Geçtiğimiz haftaki hutbede söylenen birkaç cümle, kadim bir dosyanın kapağını yeniden araladı, miras.
“Erkeğe iki, kıza bir” kaidesine işaret edilince, bir ucu Kur’an sayfalarında, öte ucu bugünün ev ekonomisinde duran o eski sorular geri döndü:
Hüküm mü, hayat mı?
Hikmet mi, lafız mı?
Geçmişin adaleti mi, bugünün adaleti mi?
Bu soruların cevabı bugünden aranır ancak kökleri dünde.
Cahiliye’den Kur’an’a: Bir kırılma
İslam’dan önce Arap örfü yalın ve sertti: miras, baba tarafından erkeklere kalırdı. Kadınlar ve anne tarafından akrabalar dışarıda tutulurdu.
Dul eş dahi bazen mirasın bir parçası gibi görülür, ölenin en yakın erkek akrabası tarafından miras alınırdı; mehir karşılığı başkasına verilmesi de mümkündü.
Çocuklar savaşacak yaş ve güçte değilse paydan mahrum bırakılabiliyordu. Kısacası “nimet külfete göredir” mantığı, nimeti erkeklere, külfeti de çoğu zaman kadınların sırtına yazıyordu.
Kur’an-ı Kerim bu zeminde geldi ve Nisâ suresiyle mirası ayrıntılı biçimde yeniden kurdu.
Kız evlat artık mirasçıydı: tekse yarım, iki ve daha fazlaysa üçte iki. Erkek evlat kızın iki katı alacaktı.
Anne altıda bir yahut üçte bir, eş çocuk varsa sekizde bir, yoksa dörtte bir alacaktı; baba, çocuk varsa altıda bir, yoksa kalan bakiyeyi.
Üstelik karı-koca karşılıklı mirasçı yapıldı; anne tarafından akrabalar miras halkasına girdi.
Cahiliye’nin “güçlü alır” kaidesine karşı, “hakkı olan alır” diyen bir düzen kuruldu.
Klasik müfessirler bu farklı oranları aile içindeki sorumluluk dengesi üzerinden açıkladı: nafaka, mehir, mesken yükümlülüğü erkeğin omzundaydı; fazla payı bu “yük”e bağladılar. O günün toplumunda ikna edici görünen bu hikmet, bugün aynı yerinde duruyor mu?
Ferâiz: Payların İlmine Kısa Bir Bakış
Kur’an’ın mirası “rakamla” konuşması, onu başlı başına bir disipline dönüştürdü: ilmu’l-ferâiz.
Kelime, “belirlenmiş paylar” demek; ilim, bu payların kim, hangi sırayla, hangi durumda, hangi oranla alacağını inceler.
Fıkıh âlimleri mirasçıları üç ana halkaya ayırdı: ashâbü’l-ferâiz (Kur’an ve Sünnet’le payı belirlenenler), asabe (agnatik erkek yakınlar ve onların çizgisi), zevî’l-erhâm (diğer yakınlar).
Hesap taşları da erken dönemde kondu: Payların toplamı, terekeyi yani ölenin ardından geride bıraktığı mal varlığını aştığında “avl” ile herkesin hissesi orantılı kırpılır; eksik kaldığında “redd” ile arta kalan hak, uygun mirasçıya iade edilir.
Böylece ferâiz, bir muhasebe değil, hukuk-mantık sahasıdır: payların çatıştığı yerleri sistemli biçimde çözer. Kız, anne, eş gibi kadınların düzenli ve maktu hisse sahibi oluşu, Cahiliye’nin “yok sayan” anlayışından kopuştur. Ferâiz literatürü, “kitâbü’l-ferâiz” bölümleri ve “öğrenin–öğretin” teşvikleri bu kopuşu kalıcılaştırmıştır.
Osmanlı: Kitap ve hayat yan yana
Osmanlı’da miras şer‘î ve örfî kanatla yürüdü. Şer‘î hukuk, özel mülkte Kur’an’ın ferâiz kaidelerini uyguladı.
Kassâmlar yani mirası hesaplayıp dağıtan görevliler terekeyi tespit etti; paylar şer‘iyye sicillerine yani kadı mahkemelerinin resmî kayıtlarına, muhallefât yahut tereke defterlerine yani ölen kişinin geride bıraktığı mal varlığını tek tek döken kayıtlara yazıldı.
Her ne kadar tereke defterlerinde karşımıza çıkan örneklerin ezici çoğunluğu İslam miras hukukunun öngördüğü şekilde kayda geçirilmiş olsa da defterlerin satır aralarında bu kurallara tam uymayan paylaşımlara da rastlıyoruz.
Yani Osmanlı uygulamasında fıkhın çizdiği yol haritası genel çerçevede korunmuş ama kimi zaman farklı hesaplarla, kimi zaman da varislerin rızası veya sulhuyla kurallar esnetilmiş. Bursa’dan Konya’ya, Edirne’den Antep’e mahkeme kayıtları bugün bize yalnız “hükmü” değil, hayatın hükmü nasıl yorumladığını da gösteriyor.
Bursa, 29 Şubat 1463 – Kenan’ın Terekesi
Miras: 4178 akçe
Varisler: Karısı, kızı, kendisini azat eden kişi
Paylaşım: Karı 522 (2/16), kız 1827 (7/16), azat eden 1827 (7/16).
Olması gereken: Karı 1/8, kız yarı, azat eden ise geri kalan (3/8) almalıydı.
Bursa, 19 Haziran 1463 – Safiye’nin Terekesi
Miras: 863 akçe
Varisler: Koca, anne, ana-baba bir erkek kardeş
Paylaşım: Koca 431 (3/6), anne 143 (1/6), kardeş 287 (2/6).
Olması gereken: Koca 3/6 doğru; anne 2/6 almalıydı, erkek kardeş ise 1/6.
Edirne, 7 Nisan 1546 – Halil’in Terekesi
Miras: 25.600 akçe (hesap farkıyla 25.690 olmalı)
Varisler: Karısı, 5 kızı, 2 erkek kardeş, 1 kız kardeş
Paylaşım: Karı 3200, kızlar 15.000, erkek kardeşler 6000, kız kardeş 1500.
Olması gereken: 5 kız 2/3 yani 17.126 akçe almalıydı.
Gaziantep, 15 Ekim 1714 – İbrahim’in Terekesi
Miras: 705 kuruş
Varisler: 2 karı, anne, 1 ana-baba bir kız kardeş, 2 baba bir kız kardeş
Paylaşım: Karılar 88, anne 118, abla 353, baba bir kardeşler 147.
Olması gereken: Karılar 163, anne 108, abla 325, baba bir kardeşler 108.
Konya, 9 Haziran 1837 – Mehmet’in Terekesi
Miras: 16.420 kuruş
Varisler: Karısı, kızı, ana-baba bir kız kardeş
Paylaşım: Karı 2052, kız 7184, kız kardeş 7184.
Olması gereken: Kız 1/2, kız kardeş sadece artanı almalıydı.
Konya, 25 Temmuz 1837 – Şerife’nin Terekesi
Miras: 1026 kuruş
Varisler: Koca, anne, 2 kız kardeş
Paylaşım: Koca 513, anne 342, kız kardeşler 171.
Olması gereken: Koca 384, anne 128, kız kardeşler 513.
Bu “aykırılıkların” hepsi aynı sepete atılamaz. Kimi zaman aile içi rıza devrededir; kardeşler “eşit bölelim” der, kadı bunu kayda geçirir. Kimi zaman da kadıların terekeden pay (mal) kaçırmalarının bir neticesidir. Kimi zaman kadınların payını fiilen artırmak için hibe, vakıf, borç gibi yollar kullanılır.
Nitekim müderris Mevlâna Mustafa Çelebi bin Mehmed ‘in hanımı Ümmü Hatun’a tereke dışında 10.000 akçe “borç” yazdırması ve buna ek olarak miras payını alması, görünürde alacak tahsili, gerçekte kadının gelir güvencesidir.
Yine başka bir kayıtta nakîbu’l-eşraflık yapmış olan ilmiye sınıfına mensup Seyyid Hasan bin Seyyid Yusuf, kız kardeşi Rabia Hatun’a ev ve bahçelerini hibe eder; sicile geçirir. Şer‘î kural malı belirli paylarla böler; hayat, “eşitlik” yahut “koruma” duygusunu başka yollarla telafi etmeye çalışır.
Bir de örfî hukuk katmanı var. En çarpıcı örnek: 1858 Arazi Kanunnâmesi. Devlet mülkü sayılan mîrî toprakların intikalinde erkek–kız eşitliği getirildi: “evlâd-ı zükur ve inâsa mütesâviyen…” yani tarla, bahçe, çiftlik tasarrufu, kız ve erkek çocuklara eşit geçecekti.
Ferâizin “erkeğe iki, kıza bir” kaidesiyle çelişen bu örfî tercih, kamu yararı gerekçesiyle eşitliği zorunlu kıldı. Bu da pratikte “toprakta eşitlik” hissiyatını yaydı; mirasta eşitlik talebini besledi.
Son olarak, müsadereyi anmak gerekir. Yüksek devlet görevlilerinin servetlerinin hazineye alınması yani mirasçılara bırakılmaması şer‘î mirasla bağdaşmazdı; ama merkezi otoriteyi korumak için uzun süre uygulandı. Tanzimat’la (1839) kaldırıldı; ama ardında “devletin menfaati, mirasın önündedir” diye okunan uzun bir gölge bıraktı.
Özetle: Osmanlı’da ferâiz kuraldı, fakat hayat onu kimi zaman eşitlik adına, kimi zaman çıkar hesabıyla, kimi zaman aile rızasıyla eğip büküyordu. Şer‘î ile örfî aynı sahnede oynuyor; adalet duygusu, ikisinin arasındaki boşlukta aranıyordu.
Cumhuriyet: Kanunla yazılan eşitlik
17 Şubat 1926… TBMM’de kabul edilen Türk Medenî Kanunu yalnızca bir hukuk metni değil, bir inkılaptı. Zabıt ceridesinde kayda geçen sözler bugün bile çarpıcıdır:
“Bir milletin yarısını teşkil eden kadınlarını hayattan iskat etmek, o milleti kendi eliyle felce uğratmaktır.”
Kadınların bugüne kadar “esir gibi” yaşadığı, bütün yükü çektiği, ama hukuken yok sayıldığı dile getirildi. Artık Türk annesi ve kadını, bu kanunla “mevkii hakikisine ve ihtiramına” kavuşacaktı.
Alkışlar eşliğinde geçen bu sözler, kanunun ruhunu özetliyordu: kadın-erkek eşitliği yalnız adaletin değil, milletin bekasının da gereği sayılıyordu.
Bazı vekiller, eski alışkanlıkların direnç göstereceğini biliyordu; ama cesaretle söylediler: “Bu inkılap yapılmalıdır.” Çünkü İsviçre’den alınan sistemli ve yeknesak kanun, dağınık örfleri tasfiye ederek kadın-erkek eşitsizliğini ortadan kaldıracak, Türk milletini medeni dünyanın bir parçası kılacaktı.
İşte böyle savunuldu yeni kanun. Yüzyılların “kadın yarım pay” anlayışı tarihe karışırken, kızla erkek evlat ilk kez kanunda eşitlendi. Osmanlı’nın tereke defterlerinde gördüğümüz “sapmalar” artık kanunla sabitlendi. Ve o günden sonra tartışma değişti: mesele hükmü uygulamak değil, eşitliği toplumun zihnine sindirmek oldu.
Alışkanlıklar ise kolay sönmez. Kırsal ve muhafazakâr çevrelerde “aile huzuru” adına kız çocukların feragatname imzalaması uzun yıllar sürdü. Zamanla bilinç arttı; kadınlar haklarını daha görünür biçimde aradı. 2002’de yürürlüğe giren yeni Medenî Kanun, edinilmiş mallara katılma rejimiyle evlilik içi mal paylaşımını modernleştirdi; sağ kalan eşin hukuki konumunu güçlendirdi. Miras tarafında da cinsiyete dayalı ayrımın sıfır olması ilkesi teyit edildi.
Son yıllarda “anlaşmalı paylaşım” imkânlarının genişletilmesi, bürokrasiyi azaltırken baskı altında kalan mirasçıların (çoğunlukla kadınların) haklarından kolay vazgeçirilmesi riskini de beraberinde getirdi.
Yasanın “eşitlik” yazması tek başına yetmiyor; uygulamayı koruyacak bilinç ve denetim gerekiyor.
Kısa Bir Dış Bakış: Yahudilik ve Hristiyanlık
Kıyas ufuk açar. Yahudilikte Tevrat ve Halaha erkek öncelikli bir miras sistemi kurar; oğul yoksa kız devreye girer, tarihsel olarak evlilik kısıtlarıyla malın kabile dışına çıkmaması gözetilir. Modern İsrail hukuku ve diaspora ülkelerinin medeni kanunları kadın–erkek eşitliğini benimsemiştir; dindar çevrelerde ise “gönüllü devir” ile Halaha’ya uygun paylaşımlar da görülür.
Hristiyanlıkta Yeni Ahit dünyevî mirası ayrıntılı düzenlemez; tarih boyunca miras seküler hukuka bırakılmış, modern çağda eşitlik esası yerleşmiştir. Üç tablo birden okunduğunda, İslam’ın kadına maktu pay tanıyan reformunun tarihsel yerini daha berrak görürüz.
Hüküm ile hayat arasında
Kur’an’ın miras paylaşım hükümlerini müfessirler, erkeklerin aile üzerindeki mali yükümlülükleriyle gerekçelendirdiler. Nafaka, mesken, mehir, geçim… bütün bu yükler erkeğin omzundaydı. Kadının payı az gibi görünse de hayatın giderleri ondan esirgenmişti.
Bu yüzden fazla pay, eşitlikten değil, adaletten sayıldı. Çünkü eşit pay verilirse, erkek üzerine yüklenen sorumlulukları karşılamaya yetmeyeceği, aile düzenini bozacağı ileri sürüldü.
Adalet ile eşitlik arasında işte böyle bir fark kondu: eşitlik matematikti, adalet hayata bakan dengeler.
Ama bu izahların bütün ağırlığı kendi çağının toplumsal düzenine yaslanıyordu. Erkek üretimin merkezindeydi; kadın çoğu kez evin içinde, çocuğun başındaydı.
Bugünün toplumsal tablosu ise bambaşka. Bu yüzden sorular büyüyor: Dün “adalet” adına iki kat pay verilen erkeğin, bugün aynı yükümlülükleri taşımadığı bir toplumda bu düzenleme hâlâ adil midir? Yoksa eşitlik, artık adaletin bugünkü adı mı olmalı?
Şöyle bir örnek ile de düşünelim: Bir babanın tarım arazisi… Okumayıp köyde çiftçilik yapan kız kardeşin mi hakkıdır, yoksa okuyup Amerika’da genetik mühendisi olan erkek kardeşin mi? Dün net görünen adalet, bugün soruların ortasında bulanıyor.
Ve daha da ileri: Adalet, daima zayıftan yana terazisini kurar. O halde hayatın yükünü daha çok sırtlanan, tek başına çocuk büyüten, işini veya eşini kaybettiğinde hiçbir güvenceye sahip olmayan kadınların durumu düşünülünce… Adalet, kimi zaman kadının erkekten de fazla pay almasını gerektiremez mi?
İşte tam burada mesele bir “hüküm” meselesinden çok, zaman ve zeminin yeniden tanımladığı adalet algısı meselesine dönüşüyor. Bir ayetin ilk muhatapları için ilerici olması, her çağda aynı ilericiliği garantiler mi? Dün ilericilik olan bir hüküm, bugün koruyucu vasfını yitirmiş olabilir mi? Dün ayrıcalık gibi görünen bir hak, bugün eksiklik gibi hissedilebilir mi?
Hikmet Aynı Yerde mi Duruyor?
Ulemanın hatırı sayılır bir kısmı, hükümleri lafzen tekrar etmeyi tercih ediyor. Ama bugünün soruları daha farklı bir yerden geliyor: Erkek işsiz kaldığında nafaka yükümlülüğü kâğıt üzerinde kalıyor; kadın çalışıp evi geçindiriyor, boşanma sonrası kadın çoğu kez hem çocuğun bakımını hem geçimini tek başına üstleniyor. Böyle bir tabloda “hikmet” aynı yerde mi duruyor?
Eskinin tekdüze hayatında, şartlar birbirine benzeyen aile yapılarında “hüküm” sarsıcı bir adalet inşa etmiş olabilir. Ama bugün hayat çok çeşitli.
Nitekim Osmanlı sicilleri bile hükmün hayat tarafından yorumlandığını gösteriyor: eşitlemeler, hibe–vakıf yolları, borç senetleri… Bugün ise hâlâ iki uç arasında gidip geliyoruz: bir yanda köklü reform çağrısı; öte yanda lafzı harfiyen tekrar. Aradaki geniş sahayı, yani değişen sosyal şartlarda adaleti yeniden tarif etme gayretini çoğu zaman ıskalıyoruz.
Ama asıl mesele belki de burada: Kadınların bugünkü hayat şartlarında adaletin ölçüsünü yeniden tarif etmek. Eğitim ve iş hayatındaki konumları, boşanma sonrası mal paylaşımı, “feragat” baskısıyla ellerinden alınan haklar, miras davalarının fiilî sonuçları… Tüm bunlar hesaba katılmadan, yalnızca lafzı tekrar etmek yetmiyor.
Bugünün kadın–erkek ilişkilerinde, adaletin ölçüsü nedir?
Cevapları burada, bu zamanda ve bu hayatın içinde bulmak zorundayız.