Geçen haftalardaki ‘yargı krizi’, iktidarın hedefleri konusuna önemli ölçüde berraklık getirdi. Yargıtay’ın bir dairesinin Anayasa Mahkemesi’ni topluca ‘gayrı milli’ ilan etmesine ve ‘milli yargı’ kavramının bir bağımsızlık nişanesi olarak kullanılmasına tanık olduk.
İktidarın niteliğini ve serencamını 2016 darbe girişiminden bu yana izleyenler için ortada bir sürpriz yok. Batının küresel etkisinin azaldığı, modernlikle gelen özgürlük ve demokrasi tanımlarının işlevsiz kaldığı, bölgesel aktörlerin kendilerini yeniden bir tarihsel özne olarak tasavvur ettikleri bir dönemdeyiz. Dünya güç ekseninin çeperindeki bazı toplumlarda ‘bağımsızlık’ söyleminin yükseldiği, özgüvenin şiştiği, geçmişten gelen tatmin edilmemiş duyguların siyasete tahvil olduğu bir dönem…
Bu dalga Türkiye’yi de içine aldı. Toplum kendi ‘milli’ karakterinin görünür olması, saygı görmesi, dünyayı olabildiğince şekillendirmesine yüzyıllardır aç olduğunu keşfetti. Modernliğin (Batıcılığın) kalıcı ve üstün olduğu kabulüne dayanan tezler ve ideolojiler bu duyguya yanıt getirmiyordu. Dolayısıyla zaten 28 Şubat sürecinde siyaseten kadük hale gelen Kemalizmin bugünün dünyasına ve duygusuna hitap etmeyeceği açıktı.
Dünya yeniden kuruluyordu ve Türkiye’nin önünde bu yeni dünyada daha üst ve etkili bir konuma oturma potansiyeli vardı… Devlet aktörleri bu potansiyeli gördü ve 2016 darbe girişimini bahane ederek Erdoğan üzerinden (ya da onunla birlikte) yeni bir rejime geçişi kotarma sürecini başlattı.
Halen bu sürecin içindeyiz. Bahçeli eliyle gelen cumhurbaşkanlığı sistemi, yine Bahçeli eliyle gelen yeni anayasa taslağının yakın dönemde son şeklini almasıyla tamamlanacak. Anayasa Mahkemesi’nin görev alanı ve işlevi, yürütmenin iradesini etkilemeyecek, ona set çekemeyecek bir düzeye indirilecek. Böylece ‘millilik’ şemsiyesine sığınılarak kuvvetler birliğine dayalı bir rejime geçilecek.
Bu rejimin ‘kurucu’ iktidarı, Devlet (aktörleri)-Bahçeli-Erdoğan-Millet (halk) olarak tasarlanan bir eksen. Diğer deyişle siyasi partiler bu eksenin parçaları değil. Onlar liderler tarafından yönetilip yönlendirilecek, iradeleri liderde cisimleşecek, dolayısıyla ayrıca ‘özne’ niteliği taşımayan meşrulaştırıcı unsurlar.
Yeni (İttihatçı) rejim Cumhuriyeti ortadan kaldırmıyor. Ancak iç yapısını, işleyişini, ‘ruhunu’ radikal biçimde değiştiriyor. Devlet ile siyaset, siyaset ile liderlik, lider ile millet ayrı ayrı bütünleşiyor. Böylece devleti millete bağlayan kesintisiz bir tasavvur oluşuyor. Bu salt ‘ideolojik’ bir bağlantı değil. İçine siyaseti ve liderliği aldığı ölçüde, doğrudan yönetim biçimini ve toplumsal inşayı belirliyor, gelecek hayallerini şekillendiriyor.
Diğer deyişle Devlet ile millet arasında tasavvur edilen bütünleşme, liderliğin uygulamalarını, bir bütün olarak iktidar siyasetini ve buradan hareketle kuvvetler birliğini ‘meşru’ kılıyor. Söz konusu mantık şöyle işliyor…
Milletin iradesini (liderler ve siyaset) üzerinden kendisinde toplayan devlet ‘millidir’. Milli devlet doğal olarak kendi ‘milli’ hukukuna ve ‘milli’ yargısına sahip olacaktır. Yargının millilik vasfıyla tekleşip devlete bağlanması aslında ‘demokratiktir’, çünkü milletin iradesini içerir. Halklar seçimle iradelerini ortaya koyarlar ve seçimin sonuçlanmasıyla birlikte iradelerini siyasete (dolayısıyla devlete) devrettikleri ölçüde ‘milletleşirler’. Devlete devredilmeyen irade milletleşmeyi zayıflatır, hatta engeller. Millet iradesinin devlete devredilmesiyle birlikte bir organik bütünleşme üretilmiş, total irade tekleşmiş olur ve devlet milli iradeyi tümüyle içerir. Milli iradenin devlette somutlaşmasıyla birlikte hukuk da millileşir ve (dolayısıyla) tekleşir. Böyle olması da gerekir, çünkü milli hukuk (doğal olarak) kapsayıcıdır ve ‘bize’ aittir. Buradan hareketle yargının da milli olması gerektiği açıktır… Nitekim milli yargı devletle bütünleşmiş olan milletin hak ve çıkarlarını ‘gayrı milli’ unsurlara karşı korumakla mükelleftir…
Bu jargonun özü şu: Devletle bütünleşmiş siyaset ‘halkın iradesini temsil’ etmekle kalmaz; ‘milletin iradesini teslim’ alarak tümüyle kendisinde toplar.
Geçmişte ‘Türkiye Yüzyılı’ ile ilgili yazdığım üzere, yeni bir rejim inşa ediliyor ve toplum ‘bize’ ait, fıtratımıza uygun, ‘alla Turca’ bir faşizme davet ediliyor. İyi de insanlar (alışmış olduklarını varsaydığımız) bireysel özgürlüklerinden, kendilerini siyaset karşısında ‘özne’ olarak görmekten niye vazgeçiyor?
Çünkü Yeni İttihatçı anlam dünyası, daha önce Kemalizmin yanıt getirmediği, eksik kaldığı, yok saydığı, hatta bastırdığı iki alanda insanlara cazip gelen özellikler arz ediyor. Bunlardan biri, makbul kimlik tanımının dindarları da içermesi, böylece çoğunluğun siyasetçe kuşatılmasını sağlaması. İkincisi ise, kendi geçmişimize dair ve Batı karşısında, tatmin edilmemiş duygularımızın muhatap alınması, giderek onları kuşatan bir muhayyel gelecek hikayesinin sunulması.
Benlik meselesinin ön plana çıkması (çıkarılması) ve oradaki duygu tatminsizliğinin yeni bir kimlik tasavvuru ile bütünleşmesi, vatandaşlık konusunu ve ona ait sorunları ikincil kılıyor… Yeni İttihatçılık ve kotarılmaya çalışılan yeni rejim bu zemin üzerinde ‘normalleşiyor’.
Peki, bu anlam dünyasının ideolojik dayanakları konusunda ne söyleyebiliriz?
Bir, tekçilik ve tekilcilik. Yani her şeyin tekleşmesi, bütünleşmesi, ‘devletin ülkesi ve milletiyle’ bir üst irade, özne olarak tanımlanması. Siyasi iktidardan başlayarak yargı, parlamento, sivil toplum, akademia, medya, iş dünyasının tek bir hiyerarşinin parçaları şeklinde bu üst öznenin tamamlayıcıları olarak görülmesi.
İki, devletin ülke sınırlarını aşan bir alanda (ideal olarak küresel) bir özne olarak tanımlanması. Türklük ile Müslümanlığın söz konusu nüfuz yayılmacılığının aracı olarak görülmesi. Müslümanlıkla Türklüğü birleştiren (yerli ve milli) yeni kimlikleşme ile birlikte, vatandaşların da söz konusu devlete destek verecekleri, çünkü kendilerini o devletin ‘içinde’ hissedecekleri beklentisi. Tabiri caizse, yeni dünya koşullarında ‘modernliği aşmış’ bir fütuhat dürtüsü.
Üç, tarihin ayıklanarak yorumlanması; hamaseti siyasileştiren, gerçeklerle bağ kurmak zorunda hissetmeyen bir geçmiş anlatısının, siyaset eliyle ve devlet koruması altında üretilip, yeni benlik ve kimlik çerçevesinin besleyici ideolojik zemini olarak sunulması. Milli devletin milli bir tarih anlatısına sahip olması gerektiği kabulünden hareketle, devletin ‘milli’ ihtiyaçları doğrultusunda söz konusu anlatının değişebileceğinin millet tarafından kabullenilmesi ve desteklenmesi gerektiği düşüncesi.
Dört, bütün etik ve ahlaki kavramların, ‘insan hak ve özgürlükleri’ olarak sınıflandırılan ilkelerin ‘milli görecelilik’ çerçevesi içinde ele alınması. Dolayısıyla ‘bize ait’ bir özgürlük ve ahlak anlayışına sahip olmamızın savunulması. Bu kavramların böylece ‘millileşmesi’ sayesinde devletin (milletiyle birlikte) tam bağımsızlık yolunda ilerleyeceği tezi.
Beş, milletin duygusal enerjisinin bir hiyerarşik eksen etrafında toparlanarak hiyerarşinin tepesinde bulunan devlette cisimleşmesinin, söz konusu enerjiyi kalıcı ve etkili bir tarihsel güce dönüştüreceğine inanılması. Duyguların devlette somutlaşmasının milleti yabancılaştırmayacağı; aksine, milletin kendisini devletin ‘içinde’ bulmasına yol açacağı beklentisi. Böylece milletin arzu istek ve hayallerinin, ama aynı zamanda (haklı) öfke ve nefretinin devlet eliyle siyasete dönüşmesi, ‘beka’ çerçevesinde olumlanıp kutsanması.
Bunlar bu yazıyı yazarken aklıma gelenler… Üzerinde düşünülüp derine gidildikçe başka dayanaklar bulunabilir veya farklı kategoriler üretilebilir. Her halükarda, ‘milliliğin’ tam anlamıyla korporatist bir rejimin meşrulaştırıcı ve taşıyıcı kavramı olarak kullanılmak istendiğini görmek durumundayız. Milliliği tanımlama yetkisini devlete devrettiğiniz ve bunu ‘demokratik’ ilan ettiğiniz andan itibaren, iktidarın ideolojik keyfiyetine tabi hale geliyorsunuz. Artık neyin milli, yani ‘doğru’ olduğunu iktidar söylüyor ve ona uymayanlar ‘gayrı milli’ ilan ediliyor. Bu ise makbul kimliği hak etmediğinizi, dolayısıyla temel vatandaşlık haklarına da sahip olmadığınızı ima ediyor.
Belki de asıl vahim olan devlet inisiyatifiyle siyaset üzerinden demokrasi görünümlü faşizan bir sistemin meşrulaştırılmak istenmesi değil. Bu hayalleri besleyenler her zaman uygun ortamları değerlendirmeye çalışacaktır… Asıl vahim olan muhalefetin bu ‘projeye’ hiçbir cevabının olmaması, hiçbir alternatif geliştirememesi.
İktidar doğal olarak psikolojik üstünlüğünü siyasete tahvil etmeye uğraşıyor. Gürbüz Özaltınlı’nın yazdığı üzere (Serbestiyet, 12 Kasım) “iktidar bu kavramı [milliliği – EM], muhalefeti, çok sesli tartışmayı susturmak, cezalandırmak için kullanıyor.” Ne var ki iktidarın yaptıkları muhalefetin yapamadıklarının gerekçesi olamaz… Özaltınlı’nın yazısında muhalefetin farklı bir millilik anlayışı geliştirmesine yönelik uyarıcı ve gerçekçi ipuçları var. Ben de (en azından) yukardaki 5 maddeden hareketle alternatif bir milliliğin olabileceğini savunmak istiyorum.
Bir, çoğulculuk. Toplumun bizatihi çoğul, birbirine benzemeyen, benzemek zorunda olmayan kişilerden oluştuğu, milliliğin bu çeşitliliği kapsamakla kalmayıp onu pekiştirmekle mükellef olduğunu kabullenme. Farklılıkları sahiplenmenin, onlara eşit mesafede durmanın yeterli olmadığına; farklılıkların artma ve kendilerini geliştirme yeteneklerinin teşvik edilmesi gerektiğine inanma. Milliliğin gücünün olabildiğince eşdüzeyli bir çoğulluktan geldiğini, tekilleştikçe kırılganlaşacağını savunma. ‘Birlikten kuvvet doğar’ sözünün ancak farklılıklara rağmen birliktelik iradesine sahipseniz geçerli olduğu, birbirine benzemeyi şart koşan birlikteliğin hastalanmayı ima ettiğinin kabulü.
İki, toplumu üretmiş olan coğrafyanın sahiplenilmesi. Bugünkü ülke sınırları ve yakın komşularla birlikte bu topraklarda yaşamış olan herkesin, her kavmin günümüz ‘millilik’ anlayışının parçası, kurucu unsurlarından biri olduğunu kabul etme. Dolayısıyla milli devletin söz konusu paydaşlara kültürel ve etik açıdan sorumlu olduğunu, milliliğin bir makbul kimliğe indirgenmek bir yana, coğrafyanın ürettiği kimliksel melezleşmeyi temel alması gerektiğini savunma.
Üç, geçmişin bütünüyle kapsanması. Tarihi ayıklayarak değil, ona mesafe alarak, gerçeklerden kaçmayarak ve dolayısıyla yüzleşme cesareti göstererek ele alma. Bugünkü kimliksel nitelemelerin bizatihi çoğulcu bir dinamik içinde geliştiğini, Türklük ve Müslümanlığın sayısız etnik ve dinsel geçişlerle harmanlandığını, hiçbirinin ‘tarih dışı’ bir saflığa sahip olmadığını görme. Halen Türklük ve Müslümanlık çemberi içine girmeyen unsurların da milli olduğunu ve milli olmanın Türklük ve Müslümanlık ‘dışına’ çıkma hakkını da (doğal olarak) içerdiğini kabullenme.
Dört, sağlıklı bir toplumsal ahlakın özgür ilişkilere muhtaç olduğunu, itiraz edemeyen ya da itiraz edilmesini ‘doğru’ bulmayan bir toplumda ahlaksızlığın egemen olacağını savunma. Özgürlük idealinin ancak tek tek herkesin kendisini başkaları kadar özgür hissetmesiyle mümkün olabileceğini, devleti özgürlüğün öznesi kılan yaklaşımların özgürlüğün gaspı olduğunu savunma. Zihinlerin bağımsız olmadığı bir toplumda devletin ‘özgürleşmesinin’ ancak bir tür faşizme, dolayısıyla toplumun esaretine ve ‘millet’ kavramının yozlaşmasına yol açacağına inanma.
Beş, toplumun duygusal enerjisinin, arzu istek ve hayallerinin, olabildiğince özgürce gelişmesi ve kendi dinamiğiyle yaygınlaşmasını bir değer olarak kabullenme. Bunların gideceği yönden işkillenmek bir yana, vatandaşların müstakbel yönelimlerinin önünü açmak gerektiğine inanma. Vatandaşın kişiliğine sahip çıkma hakkının hiçbir üst özneye devredilemeyeceğine ve hiçbir üst makamın bu hakkı sınırlayamayacağını savunma.
Bu beş maddeyi de bir ‘eskiz’ gibi düşünebiliriz. Ayıklanabilir, değiştirilebilir, eklemeler yapılabilir… Önemli olan şu: Millilik sadece bugün iktidarın tanımladığı şekliyle olacak diye bir doğa kanunu yok. Yeni İttihatçılık belirli bir zihniyet çerçevesine, dolayısıyla bir anlam dünyasına oturuyor. Yani bugün bize sunulan olası birçok millilik tasavvurundan sadece biri.
Acaba muhalefet içinde farklı bir zihniyet çerçevesinden, anlam dünyasından hareketle alternatif bir millilik üretmeye aday birileri var mı? Milliliğin tekleşme ve bütünleşmeden değil çoğullaşma ve birliktelikten güç kazanacağını savunabilecek bir muhalefet? Söz konusu millilik anlayışı sayesinde bütün vatandaşların daha huzurlu ve müreffeh bir geleceğe yöneleceğini anlatabilen bir muhalefet? Topluma yayılmış, paylaşılan bir mutluluğun ancak farklılıkları korumakla mümkün olduğunu öne süren bir muhalefet? Geleceğin belirsizliğinden korkmayan bir muhalefet? Özgüven eksikliğini devlete teslim olarak telafi etmenin hastalanma olduğunu, ancak korkak milletlerin böyle davrandığını söyleyebilecek bir muhalefet?
Henüz böyle bir muhalefet görmedik. Şu ana kadar gördüğümüz, ‘gayrı milli’ olma durumuna düşmekten korktuğu için iktidardan da daha ‘milli’ olmaya çalışan, ama böylece iktidarın millilik tanımını pekiştirerek ona hizmet eden bir muhalefet…
Oysa adım adım inşa döneminin sonuna yaklaşıyoruz. Sonrasında ülkenin ruhsal sağlığına kavuşması çok daha zor olacak. Umarım muhalefet içinde birileri yaşananları yeni bir bakışla irdeleyebilir ve Yeni İttihatçılığın bir tür ideolojik ‘yankesicilik’ olduğunu ortaya koyar .
Çünkü Yeni İttihatçılık topluma ait çoğulcu ve melezleştirici bir duyguyu, devlete ait bütünleşmiş ve kutsanmış bir iradeye dönüştürmeye çalışıyor. Nihayette devletin saptadığı ‘doğru’ tutum millete atfediliyor ve makbul vatandaşlık da söz konusu milletin içinde kişiliksizleşmeyi zorunlu hale getiriyor. Apaçık şekilde bir homojenleştirme, pasifleştirme, giderek ideolojik esaret üretme projesi ile karşı karşıyayız.
Ama geçmişte çok kez yazdığım üzere bu projenin özellikle muhafazakar ve ulusalcı tahayyülde cazibesi var. Çok farklı addedilen bu iki cenahı bir araya getirebilmesi, karşımızdaki meselenin ideolojileri aştığına, yaşananı anlamak ve alternatif geliştirmek için zihniyetten yola çıkmak gereğine işaret ediyor.
Yeni İttihatçılık ağrı kesici bağımlılığı gibi… Kendini iyi hissetmek için hastalanmayı kabulleniyorsun, hastalık ilerledikçe iradeni başkasına teslim ediyorsun…
Önümüzde kısa bir süre var. Bakalım Türkiye toplumu farklı bir milliliğin mümkün olduğunu idrak edebilecek, hastalanmayı reddedecek basirete sahip olduğunu gösterecek mi…