Düşünme denilen eylem, kelimelerle gerçekleşiyor. Bir düşüncenin inşa süreci, kelimelerin birer tuğla gibi uyumlu bir şekilde üst üste, yerli yerine konulmasıyla ilerliyor. Velhasıl kelimeler, düşünme faaliyetinin olmazsa olmazları. Sağlam, doğru ve tutarlı bir düşünceye ulaşmak için, kelimeleri doğru anlamlarıyla yerli yerine yerleştirmek hayatî bir önem arzediyor.
Bu gerçek gözönüne alındığında, kelimeler arasında özensizliğin doğru bir düşüncenin inşasına yönelik en büyük tehditlerden biri olduğunu kavramak zor değil. Kendi tecrübe ve gözlemlerimden anladığım o ki, özellikle aynı anlam ailesinden kelimeler arasında gerekli ayrıştırmayı yapabilmek, yakın anlamlı kelimelere ‘eşanlamlı’ muamelesi yapıp birbirinin yerine geçirmemek bu noktada kritik bir öneme sahip. İyi-kötü, fayda-zarar, varlık-yokluk, doğru-yanlış diye diye zıtları karşı karşıya yerleştirmek kolay. Asıl sorun, birbirine yakın, bitişik, hatta eş anlamlı görülen kelimeler arasında yaşanıyor.
Bu meselenin, yaşadığımız ülkede hayatı herkes için daha zor hale getiren, dahası nice canların heder olup gitmesine yol açan ‘erkek problemi’ ile de bir ilgisi var. Sokağa çıksak ve yüz kişiye ‘erkek’ ve ‘adam’ kelimeleri arasındaki ilişkiyi sorsak, herhalde en az doksanından alacağımız cevap, bu ikisinin birbirinin müteradifi olduğu, yani aynı anlama geldiği şeklinde olacaktır. Durum bu olunca da, bu topraklarda belki on milyonlarca insan, doğuştan vücudunda bulunan bir parçacıkla kendisine doğuştan bahşedilmiş bir seçkinlik ve üstünlüğün olduğu vehmiyle büyüyor (dikkat edilirse, ‘büyüyor’ dedim, ‘yetişiyor’ demedim; çünkü bu vehimle ömrüne sene eklenen kişiler fizyolojik olarak büyümelerine karşılık, hayatın kendilerinden beklediği ‘yetişkinlik’ ve ‘yetkinliğe’ bir türlü ulaşamıyorlar).
Erkek olarak doğmanın belli bir zaman sonra kişiyi ister istemez ‘adam ettiği’ düşüncesi, doğuştan bir güçlülük ve haklılık duygusunu beslemesiyle birlikte, irademiz başta olmak üzere donanımlarımızı ‘olmak’ için kullanmaktan bizi alıkoyuyor oysa.
İşin burasında beraberce erkeği ifade ettiği düşünülen iki kelimenin Kur’ân’daki kullanımında karşımıza çıkan farklılık, daha en baştan zihinde oluşan bir yanlışı bertaraf etme bakımından hayatî bir öneme sahip gözüküyor.
Meallere baktığımızda ikisinin de ekseriya ‘erkek’ diye Türkçe’ye çevrildiği iki farklı kelimeyle karşılaşıyoruz: ‘recül’ ve ‘zeker.’ Meallerin birçoğunda verilen anlama bakarsak, bu ikisine eşanlamlı kelimeler olarak bakmamız gerek. Ama daha dikkatli bir bakışla görüyoruz ki, bu iki kelime birbiriyle aynı anlamı taşımıyor. ‘Zeker,’ esasen cinsiyet olarak erkeği tarif eder ve biyoloik-fizyolojik özellikleriyle erkeğe karşılık gelirken, ‘recül’ erkek olarak kendisine yüklenen sorumluluğu üstlenebilecek yetkinliği taşıyan, kişilikçe olgunlaşmış, yani düşünsel, sosyal, psikolojik düzlemde kendini inşa edebilmiş erkek anlamında esasen Türkçe’deki ‘adam’ kelimesine denk düşüyor. Hz. Meryem’in annesi cinsiyetini bilmeden karnındaki çocuğu mâbedde Allah’a ibadete adadığında babasının ona söylediği “Erkek (zeker) dişi gibi değildir” (bkz. Âl-i İmran, 3:36) sözü, tıpkı “Ey insanlar, şüphesiz sizi bir erkek (zeker) ile bir dişiden yarattık” (Hucurât, 49:13) âyetinde olduğu gibi, erkek cinsiyetinden, yani biyolojik ve fizyolojik anlamıyla ‘erkek’ten söz ediyor. Buna karşılık, meselâ kavimleri içindeki yetkin erkekleri tarif eden şu âyetlerin tamamında karşımıza ‘zeker’ (erkek) yerine ‘recül’ (adam) kelimelerinin çıktığını görüyoruz:
“Kendi içlerinden bir adama ‘İnsanları uyar ve iman edenlere Rableri katında kendileri için bir doğruluk makamı bulunduğunu müjdele!’ diye vahyetmemiz, onların tuhafına mı gitti?” (Yûnus, 10:2).
“Şehrin öbür ucundan bir adam, koşarak geldi ve dedi: ‘Ey kavmim! Uyun, davetleri karşılığında sizden bir ücret istemeyen bu elçilere!’” (Yâsîn, 36:20-21).
“Firavun ailesinden, imanını gizleyen mü’min bir adam onlara dedi: ‘Siz, Rabbim Allah’tır, dediği için mi bir adamı öldüreceksiniz?’” (Mü’min, 40:28).
“Daha ilk günden takvâ temeli üzerine kurulan mescid, namaz kılman için elbette daha uygundur; burada, gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır.” (Tevbe, 9:108).
Bu âyetlerin tamamında, recül (adam) kelimesi, biyolojik cinsiyetin ötesinde, yetişkinlik ve yetkinliğe erişmiş, görev üstlenme ve sorumluluk yüklenme kabiliyetine sahip erkekleri tarif eder. Bu âyetlerdeki beş ‘adam’ kelimesinden ikisi, doğrudan iki peygamberi tarif etmektedir. Diğer üçünden ilki, kendisine gelen elçileri yalanlayıp uğursuzlukla suçlayarak öldürmeye teşebbüs eden kavmini uyarmak üzere her türlü riski alarak koşup gelen bir adamın haberini vermektedir. İkincisinde, Firavun’un aile efradından olmasına rağmen Hz. Musa’nın getirdiği hakikate iman eden ve Firavun ailesinin bir ferdi olarak iktidar ve servetin bütün imkânlarından faydalanmayı tercih etmek yerine yanlışa yanlış, doğruya doğru deyip sorumluluk ve risk alabilen bir adam tarif edilmektedir. Üçüncüsü ise, münafıklara karşılık kalblerinde samimi bir iman taşıyan adamları övmektedir.
Adam (recül, çoğulu ricâl) kelimesini içinde barındıran bütün bu âyetler, modern zamanlarda belki en çok tartışılan ve öte yandan tarih boyu belki en çok suiistimal edilen âyetlerden birini yerli yerinde anlamanın da yolunu açmaktadır. Birkaçı hariç bütün Türkçe meallerde “Erkekler kadınlar üzerinde kavvâmdır” mânasıyla verilen âyet (Nisâ, 4:34), aslında ‘erkekler’den değil ‘adamlar’dan söz eder. Maamafih, bu âyetteki ‘recül’ kelimesi üzerine neredeyse hiç durulmamış, bütün tartışma ‘kavvâm’ kelimesi etrafında yoğunlaşmış haldedir. ‘Er-ricâl’e ‘erkekler’ karşılığı verilmesi sanki yerindeymiş gibi bu tercihin isabeti konusunda bir tartışma yaşanmadan; âdeta her erkeğin doğuştan ve doğrudan ‘kavvâm’ niteliğini hak ettiği gibisinden bir kabulün beraberinde, tartışma bu kelimenin aile reisliği anlamına mı, ailenin geçimini ve korunmasını sağlama yükümlülüğü anlamına mı, koruyup gözetme anlamına mı, aile içinde yönetme yetkisi anlamına mı geldiği etrafında dönüp durmaktadır. Halbuki âyet, sadece bir mealde görülen doğru kelime seçimiyle, ‘kavvâm’lığı ‘erkekler’e değil ‘adamlar’a vermektedir. Yetkiyse yetki, sorumluluksa sorumluluk; kavvâmlık her ne anlama geliyorsa, bunun muhatabı biyolojik olarak erkekler değil, aileyle ilgili geçim yükünü ve nihai sorumluluğu üstlenme yetkinliğine sahip adamlardır. Kur’ân’da hâkim paradigma eşitlik değil adalettir ve adalet ilkesinin bir gereği olarak Kur’ân yüklediği sorumlulukla doğru orantılı bir şekilde ‘adamlar’a ‘kavvâm’lık yetkisini vermektedir. Ama o yetkiye sahip olmak o sorumluluğu üstlenmekle birebir ilgilidir; dolayısıyla aileyi geçindirip görüp gözetecek şekilde kendini yetiştirip sorumluluğu üstlenmeden hiçbir erkeğin biyolojik cinsiyet üzerinden ‘kavvâmlık’ iddia etmeye hakkı yoktur. Kavvâmlık, cinsiyet olarak erkeğe atfedilen ve biyolojik bir üstünlük vehmini destekleyen bir kavram değil; ‘adam’ olmanın getirdiği sorumluluk ve yükümlülük karşılığında tanınan yetkiyi ifade etmektedir. Buna karşılık sorumsuz yetki de, yetkisiz sorumluluk da Kur’ân’ın adalet paradigmasına aykırı düşmektedir.
Velhasıl, iki kelimenin Kur’ân’daki kullanım biçimlerinin izini takip edersek, her adam erkektir, ama her erkek adam olmayabilir. Yani erkek olmak adamlığın garantisi değildir. Erkek olarak doğan bir kişinin ‘adam’ olabilmesi, çocukluğundan başlayarak bir aileyi geçindirme, koruyup gözetme sorumluluğunu üstlenecek şekilde yetişmesini, dolayısıyla bunun için gerekli zihinsel ve duygusal olgunluğa ulaşmasını gerektirir. Fizyolojik olarak büyümekle bir erkek adam olmaz, en fazla sakallı çocuk haline gelir. Adam olmak, düşünme, karar alma, harekete geçme süreçlerinde (anne, baba, eş ve çocuklar başta olmak üzere) geçimiyle ve korumakla yükümlü olduğu insanların hayatlarını ve hukuklarını dikkate alan bir sorumluluk bilincini ve yükümlülük idrakini gerektirir. Diğer bir ifadeyle, erkek olarak doğmak adam olmanın yeter şartı değildir. Erkek doğulur, ama adam olunur!
Bu düzlemde baktığımızda, geleneksel kalıpların dinî anlayışı da biçimlendirdiği bir toplum yapısı içinde, erkek çocukların daha bebeklikten başlayarak özel ihtimamla, şımartılarak, ama ‘adam olması’ için ulaşması gereken yetişkinlik ve yetkinlik kendisine hiç hatırlatılmadan ve hiç buna hazırlanmadan büyümüş yüzbinlerce, milyonlarca erkeğin etrafımızda yaşadığını görüyoruz. Neticede kendini âlemin kralı zanneden, ama kritik anlardaki refleksleri bir çocuğunkinden farksız, karar alma süreçlerinde isabet kapasitesi zayıf, adam olmanın gerektirdiği metanetten uzak, lâkin ‘adam görünmek’ adına anlamsız sertliklere, hatta hayatları heder edecek düzeyde şiddete başvuran, hakikat-ı halde son derece kırılgan kişilikler çıkıyor karşımıza. Erkek olunca tanım gereği adam olduğunu düşünen, ama aslında hiçbir şekilde adam olamamış, son tahlilde kadınlar için, aile için ve toplum için baş belası haline gelen erkekler…
Bu ülkedeki erkeklerin Kur’ân’daki ‘erkek’ ve ‘adam’ ayrımındaki inceliğin gerektirdiği hikmete ihtiyacı var. Bilinse keşke; erkek doğmakla, adam olunmuyor.