Yakın arkadaşları Arap diyor ona. Ama o lakabın nedeni çok özel, şahsına münhasır. Zira ne kökeni Arap diyarlarından, ne “Ömer Şerif”i andıran duygu deryası gözlerinden. Teni de “Beyaz Türkler”e fazlasıyla uygun. “Arap”ın onunla da alakası yok.
Dile-kulağa gelişi de ırkçı, ayrımcı etiketlere uzak, o “tezgâh”tan geçmemiş. Kültürü, duygusal hikâyesi 70’lerde gazeteci, TİP’li Varlık Özmenek’le “sol tandanslı” çevrelere yayılan, hepsinin birbirine hitabı “Arapçım”ı akla getirse de çıkışı öyle değil.
Özmenek’in anlattığı gibi o “Arap”ın hikâyesi daha farklı: “Engels’in Marx’a mektuplarında ‘Sevgili Arap’ diye hitabı”na nazire, sevdikleri insanlara dostça, sevgiyle, tebessümle, “müsavi” bir muhabbetin nidası. Farklı etiketler yapıştırmaya kalkanların “inadına”…
Dünyaya “arabından” bakmak
Dile gelişinin, seslenişinin “sevgili” olmasıyla, dile öyle yerleşmesiyle de yerine oturuyor bazı şeyler. Maalesef (yani kahretsin) tersi de geçerli… “Arap”ın lakabı da hoş, dost, samimi duyguların ifadesi. Ama onun “araplığı”, hatta “biricik”liği fotoğraf sevdasından, çektiği fotoğrafları banyo edince bir bakışta “arabı”ndan”, negatifinden bile tanımasından/tartmasından…
Cebindeki küçük, özel -katlanır- lupuyla, dünyaya da en açık alanları koyu, en karanlık alanları açık gösteren arabından bakıyor gibi bazen. Nefretle hemhal kılınan o “sıfat”ın fotoğrafçılığa “transfer”i tatsız olsa da, o lakap çok hoşuna gidiyor. Gözlerine de yansıyan ışıl ışıl, ak gülümsemesiyle o güzel unvanı hak etmeye çalıştığı bile söylenebilir.
Kimliksiz fotoğrafın cazibesi
“Amerikan Pazarı”ndan edindiği askılı, yeşil, askeri bez çantası da basılmış fotoğraflar, filmler, banyoyu bekleyen negatiflerle dolu. Makinesi de sığıyor torbasına… Fotoğraf tutkusu çekimle başlayıp son ürüne ulaşınca dinen bir üretim değil sadece. “Kimliği, yaşı başı belirsiz”i dâhil fotoğraflar da onun dünyası…
O mahzun fotoğraflar, çözülmeyi, yâd edilmeyi bekliyor. Nerede görse “al gözüm seyreyle o dünyayı”… “Fotoğraf felsefesi”ni, orada gizli anlamı/anlatımı, gizil (potansiyel) özgürlüğü de yakalamış gibi. Belki “dünya”yı önce öyle merak etmiş, biraz öyle çözmüş/çözmeye çalışıyor.
“Soy ağacı” fotoğrafları
Sevdası, bu mevzuda derinliği ta çocukluktan, “aile albümleri”nden… Hayatına çerçevelenen en geniş, en kalabalık mânâsıyla “soy ağacı” fotoğraflarının bolluğu onu hep şaşırtıyor.
Albümler, kutular dolusu; “renksiz”inden, zamanın kendi tuvalinde “renk”lerdiği, soldurduğu/sararttığı, hüznün güzelliğini/rengini kattığı siyah beyazlara, renklilere kadar binlerce fotoğraf.
Annesinin çocukluğundan beri biriktirdiği, siyah-beyaz “artist”, müzisyen kartpostalları ayrı arşiv. Arap, balıketi Maria Callas’ı da, servi gibi hâlini de oradan tanıyor mesela. Fotoğraflarıyla da sabit, Yunan tanrıçalarından… Sesine “doğuştan vernikli” demeseler de teni, silueti öyle. O fotoğrafları gördükten sonra peşine düşüp “Operanın İncil’i” olarak anıldığını da okuyor.
“Harbiyeli” fotoğraf merakı
Fotoğrafların bolluğu, çekilmesi, özenle saklanmasındaki iştiyak, babasının, annesinin, hatta dedelerinin fotoğraf merakını da belgeliyor. O yıllarda fotoğrafa merakın yanında çekme-tab ettirme koşulları, imkânı da önemli tabii.
Lâkin Arap’ın soy ağacında servet, zenginlik, gayrimenkuller filan yok. Tek maaşlı hayatlar… Bu ayrıcalıkta dedeleri, baba-amca-öz dayısıyla cümleten aile büyüklerinin hepsinin “Harbiyeli” olması, “askeriye”nin imkânları da etkili muhtemelen.
İstisna sayılırsa Harp Okulu’na gitmeyen tek -büyük- akrabası, üç yıl askeri ortaokul, 10 ay stajla “Askeri Mızıka (sonradan Bando) Okulu” mezunu “üvey dayısı”. (Hemen her enstrümanı çalabilen üvey dayısının üveyliğine o okuldan mezun “mızıka astsubayı” olması, askeri disipline gelememesi de mi “rütbe” ekliyordu acaba?)
Onun gençliğini de atın üzerinde binici çizmeleri, terkisinde nikelajı-sedefi her ışıkta yanan Hohner akordeonuyla çektirdiği siyah-beyaz fotoğraflardan biliyor. Bizzat tanıyınca çizmenin de, akordeonun da bordo olduğunu öğreniyor. Harika adam.
Fotoğraflarla yaşayan tarih
Anne-babasının, hısım akrabasının, hatta “mahalleli”nin çocukluğu-gençliği bir yana, ninelerin-dedelerin mekânlı/manzaralı gençliği, yaşam evreleri bile albümler dolusu… Makinelerin “dar objektif”i, o zamanın hayatıyla, arşiviyle genişlemiş.
Onunla “alışveriş”te büyüdüğü Bakkal Sait de “soy ağacı”nın dallarından, boş an yaratıp mahallenin çocuklarını pikniğe götürüp-getiren taksici Gazi Amca da… Başka bir fotoğrafta üç akrabasının gerisinden “Eskici Şâkir” bakıyor. Kuşkusuz olacaklar bir fotoğrafta. Kalacaklar… Ve bir fotoğrafla kim bilir ne hikâyelere vesile olacaklar.
Devirden devire fotoğraflardaki insanların kisvelerinden, obje dünyasından öte duruş, mimik, poz kombinasyonları bile tarih. Ve mekânlar, fonlar, mevsimler… Çoğunun fonunda o tarihten kesitler, manzaralar da asılı. “Elinin altında” bir tür arşiv, bellek onarımı aynı zamanda.
“Tepeden bakmalı” makine
Kuşaktan kuşağa o merak babasının gençliğinden yâdigâr “Çift Objektifli Yansıtmalı”, yani poz verene “tepeden bakmalı” makinesiyle de bittecrübe sabit. “Makineli”, o imkânla o günlerde şanslı ailelerden birisi olsalar da fotoğraf çekmek-çektirmek yine de özel bir durum.
Esasında o da biraz özel-belirli günlere, insanlara, mekânlara mahsus bir tören. Bir mekâna kimlik kazandıran çeşmenin, bir ulu çınarın, sinemanın yahut anıtın önünde de “Bi fotoğraf çektirilir” elbet. Elinde makinen varsa öyle boş boş dikilmen olmaz, “sahne”ne bir şeyler, o hayattan “delil”ler almalısın. Şahsına, familyana mahsusunu da gerektiğinde, hayatın dönüm noktalarından birinde stüdyoda, oradaki “perde”nin önünde çektiriyorsun rötuşlu rötuşlu…
“Lyublyu Lubitel” günleri
Yani fotoğraf çekmek-çektirmek o makinenin türüne-ismine rağmen bugünkü gibi “refleks” değil. Öyle her şeyi çek(e)mezsin. Sadece 12 pozluk negatif filmi, banyosu, tabı-kartıyla fotoğrafın bütçeye etkisi de “negatif”.
Babasının Rus malı, hatta Leninist (ilk kez Leningrad’da üretilen) Lubitel (Rusça bir işi sevgiden yapan, amatör) marka makinesi nispeten ucuz da olsa çok yakıyor. “Yine de ‘Lyublyu’, çok seviyoruz” diyor Arap. -Değerli- taş gibi… Fotoğrafın alfabesini, dilini, makinenin huyunu suyunu, o “zanâat”ın/sanatın mekaniğini, ayarlarını kurcalayarak öğrenmek için de ideal. Bozulmuyor…
“Trum trak” Zenit efsanesi
Arap’ın çocukluğunda çıraklığını hatta kalfalığını yaptığı o makinenin yerini, gençliğinde yine Rus malı “trum trak” Zenit alıyor. Daha kutusundan çıkarırken seviyor eliyle… Tanıdıkça “Her işi yaparım, her şeyim var”ının kıymetini anlıyor. Efsane…
Zenit bir dönem belki de“amatör fotoğrafçılık”ın, hattaamatörlük esasında beceriyi değil amacı tanımladığı için ilerisinin ilk “usta”larından. Mâkul fiyatıyla da tabii… Ayarı biraz ustalık-alışkanlık istese de her şeyi var.
Öyle ki seri üretimi neredeyse 40 yıl önce sonlanan Zenit’i, o efsaneyi yine ünlü Alman efsanesi Leica canlandırıyor. “Zenit M” adlı dijital makineyi 2019’da sürüyor piyasaya. Rusya-Almanya ortaklığıyla üretilen makinenin fiyatı ise Bit Pazarı’nı nura boğacak gibi; “4 bin 600 euro”dan başlıyor.
“Fotojeni”yi yakalayamamak
Lâkin o dönemin makineleriyle bugünün dijital dünyasındaki gibi her günü, her ânı, ötesi saniyenin 16 binde birine ulaşan enstantane hızıyla o “an”ın suratındaki, gözlerindeki her safahatını belgeleyemiyorsun.
O kareyi beğenmeyip silmek, “güzel” çıkana kadar çekmek, en “fotojenik” kareyi, ânı yakalamak da çok zor. O yüzden fotoğraflardaki insanlar makinenin/çekimin netliğine, sınırlarına da uyan “tecrübe edilmiş” pozları tercih edip o şamdandaki mum gibi duruyor.
“Fotoğraf çektirir gibi durmak”
![](https://serbestiyet.com/wp-content/uploads/2025/02/image-11.jpeg)
Öyle ki onların “canlı” olduklarını kanıtlamak için çekmeden “Biraz tebessüm!” diyor stüdyo fotoğrafçıları. Ama bir dönem nafile. Bir dönemin eski fotoğrafları “asla gülmeyen, sert” pozlarıyla da ayırt ediliyor.
Mutsuz olduklarının kanıtı filan değil. Makinelerin uzun pozlama süreleri, saniyelerce hareketsiz, mum gibi durmayı gerektiriyor. Onca zaman “gülmek” de zor. Yukarıdaki fotoğrafta oturan kadınlar o kritik ânı, sınavı kazasız atlatabilmek için el ele tutuşarak birbirinden güç alıyor gibi mesela. Ortadakinin yüzünde dehşet ifadesi…
Fotoğrafçıların başta eski, klasik resimlerdeki, portrelerdeki duruşu, o “ağır” ifadeyi taklit etmesi de o kompozisyonda etkili. Kırk yılda bir fotoğraf çektirirken o dönem makbul bir poz da gerek. Her devirde öyle… Edip Cansever’in boy aynasına bakıp “Nasılım” diyen Ruhi Bey’i misali: “Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum” .
Fotoğraf çektirmenin “çerçeve psikolojisi”nden öte “psikolojik çerçevesi” de var tabii. Duygularını ele vermemenin “poker face”i de var, o an hangi duygusal maskeyi, “karakter”i takınacağın da…
“Top kafa”nın çaresizliği
Çektirilen fotoğrafın sonucu da sürpriz; “sıfat”ını fotoğrafları stüdyodan alınca görüyor, kabulleniyorsun. Top kafa Hayri (Lakabı “Top Hat”ten, silindir şapkadan geldiği için “top” değil “tap” diye okunuyor), stüdyoda çektirdiği fotoğrafta kafasının gerçekten kocaman olduğunu görünce “Fotoğrafta öyle çıkmış” da diyemiyor mesela. Dimdik, objektife mesafeli, herkes gibi duruyor, poz veriyorsun objektifin karşısında.
Çekilen, merakla beklediğin fotoğraf flu, yanmış bile olabilir. “Gözü kapalı fotoğraflar” da sıradan. Yani bugün dile belâ olan “fotoğraf çekinmek” aslında tam o günlere uygunmuş. Mâliyetinden, hazırlığından, çektikten sonra âkıbetinden “çekinmek” normal. “Nasıl çıkmışım acaba?” derdini, merakını da bugünkü gibi saniyede çözemiyorsun. Fotoğraf stüdyosunun verdiği süreye mahkûmsun.
“Arka Işık”taki laboratuvar
Bırak çocukluğunu, gençliğinde slayt (diapozitif) çektiysen postayla yurtdışında banyo edilen filminin gelmesini bekleyeceksin. Çektiğini başkasının keyfine, maharetine, özenine emanet etmek, fotoğrafa gönül verenlerin, bütçe ayırabilenlerin bazılarının “kendin çek-kendin bas”a yönelmesini de etkiliyor.
Bazısı -varsa- evindeki ikinci tuvaleti, kileri filan karanlık odaya çeviriyor yavaştan. Arap oturduğu apartmanın ailesine ait küçücük kömürlüğüne el koyuyor. O mekânın adı artık “Arka Işık”. Hem tavanla bitişik “vasisdas” misali dar pencereden sızan ışığa gönderme, hem de her fotoğrafın ardında bir “arka ışık” bulunacağı varsayımı, umudu…
Bir de ikinci el “Rus agrandisör” ediniyor. Banyoda kullanacağı kimyasalları yeni muhitinden, “fotoğrafçı” abilerinden denkleştiriyor ama kart yine de pahalı. Hele görüntüyü agrandisörün merceğinden duvara yansıtmak, istediği ebatta, büyük basmak filan “servet”. Hayal o günlerde.
Bir dünya buldum…
Hepsini düşündüğünde “Bir dünya buldum” diyor Arap. O günlerde baştan sona, mutfağından “vitrin”ine o “dünya”, görüntülerin gözünün önünde, önce “suda” oluşan “kimya”sı, o sır görüntünün yavaş yavaş netleşmesi, “anlam dünyası”na da farklı bir pencere. Dünyanın “görünen”den öte “gösteren ve gösterilen” ekseninde döndüğünü belki ilk kez öyle düşünüyor.
Çekilen/çektirilen fotoğrafın hayattan alınan bir an, bir parça, bir “kadraj” olması, en “anlamsız” fotoğrafa bile anlam katıyor bazen. “Anlamlı fotoğraflar”ın yelpazesi belki ondan geniş. “Mânâlı fotoğraflar” deyince de önce “resimlerdeki aşk hikâyeleri” geliyor Arap’ın aklına. Mırıldanıyor yıllar geçse de Cem Karaca’nın “hep kalan” ezgilerinden, güftesiyle “Arap”esk şarkılarından birisini, “Resimdeki Gözyaşları”nı…
Anlamın düşmanı “Anafikir”
“Evvel zamanlarda, belli yaşlarda fotoğraflar daha mı çok konu olurdu şarkılara?” sorusu geçiyor aklından: “Yoksa şarkılar, şiirler, güfteler daha kalıcı, daha çok, derinden mi değiyordu bünyeye. Şarkının videosu, klibi, ‘Bak işte kısa, özet hikâyesi’ pek yoktu da iş tahayyüle kaldığı için mi öyleydi…” Bir dönem sadece şarkılar mı vardı?
Bazen beğense, sevse, eğlense de klipler Arap’ın pek tarzı değil; derslerdeki o standart “Anafikri nedir” sorusuyla “bir cümleye tıkıştırılan anlam”ı da nefretle anıyor zaten. “Anlam”ın, hatta çoğu kez derinliğin en popüler düşmanı…
Video-film, “kaset” salgınında Milliyet’in okurlarına ücretsiz verdiği o koca, kalın “Video’da TV’de 5000 film” kitabındaki “Love Story”nin anafikrini hatırlıyor: “Fakir bir kızla, zengin bir delikanlı âşık olur, evlenir. Kız kanser olur, ölür…” Film ondan ibaret olsa da hoş değil.
Arap’ın gerçek olaylara/kişilere/adlara/lakaplara “yazar keyfi-keyfiyeti”yle dayanan “hikâye”sine, “Aşk ve fotoğraf hakları”na gelecek pazar devam edeceğim.