İngiliz ve Fransız kuvvetleri, 16 Mart 1920 gecesi, İstanbul’u işgal etti. Osmanlı Meclisi Mebusan üyesi milletvekillerini, ülkenin önde gelen tanınmış aydınlarını tutukladılar. Malta’ya sürgüne gönderdiler.
Meclis’i Ankara’da toplamayı savunan Mustafa Kemal, haklı çıkmıştı. Tutuklanmayan Meclis üyeleri ve Anadolu’dan seçilen üyelerin katılımıyla Meclis Ankara’da toplanacaktı.
23 Nisan 1920 sabahı Meclis dualarla ve kurban kesilerek açıldı. O gün törenlerle geçti. Mustafa Kemal, Meclis Başkanı olarak seçildi.
Başlarda çok önemsenmeyen bu Meclis girişimi, Batılı yayın organlarınca da ciddi olarak kabul görmüyordu… Ankara’da yeni bir iktidar ve yeni bir devlet doğuyordu. Atatürk ve arkadaşları dünyaya ve de işgale direnen Anadolu’ya karşı bir irade beyanında bulundular. Dört kelimelik beyan, kısa sürede, Milli Mücadele’nin bir sloganı haline dönüşecekti: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Bu başkaldırının asıl emeli, egemenliğin milletin elinde olmasıydı.
Samsun’dan 19 Mayıs 1919 tarihinde başlayan yolculukta, Milli Mücadele’nin temel enerjisi, yol gösterici hedefi, en duyarlı konusu, millet egemenliğiydi. Erzurum ve Sivas kongrelerinin kararları da Amasya Protokolü de hep bu hedefi gerçekleştirmeye yönelikti.
Mustafa Kemal, Meclis Başkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmasında neler yapacaklarını anlattı. 24 Nisan 1920 tarihli nutkundaki cümle, konuyu aydınlatıyordu: “Hayat ve şahsiyetim kendi malı olan asil ve mazlum milletimizin bu haklı talebi üzerine, artık benim için en mukaddes vazife, milli iradeye itaat etmeyi her şeyin üzerinde görmekti.”
“Milli iradeye itaat” tercihi ya da anlayışı, Cumhuriyet’in son yüzyılına damgasını vurdu diyebiliriz. Bu konuda ilk ve uyarıcı yüzleşme, 27 Mayıs askeri darbesinin ardından yaşandı. Askerler seçilmiş Meclis’i kapattılar, partileri susturdular, bir anlamda milli iradeye el koydular. Ülkeyi yönetmeye talip oldular. İlk seçimde tasfiye edildiler. Halkın en az yarısı, Adnan Menderes ve arkadaşlarını destekleyen partilere oy verdi. Yani “milli irade” darbecileri kabul etmedi.
12 Mart 1971’de, askerler Meclis’i feshetmediler, siyaseti askeri talimatlarla yürütebileceklerini sandılar. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idam ettiler. 1973 yılında cunta, cumhurbaşkanı adayı olarak, General Faruk Gürler’i Meclis’e dayattı. CHP-AP ittifak yaptı ve Gürler’i yendi. Gürler emekli oldu.
12 Eylül darbecileri ise kendi isteklerine göre bir siyasal yapılanma kurdular, bir anayasal nizam oluşturdular. Silahların gölgesinde yapılan 1983 seçimlerine Milliyetçi Demokrasi Partisi isimli bir parti kurarak katıldılar. O seçimde “milli irade” onlara da hak ettikleri cevabı verdi. Yok olup gittiler.
Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda Mustafa Kemal tarafından ifade edilen “millet iradesi”, hükmünü yürüttü. Millet iradesinin karşısına çıkanlar hep kaybettiler.
Türkiye, demokrasiyle otoriterlik arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir: Millet iradesini hiçe sayanlar, yenildiler. Sarkaça çarptılar. Bu zengin tecrübenin bundan sonra siyasete atılacak kişiler için de önemli dersler içerdiğini söyleyebiliriz.