Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDr.Karl’ın 28 yıllık eğitimi, halı yıkamacı psikoloğun diplomasi

Dr.Karl’ın 28 yıllık eğitimi, halı yıkamacı psikoloğun diplomasi

Dr Karl, Avustralya’da yaşayan, doğuştan Polonya kökenli ama hayatını Avustralya’ya adamış bir bilim insanı, yazar, televizyoncu, radyo programcısı, eğitimci… “Rönesans Adamı” derken abartmıyorum; çünkü bu unvanı hak etmek için gerekli olan niteliklerin tamamına sahip. Ve bu nitelikler, sahtecilikle değil, doğrudan yıllarca süren gerçek eğitim ve merakla kazanılmış.

Türkiye’de son yılların en hızlı büyüyen sektörü ne diye sorsanız, çoğu kişi “inşaat” ya da “savunma sanayii” diye cevaplar. Kesinlikle değiller! En hızlı büyüyen sektör, resmî istatistiklerde görünmeyen ama her gün gözümüzün önünde genişleyen, koca bir sahtecilik endüstrisi. Özellikle de akademik unvan sahteciliği. Bugün Türkiye’de öyle bir piyasa oluşmuş durumda ki, diploma almakla tost almak arasında neredeyse aynı zahmet var. Tek fark, tostu kâğıda sarıp veriyorlar, diplomayı ise çerçevede…

Eskiden “diploma” dendi mi, aklınıza yıllar süren dersler, sabahlara kadar çalışılan sınav haftaları, tez yazarken dökülen alın teri gelirdi. Şimdi ise, diplomanın yanına bir de “hediye paketi” yapıyorlar. İçinden ne çıkacağı belli değil; kimi zaman “uluslararası” diye süslenmiş üç haftalık kurs sertifikası, kimi zaman bir Word şablonunda yazılmış “yüksek lisans” belgesi. Türkiye’nin dört bir yanında, küçük ve büyük sahtecilik hikâyeleri artık mahalle dedikodusu değil, ana haber bültenlerinin rutin içeriği.

Ve işin en absürt yanı, bu hikâyeler arasında bazılarının yaratıcılığı, insanın aklını zorlayacak kadar yüksek. Örneğin, yakın zamanda medyaya yansıyan bir olay: Dublin Üniversitesi’nden mezun olduğunu iddia eden bir kişi, aynı zamanda eşiyle birlikte bir halı yıkama şirketi işletiyor. Duvarında çerçeveli “diplomalar” var; hangi üniversite olduğu sorulduğunda ise, yabancı bir eğitim kurumunun adını gururla anıyor. Akademik kariyerine dair detaylar ise, köpüklü halı havuzunda yıkanmış gibi pırıl pırıl ama bir o kadar da bulanık.

Bu, tekil bir “fıkra” değil; sistemin anatomisini gösteren bir MR görüntüsü. Türkiye’de diploma, bilginin ve emeğin değil, gösterişin ve statü simülasyonunun belgesi hâline geldi. Üstelik bu sadece küçük esnafın marifeti değil. Bir zamanlar ülkenin en yüksek kamu görevlerinden birini yürüten bir isim, akademik çalışmasında başkalarının emeğini kaynak göstermeden kullandığı iddiasıyla gündeme gelmişti. İsim vermeye gerek yok; mesele kişiler değil, zihniyet. Zihniyet şu: Bilginin kendisi değil, etiket önemli.

Avustralya’nın rönesans adamı: Dr Karl Kruszelnicki

Dr Karl, Avustralya’da yaşayan, doğuştan Polonya kökenli ama hayatını Avustralya’ya adamış bir bilim insanı, yazar, televizyoncu, radyo programcısı, eğitimci… “Rönesans Adamı” derken abartmıyorum; çünkü bu unvanı hak etmek için gerekli olan niteliklerin tamamına sahip. Ve bu nitelikler, sahtecilikle değil, doğrudan yıllarca süren gerçek eğitim ve merakla kazanılmış.

Hikâyesi sıradan bir lise mezuniyetiyle başlıyor ama ondan sonrası tam anlamıyla “eğitim maratonu”. Liseyi bitirdikten sonra University of Wollongong’da fizik ve matematik okuyor. Ardından University of New South Wales’te biyomedikal mühendislik yüksek lisansına başlıyor. O yetmiyor, Sydney Üniversitesi’ne girerek tıp fakültesinde hem tıp hem cerrahi diploması alıyor. Bu süreçte moleküler biyoloji, astrofizik, mühendislik ve matematik gibi farklı alanlarda da ek lisans ve yüksek lisans dereceleri tamamlıyor. Toplamda 28 yıl eğitim görmüş, bunun 16 yılı üniversite sıralarında geçmiş.

Üstelik bu eğitimlerin hiçbirinde kolay yoldan geçiş yok. Her biri, laboratuvar çalışmaları, saha deneyleri, akademik makaleler, bitirme tezleriyle dolu. Yani, Dr Karl’ın duvarındaki diplomaların hepsi gerçek; ne Google’dan indirilmiş, ne de ofis fotokopisinde basılmış. Hepsi, yıllarca süren öğrenme disiplininin birer hatırası.

1980’lerde NASA’nın Uzay Mekiği programına başvuruyor. O sırada elinde dört farklı alanda derece var, üstelik sporcu geçmişi ve mühendislik–tıp karışımı bir bilgi birikimi de cabası. “Astronot olurum” diye başvuruyor. NASA’dan gelen yanıt soğuk ama net: “Üzgünüz ama sadece Amerikalıları alıyoruz.” O, bu reddi bir kırgınlıkla değil, “O zaman daha işimiz bitmedi” diye karşılıyor.

Dr Karl’ı Avustralya halkı en çok medyadan tanıyor. 1981’den bu yana, ulusal gençlik radyosu Triple J’de “Great Moments in Science” adlı programı sunuyor. Bu programda, dinleyicilerden gelen her türlü soruya cevap veriyor. Sorular, “Gökyüzü neden mavi?” gibi basit görünenlerden, “Kediler neden her zaman kutulara saklanmaya çalışır?” ya da “Bisküviyi çaya batırdığımızda neden bir lezzet patlaması yaşarız?” gibi hem eğlenceli hem de merak uyandıran konulara kadar uzanıyor. Dr Karl ise, bu soruları bilimsel kaynaklara dayanarak, ancak mizahı da elden bırakmadan yanıtlıyor.

Televizyonda ise 1990’lardan itibaren Avustralya’nın popüler bilim yüzlerinden biri oluyor. Çocuk programlarından prime time yayınlara kadar, bilim konularını halkın anlayacağı dile çeviriyor. 40’tan fazla kitap yazmış; konular biyolojiden uzay araştırmalarına, mühendislikten insan davranışlarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Ve sonra, onun en “renkli” özelliği: kelimenin tam anlamıyla renkli giyinmesi. Dr Karl, gençlik yıllarında Wollongong sokaklarında yürürken herkesin gri tonlarda giyindiğini fark etmiş. Bir gün, rengârenk elbiseler giymiş yaşlı bir kadının etrafındaki insanların gülümsemeye başladığını görmüş. O an, “Giydiğin renkler insanların ruh hâlini değiştirir” diye düşünmüş. O günden beri her gün, baştan aşağı gökkuşağı gibi giyiniyor.

Özel hayatında da aynı renkli enerjiyi taşıyor. Karısına evlilik teklif etme hikâyesi bile bilim kurgu tadında: Karl, bir denizaltı turu sırasında, mercan resiflerinin ortasında, oksijen tüpünün üzerine “Benimle evlenir misin?” yazılı bir pankart yerleştirmiş. Karısı su altında gördüğü bu sürprize hem şaşırmış hem gülmüş ve evet demiş.

İki dünya arasında

Avustralya’da Dr Karl gibi bir figür, sadece bir bilim insanı değil, ulusal bir değer olarak görülüyor. Üniversiteler, onun gibi mezunlarını övünç kaynağı yapıyor. Devlet, onun bilimsel iletişim projelerini destekliyor; radyo ve televizyon kanalları, prime time’da ona yer veriyor. Çocuklar, Dr Karl’ı televizyonda görüp “Ben de bilim insanı olacağım” diyor.

Türkiye’de ise benzer bir profil yaratmak için önce sistemin seni “bilim insanı” olarak kabul etmesi gerek. Ama o sistemin terazisi, çoğu zaman bilginin ağırlığını değil, unvanın cilasını tartıyor. Dr Karl, Avustralya’da ücretsiz üniversite döneminde eğitim gördü; devlet, ona yatırım yaptı. Türkiye’de ise gerçek bilgiye ulaşmak, çoğu zaman maddi imkânların ve bürokratik duvarların gerisinde.

Üniversiteler arasındaki fark da çarpıcı. Avustralya’da akademik özgürlük ve liyakat, üniversitenin marka değerini belirlerken; Türkiye’de çoğu zaman üniversitenin marka değeri, reklam bütçesi ve şehrin girişine asılan dev tabelalarla ölçülüyor. Avustralya’da “hangi dergilerde yayın yaptın?” sorusu önemlidir; Turkiye’de “hangi başlıkla anılıyorsun?” sorusu.

Bu iki dünya arasındaki farkı görmek, aslında çok kolay: Avustralya’da bilim insanı, toplumun ortak aklının bir parçası olarak çalışır; Türkiye’de ise çoğu zaman politik tartışmaların arasında “taraf” olarak konumlandırılır. Dr Karl, radyo programında küresel ısınmayı anlatırken dinleyiciyle beraber çözüm üretmeye çalışır; bizde benzer bir yayında, muhtemelen karşısına “Küresel ısınma yalan değil mi hocam?” diye soran biri oturtulur.

Sonuç: Gerçek ile sahte arasındaki uçurum

Biri var ki, hayatını bilime adamış; mikroskop başında saatlerce beklemiş, laboratuvarda kimyasal kokular arasında soluk almış, kütüphanelerde sabahlara kadar kitap yutmuş. Merakı hiç bitmemiş. Ne öğrendiyse paylaşmış; radyodan, televizyondan, konferans salonlarından. İnsanların kafasındaki sorulara, küçücük de olsa, bilimle cevap vermiş. Bunu yaparken de hiç kimseden aferin beklememiş. Çünkü onun unvanı, diplomaların üzerinde yazan birkaç kelimeden ibaret değil; onun unvanı, insanların zihninde bıraktığı ışıktır.

Diğer tarafta ise, diplomayı hayatında bir kez bile ders çalışmadan alanların ülkesi var. Burada bilgi, alın terinin değil, bağlantının sonucudur. Üniversiteye kayıt bile yaptırmadan masa başında “hazırlanan” doktora tezleri, kopyala-yapıştır yapılmış kaynakçalar ve intihalden ibaret makaleler, “bilimsel katkı” etiketiyle sunulur. Bazı makamlarda oturanlar, hangi konunun hangi bilim dalına ait olduğunu bile bilmez, ama kartvizitlerinde “Prof. Dr.” yazısı vardır. Üstelik bütün bunlar, toplumun gözünde o kadar kanıksanmıştır ki, artık kimse utanmaz.

Avustralya’da Dr Karl, çocuklara bilimin nasıl bir macera olduğunu anlatırken; Türkiye’de bir çocuk “Bilim insanı olmak için ne yapmak lazım?” diye sorsa, en dürüst cevap “Doğru insanı tanımak” olur. Çünkü burada bilgiye değil, ilişkiler ağına yatırım yapılır. Orada merak, toplumu yukarı çeker; burada çıkar ilişkileri, herkesi aşağıya iter.

Dr Karl bir radyo programında, yağmur sonrası toprak kokusunun nedenini anlatırken aslında şunu söyler: “Dünya, küçük ama mucizevi detaylarla dolu.” Bizde ise o detay, bir ihale dosyasının arasına sıkıştırılmış komisyon listesinde gizlidir. Orada bir damla bilgi, topluma umut olur; burada en parlak fikir bile, rant hesaplarının içinde boğulur.

Ve işin en acı tarafı şudur: Bu zihniyet, yalnızca bireysel kariyerleri değil, ülkenin geleceğini biçimlendirir. Sahte diploma sahibi bir akademisyenin yetiştirdiği öğrenciler, sahte bilgiyle mezun olur. Onlar da yarının karar vericileri, yöneticileri, öğretmenleri, hâkimleri olur. Böylece yalan, bir genetik kod gibi, nesilden nesile aktarılır. Zeka körelir, ahlak aşınır, liyakat kelimesi ise yalnızca sözlüklerde yaşar.

O yüzden, bugün “Türkiye’de bilimin neden ilerlemediğini” soruyorsak, cevabı laboratuvarlarda değil, diploma matbaalarında, torpil listelerinde ve sahte onay mühürlerinde aramalıyız. Gerçek bilgi, sabır, disiplin ve ahlaki omurga ister; yalan ise yalnızca korkaklığı, hırsı ve ahlaki çürümeyi. Ve ikisi de, sonunda, kendi meyvesini verir: Biri toplumları ileri taşır, diğeri çürütür. Çürüme ise sessiz ilerler; ta ki bir gün, üzerine bastığımız toprağın bile elimizin altında dağıldığını fark edene kadar.

- Advertisment -