Önce sahneyi kuralım.
Biz vardık, tiyatrolarda oynayan bizdik, seyreden biz. Romanları yazan bizdik, okuyan biz. Gazeteleri yapan da okuyan da, üniversitelerde ders veren de alan da bizdik. Hemen hepimizin geçimini devlet sağlıyordu. Bazılarımız özel sektör fabrikalarının ofislerinde muhasebe işleriyle filan ilgileniyor gibi görünüyorduk ama çalıştığımız firmanın kârı, zararı, son kertede, Haydarpaşa Garından Ankara’ya yolladığımız arkadaşımızın devleti filanca gümrük oranının şuraya yükseltilmesine, falanca teşvike devletin ikna edilmesine, rakiplerimizin elinin kolunun devlet tarafından bağlanmasına bağlıydı. Rızkımız devletin iki dudağının arasındaydı yani.
Bir de o fabrikaların zemin katlarında, tezgâhların başında çalışanlar vardı. Çalışma hayaliyle şehre gelmiş, çalışamayanlar vardı. Daha gelmemiş olan, yakın geçmişe kadar toplumun yarısından fazlasını meydana getiren milyonlar vardı —köylüler, kasaba esnafı, zanaatkârı… Devletin rızkı da işte, onların artı değerinden, yolda kaybolmadan, eşkıyanın eline geçmeden Ankara’ya ulaşabilenlerden ibaretti.
Biz kendi aramızda konuşuyorduk. Onlar kendi aralarında ne yapıyorlardı, bilmiyorum. Ama bizim aramızdan, onlarla diyalog kurmaya gönül düşürenlerin sayısı, zannımca, iki elin parmaklarını geçmez. İlk anda Sait Faik geliyor aklıma, Kemal Tahir, Halit Refiğ… Cevad Şakir mesela, bu tiyatronun en trajik aktörüydü herhalde. Onlarla diyalog kurmaya mecbur kalmış, onları sevimli bulmuş, onları sevimli bulmaktan fena halde ürkmüş, gözlerini onların ta içine daldırmış, içlerinden geçip ta İyon medeniyetini görmüştü. Onların arasında yaşayıp onları görmemeyi becerebilmek için ne mesai… Çoğumuz çok şükür, onları görmemeyi çok daha kolayca becerebileceğimiz çevrelerde yaşama konforuna sahip olduk.
Biz, hepimiz, neredeyse dibine kadar sağcıyken, neredeyse göz açıp kapayana kadar birçoğumuz solcu olmuştu, sosyalist olmuştu. Çünkü aniden bir şimşek çakmıştı, idrak etmiştik ki, kendi aramızda onların kaderi hakkındaki, memleketin kaderi hakkındaki, her türlü şey hakkındaki kendi sohbetlerimizi onlarla diyaloga girmeden sürdürmenin daha soylu bir formülüydü solculuk. “Rızkımızı devlet veriyordu, n’apsaydık” demekten çok daha biçimli değil mi, “1950’de onlara kaptırdığımız devleti ele geçirecek ve halkımızın/halklarımızın makûs talihini yeneceğiz” demek? Devleti kurmuş olan, bütün devletperestlerin Kâbe’si olan parti, neredeyse bir gecede, sağdan sola bu berzahtan geçti. Ne kadar geçebildiyse artık.
Şebnem Korur Fincancı’nın Sincan cezaevinden yazdığı mektup 25 Kasım’da Serbestiyet’te de yayınlandı. Kendisine yapılanları eleştirmekle birlikte ona “katılmayanlara” cevap yazmış sayın Fincancı. Bence ne Şebnem hanım, ne onu içeri atanlar, ne ona hem üzülüp hem “katılanlar” (mesela ben), oyunun yukarıda kaba fırça darbeleriyle tarif etmeye çalıştığım sahnede oynanıyor olduğunu hesaba katmadan mevzuu anlayamayız —ona yapılanları beğenmeyip ona katılmayanlar bahis dışı, çünkü onlar zaten mevzuu anlamak istiyor değiller. Mesele Şebnem hanımın işaret ettiği yerlerde, yani bilimde, uzmanlıkta filan değil.
Katılmayanların, katılmadıkları şey…
Nasıl desem!
Şöyle diyeyim: “Biz devletperestiz” diyorlar Şebnem hanım, “devletimizi zor duruma düşürecek gerçekleri, istediği kadar bilimsel, istediği kadar uzman işi olsunlar, uluorta paylaşmanıza katılamayız. Katılmaya kalksak… İmanımız gölgelenir.”
Hikâyede dikkatinizi çekmiş olmalı, devletperest olan biziz, “onlar” devletperest değil. Olanca devletperestliğimizle, kendilerinden tiksindiğimiz, varlıklarından utanç duyduğumuz, üniversite kapılarına yığılıp çocuklarımızın imtiyazlarına ortak olmaya kalkan, kıyılarına yığılıp şehirlerimizi yaşanmaz kılan, bizi bıraksalar kendilerini birbirlerine ne kadar eşit yapacağımız o kaba saba insanlara muhafazakâr, dinci, faşist, sağcı filan gibi sıfatların yanında “devletin kulu” sıfatını da bol keseden dağıtıyoruz ama onlar, “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyorlar. Kapattıkları birkaç yüz metrekare yere bilmem kaç katlı biçimsiz bir bina dikip, ahırdaki hayvanlarının sayısını düşük bildirip, “devleti dolandırıp” yollarını bulmaya çalışıyorlar. Onların devletle ilişkisi, bizimkinden yüz seksen derece farklı. Bu topraklardaki devlet kavrayışının köklerini onların bin yıllık tarihinde filan bulduğumuzu iddia ediyoruz ama esasen bizim devlet bilgimiz, “bizim” bin yıllık tarihimizde. Onların tarihi bir hayli farklı. “Devlet kavrayışımız” deyip onlara da yansıttığımız bilgi —yani— esasen ve sadece “bizim” bilgimiz, yani evvel ebed devletten beslenenlerin bilgisi, memurların bilgisi, kulların bilgisi. Onların bilgisi bir hayli farklı.
Çoğumuz onların arasından gelip bizim aramıza karıştı. Aramızda akıllı olanlar, kısa sürede idrak etti ki, burada devlet alan değil, veren. Orada devletten neyi kaçırabilirsek, onunla idare ediyorduk. Burada devletten hiçbir şey kaçırılamazsa standardımız yükselecek. Aramızda bunu şıp diye idrak edebilecek kadar akıllı olmayanlar da var, ben onlardan biriyim. “İyi ama devlet hakkında şöyle düşünüyorduk” filan gibi budalaca laflar ettim teneffüslerde, tiyatro oyunlarının perde aralarında. Bu süreçte, zor yoldan, bizimkilerin “Fincancı’ya katılmıyoruz” derken neye katılmadıklarını çok iyi bildiğimi/öğrendiğimi düşünüyorum. Sayın Fincancı, bilin ki burada paylaştığım bilgi, uzman işi bir bilgi. Siz nasıl birkaç fotoğrafa bakıp, uzmanlığınız sayesinde, kimyasal silah kullanılmış olabileceğini fark ediyorsanız, ben de birkaç kelimeye, onların cümlenin neresine nasıl yerleştirilmiş olduğuna bakarak, devletperestliği teşhis edebilirim. Güvenin bana.
Mevzu burada bitmiyor. Esasen yeni başlıyor. Oyunun esas renkli tarafı üçüncü perdede. Sorumuz şu: Bütün meslekleri devletten bir ısırık kopartmak için fırsat kollamaktan ibaret olanlar, şimdi, iktidar olduklarında, devletin röntgenini çektiğinde hasta olduğunu teşhis eden Fincancı gibilerin zulme uğramasına neden bigâne kalıyorlar? Erdoğan’dan ve şürekâsından söz etmiyorum, onlara oy veren yığınlardan söz ediyorum. O yığınlar, mademki devletle araları bu kadar limoni, bu kadar şekerrenk, devletin canını yakan Fincancı’nın yanında, onu içeri atanların karşısında olmalı değiller mi?
Hikâyenin alengirli tarafı da burada işte. Erdoğan o kesimler için, Galatasaray müzesinin en nadide parçasını, 2000 yılı UEFA kupasını çalmış bir Fenerbahçe taraftarı. Getirmiş o kupayı, yani devletperestliği, Fenerbahçe müzesine koymuş. Onun kendi malları olmadığını, kendilerinin kazanmadığını biliyorlar ama karşı tarafın elinden almışlar. Erdoğan CHP’yi, İYİP’i, Davutoğlu’nu, bütün devletperestleri Fincancı’ya veya benzerlerine tokuşturdukça zevkten dört köşe oluyorlar. Onlar Fincancı’ya bakmıyorlar, Fincancı’ya bakıp “haline üzülüyoruz ama kendisine katılmıyoruz” diye geveleyenlerin haline bakıyorlar. Hayalarımız sıkılmış gibi kıvranıyor olmamızın onlara nasıl göründüğünü merak ediyorsanız, UEFA kupasını Fenerbahçe müzesinde görse “ama siz kazanmadınız ki, biz kazandık” diyen Galatasaraylılar nasıl kıvranırdı, tahayyül etmeye çalışın.
Neresinden baksanız asimetrik bir mücadele bu. Siz Erdoğan’a bakıyor, devletin safına geçmiş birini görüyorsunuz. Ona oy verenler, devletperestlerin hayalarını burmuş, kıvrandıran bir adam görüyorlar. Siz Fincancı hadisesine bakıyor, devleti zor duruma düşürmüş kabahatli bir kadın görüyorsunuz, onlar suçüstü yakalanmış bir devleti bu müşkül halden çıkarma ümidiyle kılıktan kılığa giren devletperest sizi görüyorlar. Sizin için devlet, devlet. Onlar için devlet, sizsiniz. Fincancı’nın içeri girmesine alkış tutmalarından siz, onların devlete biat ettikleri neticesini çıkarıyorsunuz, onlar size, yani devlete bir ısırık daha attıklarını…
Bitirmeden, Yıldıray Oğur’a da demiş olayım ki, zaten yerli ve milli idiler, değişmediler. İslamcı değildiler, milliyetçi, filan olmadılar. Devlete rampalamak için icabında milliyetçi, icabında solcu, icabında her ne gerekiyorsa o görünmeyi itiyat haline getirmiş, esasında hep ve sadece devletperest olan bizlerin en hakiki şeyimizi, devletperestliğimizi alıp kendi müzelerine koydular. Hepsi o. Halimize bakıp eğleniyorlar. Yıllardır şampiyon olamamış olmalarının, bu sezon da şampiyonluğu kaçırmış olmalarının acısını, kazandıkları her kupanın gasp edilmiş olmasının acısını, bizim kendi kupamızı onların müzesinde gördüğümüzde çaresizlik içinde, çılgına dönmüş bir biçimde çırpınmamıza şahit olmanın hazzıyla telafi ediyorlar. Bizim terimlerimizle düşünmüyorlar yani. Bizim terimlerimizle anlaşılamazlar.
İtiraf etmekte geç kaldık ama… Bizim terimlerimizle zaten düşünülemez. Hiçbir şey anlaşılamaz.