Türkiye’de son zamanlarda eskiye nazaran yeni bir milliyetçi dalganın tabanda güçlü bir biçimde yükselmekte olduğu tartışılıyor. Bu milliyetçiliği geçmişteki formlarından ayıran temel hususlar genelde şu maddelerle özetlenmekte: (a) seküler bir karaktere sahip olmak, (b) temel insan hakları normları ile barışık bir biçimde vuku bulmak, (c) asgari bir demokratik rejimin hedefleriyle örtüşmek, (d) kentleşme ve kuşakların dönüşümü ile birlikte gelen bireyselleşme örüntüsü. Genç kuşak milliyetçilerde dini kimlikten bağımsız olarak seküler bir karaktere sahip bu milliyetçilik biçiminin dini çoğulculuk ve toplumsal cinsiyet eşitliği normları hususunda da daha hoşgörülü olduğu göze çarpmakta.
Bu kısa inceleme yazısında temel motivasyonum normatif bir ideal olarak milliyetçiliğin ve Türkiye özelinde dönüşen milliyetçiliğin demokratik bir politik ideali ne ölçüde karşılayabileceğini soruşturmak. Her ne kadar bu dönüşüm sürecinin nedenlerine değinecek olsa da bu makale dönüşen milliyetçiliğin sosyolojik ve siyasal kökenlerini derinlemesine konu edinmeyecek.
İktidar bloğunun yarattığı sivil ve siyasal baskılardan hoşnutsuz olan genç kuşak milliyetçilere demokratik bir alternatif teşkil eden İYİ Parti’nin yükselişi; İYİP’in yükselişiyle beraber milliyetçilerin kendilerini demokratik bir çizgide konumlandırması ve bu siyasi kırılma noktalarının sosyolojik dönüşüm sürecindeki rolü belli başlı nedenlerden sayılabilir. Benzer şekilde kentleşme, kentleşme ile beraber gelen sekülerleşme dalgası, çağdaş dünya ile olan etkileşim süreci ve üniversiteleşme pratiklerinin hızlanması gibi diğer sosyolojik faktörler de bu dönüşüm sürecinde etkili oldu. Milliyetçi ideolojideki bu değişim sürecinin nedenlerine dair derinlemesine analizler için Birikim Dergisi’nin Haziran/Temmuz 2022 sayısına göz atılabilir. Benzer şekilde Ankara Enstitüsü’nün Ferhat Kentel ve Hatem Ete tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Milliyetçilik Algısı” raporuna da bakılabilir (Haziran 2022).
Bir Kıyas: Sivil Milliyetçilik ve Klasik Milliyetçilik
Modern ulus-devletler, kültürel alanla siyasal alanı özdeşleştirme ve klasik anlamıyla etnik-kültürel bir zemine dayalı bir yurttaşlık tasavvuru kurgulaması açısından siyasi örgütlenmenin yeni bir türü olarak tarih sahnesine çıkmakta. Uluslaşma sürecinin etnisite temelli kültürel bir zeminde ivmelenmesinde ve ulus-devletlerin siyasal aidiyet ile yurttaşlığın sınırlarını etnik-kültürel bir bağlamda kurgulamasında milliyetçiliğin rolü oldukça yüksekti.
Her ne kadar tarihsel olarak ulus-devletler siyasal katılımın ulus öncesi dönemin aksine halka inmesi gibi hususlarda önemli kazanımlar açığa çıkarmış olsalar da devlet ile ulusun özdeşleşmesi; ulusu oluşturan bireylerin devlete bağımlı kılınması, devlet aygıtının kurgusal-hukuki bir entite olarak kodlanması yerine ona bireylerin iradelerinin teslim edildiği bir organizma olarak yaklaşılması ulus-devletlerin temel işlevlerindendi. Benzer şekilde bütün bu uluslaşma süreci etnik türdeşleşmeyi referans almıştı, buradan hareketle de azınlık gruplarının kültürel kimlikleri pahasına kendisini var edebilmişti. Bu hususta milliyetçilik bu olgulara can suyu veren ana omurgayı teşkil etmekteydi.
Bütün bu tarihsel süreç bugün gelinen noktada çokkültürlü bir dünyanın gereklilikleri ve demokratik bir politik düzenin ilkeleri ile uyuşmamasından ötürü sorgulanmaya tabi tutuldu, milliyetçiliği daha kapsamlı ve sivil bir bağlama entegre etmeyi amaçlayan modelleri gündeme getirdi. Bu hususta yurttaşlığın sınırlarını yeniden kurgulayan, çoğulcu topumlarda siyasal sadakati etno-kültürel bir aidiyet mensupluğuna indirgemeyen yaklaşımlar kavramsallaştırıldı.
Bu hususta klasik milliyetçi tasavvurların karşısına çokkültürlü bir tasavvuru benimseyen sivil ve liberal milliyetçilikler çıktı. Klasik anlamıyla siyaset teorisinde algılandığı şekliyle ulusu ve ulusal aidiyeti etno-kültürel açıdan gören klasik yaklaşımın aksine sivil milliyetçilik kendisini yurttaşlık temelli bir biçimde kurgulamakta.
Her ne kadar yurttaşlığı önceleyen sivil milliyetçilik türlerinde gerek normatif açıdan gerek de pratik açıdan belli başlı sorunlar olmasına rağmen, milliyetçiliğin bu türü kültürel çeşitliliği gözardı etmemesi, çokkültürlü toplumlarda etnik farklılıkları ve azınlık gruplarının kültürel esenliklerini siyaseten önemsemesi gibi sebeplerden ötürü milliyetçi radikalizmi dizginlemekte işlevsel bir model olarak düşünülmeyi hak ediyor.
Türkiye özelinde geldiğimiz noktada milliyetçiler’in kültürel çeşitlilik ve modern hedefler hususunda milliyetçiliği sivil bir bağlamda ele aldıklarını iddia edebilir miyiz? Türkiye’nin çoğulcu yapısına rağmen topluma statik sınırlarla bezenmiş bir ulus kimliğini dayatan milliyetçilik gerçekten de ülkenin kimlik temelli sorunlarına barışçı çözümler sunabilecek bir bağlamda dönüştü mü? Milliyetçiliğin medeni ve barışçıl (sivil) milliyetçilik formlarına doğru bir yönelim içinde olduğunu bugün geldiğimiz noktada dile getirebilir miyiz?
Bu noktada hemen belirtmem gerekir ki burada aktarmaya çalıştığım temel fikir sivil milliyetçiliğin bir savunusunu yapmak değil. Sivil milliyetçilik ve klasik milliyetçilik arasındaki dikotomiyi anlatmamdaki temel motivasyon Türkiye’de milliyetçilerin çoğulcu milliyetçi tasavvurlara yelken açmadaki isteksizliklerini vurgulamak.
Bu bağlamda hakiki bir dönüşüm sürecinden bahsedeceksek milliyetçilerin geçmişle ve varsayımlarını dayandırdıkları toplumsal tasavvurlarla yüzleşmesi gerekmekte. Örneğin bugün geldiğimiz noktada milliyetçilerin erken cumhuriyetin etno-seküler ulus inşacı politikalarına eleştirel bir mesafe aldığından bahsedebilir miyiz? Her türlü eleştiriyi “Türke düşmanlık” olarak okuyan bu milliyetçi histeri demokratik bir bağlamda değişmediği sürece hakiki bir dönüşümden bahsedemeyiz. Türkiye’de milliyetçiler Türk ulusal kimliği anlatısının karşısında konumlanmayı “ulusa düşmanlık” olarak değerlendirmeye devam ediyor, bununla bağlantılı olarak da toplumu çıkarları bütünleşik geniş bir cemaat yahut kabile gibi görüyor. Böylesi bir toplumsal tasavvur doğası gereği demokratik bir sosyo-politik ideale karşılık gelmeyeceği gibi Türkiye’de başta Kürt Sorunu ve mülteci krizi gibi meseleleri derinleştirmekte ve tabanda ayrışmaları tetiklemekte.
Bir Uyarı
Bugün kendisini demokrat olarak nitelendiren kitlelerin ve belli başlı aydın çevrelerinin önde gelenleri, bütün bunlara rağmen geçiş sürecinde milliyetçilere bel bağlamış görünüyor. Post-Kemalist paradigmanın fikir babası olan kamusal entelektüeller ve gazeteciler, ölümcül bir günahın yüküne mahkum edildi. Türkiye’nin fikir hayatına yeni bir hava getirmenin cezası olarak ömürlerinin sonuna kadar hataları için af dilemeleri talep ediliyor, eğer o da merhamet gösterilirse. Çoğu için reva görülen ise hakaret ve linç kampanyaları.
Peki, muhafazakarları ve Kürtleri eşit vatandaşlar olarak görmek gibi büyük bir suçun faili olan bu isimleri yargılama hakkını kendinde görenlerin, Türkiye için yeni vizyonları nedir? Mütedeyyin kitleleri çağdaş uygarlığın ve anayasal demokrasinin baş düşmanı olmakla itham edenler, restorasyon sürecinin “mutedil” merkezi için ne yazık ki böylesi bir patoloik milliyetçiliğin yerini hazırlamakla meşguller.
Liberallerin naiflikleriyle alay edenlere sormak gerekiyor; muhafazakarların “gerçek yüzünü” görmeyen liberalleri siyasal ölüme mahkum ederken, memleketin iplerini bırakacağınız milliyetçi çizgininin geçmişini incelediniz mi? Türkiye’ye yeni bir anayasa ve temiz bir sayfa açacağımız tarihin bu dönüm noktasında, o sayfayı milliyetçi hezeyanlara mı kurban edeceğiz? Liberallerin aldanmasına kıyasla bu “makul” restorasyonu milliyetçilere tepside sunmak, sanıyorum, oldukça problemli olsa gerek. Biz uyarımızı yapalım…
Bir Türlü Dönüşemeyen Milliyetçilik: Sekülerlik Demokrasi için Yeter Koşul mu?
Birinci bölümde kısaca anlattığım tarihsel ve teorik olgularla bağıntılı olarak Türkiye özelinde İlgilendiğim husus şu:
Türkiye özelinde dönüştüğü iddia edilen milliyetçilik belirli bir etno-millete aitliği esas alan ve ulusla özdeşleşen devletin korunumunu toplumu oluşturan fertlere öncelikli bir görev olarak dayatan klasik milliyetçilikten ne ölçüde ayrışıyor? Klasik milliyetçilik büyük oranda ulusal birliği merkezine alarak korumacı politikaları esas almakta, ulusal kimliği gevşek bir biçimde kurgulama hususunda isteksiz olagelmektedir. Bu bağlamda, mevcut iktidara karşı hak temelli yaklaşımları müdafa eden “dönüşen” milliyetçiler Kürt Sorunu hususunda, örneğin, gerçekten dönüştü mü? Mültecilik krizi gibi günümüzde hızlı bir biçimde vuku bulmakta olan olaylar milliyetçiliğin pratik ve teorik alanını gerçekten de demokratik bir bağlamda değiştirdi mi?
Örneğin seküler milliyetçiliğin kamusal figürlerinden biri haline gelen Bahadırhan Dinçaslan, Birikim Dergisi’ne verdiği röportajda Kürt Sorunu ile ilgili geçmişin milliyetçi reflekslerini korumaya devam eden bir çizgi sunuyor. Yazar, keyfi bir tavırla Kürtlerin bir ulus statüsünde değerlendirilemeyeceklerini ve Türk üst kimliği içerisinde kendilerini konumlandırmalarının gerekliliğine işaret ediyor. Dinçaslan röportajı esnasında “Türklük” kimliğini yurttaşlık temelli bir ulusal kimlik olarak görmemekte. Fakat tıpkı resmi söylemde olduğu gibi Dinçaslan gibi milliyetçiler teoride Türk ulus kimliğini siyasi bir kimlik olarak kodluyorken pratikte bu kimliği Türk kültürünün etno-kültürel sembollerine ve anlatılarına dayalı bir zeminde kodlamaktalar. Bu hususta seküler bir karaktere sahip olmak, sanıyorum, demokratik bir toplumsal tasavvur için yeterli bir koşul değil. Seküler bir bağlamda ivmelenen yeni milliyetçilik kurumsal muhalefetin işlevsel bir parçası olabilir ancak bu sekülerlik kendi başına çoğulcu bir toplumsal tasavvurun önkoşulu olamaz.
Benzer şekilde dönüşen milliyetçiliğin sekülerliği hususundaki vurguların yeni bir olgu olup olmadığı da hayli tartışmaya açılabilecek bir şeydir. Kemal Can Birikim Dergisi’ndeki (Haziran/Temmuz 2022) yazısında seküler milliyetçiliğin kurucu geçmişe dayalı bir karakteristik olabileceğini vurgulayarak birçok dönemde islamcı karşı-devrimin karşısında konumlanan merkezi bir pozisyon olduğunu belirtmekte. Böylesi bir anlatıyı göz önünde bulundurduğumuzda milliyetçiliğin “yeni” seküler karakterine yapılan bu yoğun vurgunun da tartışmaya açılması pek de yanlış gözükmüyor.
Bütün bu örnekler düşünüldüğünde Türkiye’de milliyetçiliğin başta Kürtler olmak üzere farklı etnik grupların kültürel kimlikleriyle beraber geniş toplumun bir parçası olduğu bir tasavvura kapı araladıklarını söylemek oldukça güç. Sivil milliyetçilik türlerinin salık verdiği şekliyle Türkiye’de milliyetçiler ulusal kimliğin farklı etnisiteleri kapsayacak şekilde yeniden revizyona tabi tutulması hususunda aynı şövenist ve yayılmacı eğilimleri açığa çıkarmakta. Bugün geldiğimiz noktada bir dizi sosyolojik ve siyasal değişim neticesinde belli ölçülerde değişmiş bir milliyetçiliğe tanık olsak da Türkiye’de milliyetçilik kültürel farklılıktan duyduğu rahatsızlık nedeniyle toplumsal barışı hala tehdit etmektedir.
Milliyetçiliğin gerçekten “demokratik” bir temelde dönüştüğünü iddia etmek için henüz çok erken. Kendisi dışında farklı etno-milli dayanışma biçimlerine açıktan karşıtlık geliştiren böylesi bir milliyetçilik gerçekten demokratik olmak istiyorsa ulus-devleti daha ılımlı bir çokkültürlü devlete çevirmenin teorik ve pratik gerekçelendirmeleri ile meşgul olmalı. Benzer şekilde “dönüşen” milliyetçiler demokratik tutarlılık gereği farklı etnik merkezli kültürel pratikleri tanıma hususunda istekli olmalı, Türk ulusal kimliğine dayalı sembolleri herkesi kapsayan ortak bir kamusallığın yaratımı uğruna feda etmeli, “Türklük” üst kimliğini kuşatıcı bir üst kimlik olarak sunma çabasını bırakmalı.
Yukarıdaki değerlendirmelerden hareketle milliyetçilik tartışmalarının bizi götürdüğü temel varsayımlar şöyle özetlenebilir:
- Dönüşen milliyetçilik ulusun dil ve kültür açısından türdeş olması gerektiği fikrini geçmişte olduğu gibi muhafaza etmekte.
- Milliyetçi toplumsal ve siyasal tasavvur geçmişte olduğu gibi temel varsayımlarını klasik/rijid milliyetçi öncüllere dayandırmaktadırlar. Bu bağlamda asgari liberal siyasal normlara bağlılığı imleyen sivil milliyetçilik biçimlerini reddetmektedirler.
- Yumuşak olmayan ve heterojenliği reddetme eğilimindeki bir ulusal kimlik tasavvuruna bağlı olan milliyetçiler, bugün geldiğimiz noktada yurttaşlığı etnik-kültürel bir zeminden hareketle “Türklük” temelinde kodlamaktalar.
Bütün bunlar göz önüne alındığında yükselen milliyetçilikten endişe etmemizi gerektirecek birçok durumla karşılaşmaktayız. Mültecilik krizinin gerek küresel bazda gerek de Türkiye’de yaşattığı durumlar da göz önüne alındığında, mevcut milliyetçi dalga popülist hırçınlıkla birleşerek toplumsal barışı tehdit etmeye devam edecek.
Milliyetçiliğin gerçekten demokratik bir bağlamda dönüştüğünü iddia edeceksek, milliyetçilerin farklı aidiyet biçimlerine yönelik tavırlarını değiştirmeleri gerekmekte. Ne yazık ki gerek Türkiye’deki kültürel çeşitlilik hususunda gerek de küresel göç krizi hususunda milliyetçilik bu sınavı geçebilmiş değil. Aksine, tabanda toplumsal ayrışmaları hırçın bir tavırla mobilize etmeye devam eden bir tasavvur ile karşı karşıyayız.