğünü açıklamıştır. Son günlerde de bu konuya değinmez olmuştur. Ancak Ukrayna’nın NATO üyeliğini desteklerken, İsveç’inkini engellemenin tezatı yabancı gözlemcilerin gözünden haliyle kaçmadı. Üstelik başta NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in ve birçok başka yetkilinin İsveç’in ülkemize karşı olan yükümlülüklerini yerine getirdiğini açıkladığı bir ortamda.
Ülkemiz demokratik çoğulcu bir ülke olsaydı, bu konu etraflı bir şekilde tartışılır, vetonun devam edip etmemesinin yararları ve sakıncaları ayrıntılarıyla ele alınırdı. Ancak böyle bir ülkede yaşamıyoruz artık. Bugünkü Türkiye’de tek bir karar verici var. Bakanların dahi söylediklerinin ehemmiyeti yok. Dolayısıyla ne olacağını beklemekten başka yapacak bir şey yok.