Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIGöçebe Türklerin oturduğu çadır

Göçebe Türklerin oturduğu çadır

Misak-ı millî sınırlarının bir adım içindeyken üzerinde durduğum toprağı çok sevip iki adım attıktan sonra Bulgaristan, Gürcistan veya İran toprağını daha az sevmeyi makul bulmuyorum. Tevfik Fikret’in sözleriyle, “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev'i beşer…” Tanıştığımızda bazılarını sevebilir, bazılarını sevmeyebilirim, ama bütün insanlar benim vatandaşımdır. Gördüğümde bazı yerleri güzel bulabilir, bazılarını bulmayabilirim, ama dünyanın bütün toprakları benim vatanımdır.

Benim sözlüğümde, düşünce dünyamda, hayatımı yöneten kişisel anayasamda “vatan” kelimesi yer almaz. Vatan sevgisi de, dolayısıyla, sevgilerim arasında son sıralarda bile bulunmaz. Dahası, bunları bir durum tespiti olarak söylemiyorum sadece, bir değer yargısı da içeriyorlar. Belli bir coğrafyayı dünyanın geri kalanından, belli bir insan grubunu tüm diğer insanlardan daha fazla sevmeyi yanlış buluyorum, kaçınılmaz olarak ayrımcılığa, dışlayıcılığa yol açtığını düşünüyorum.

Denebilir ki, insanın doğup büyüdüğü yeri, komşularını, ailesiyle çevresinden öğrendiği adetleri, gelenekleri ve yaşam tarzını sevmesi en doğal şeydir. Bunları elbette biliyor ve anlıyorum. İstanbul’da liseyi bitirip İngiltere’de üniversiteye gittiğimde ve orada yaşadığım yıllarda bu sevgiyi ve zaman geçtikçe sevgiye eklenen özlem ve nostaljiyi ben de yaşadım.

Ama sevdiğim, özlediğim, artan bir duygu yüküyle hatırladığım “şey” neydi? Vatan mıydı? Sanmıyorum. Sınıf arkadaşlarımla İstanbul’da gezinmeyi, Boğaz’da rakı içmeyi, büyükbabama kendi gençliğini anlattırmayı, okulun bahçesinde sigara içip Karadeniz’den Marmara’ya doğru süzülen Rus şileplerini izlemeyi seviyor ve özlüyordum. Ama Bartın, Yozgat veya Osmaniye’de neler olduğu, kimlerin neler yaptığı umurumda bile değildi. Veya Kalküta, Ulan Bator ve La Paz ne kadar umurumdaysa Bartın, Yozgat ve Osmaniye de o kadar umurumdaydı, daha fazla değil. Niye daha fazla olacaktı ki? Bu şehirlerin altısına da hayatımda hiç gitmemiştim, oralarda yaşayan hiç kimseyi tanımıyordum, oraların sakinleriyle hiçbir özel bağım yoktu. Kuşkusuz şehirlerin hepsinde tanısam çok seveceğim insanlar olduğu gibi pek de sevmeyeceğim insanlar da vardı, ama Yozgat’takileri Ulan Bator’dakilerden daha çok seveceğimi düşünmem için herhangi bir neden yoktu.

Bu nedenle, bana “Nerelisin?” sorusu sorulduğunda hep “İstanbulluyum” cevabını verdim, hiç “Türkiyeliyim” demedim. Yurtdışında yaşadığım yıllar boyunca özlemle sevdiğim her şey İstanbul’daydı, İstanbul’la ilgiliydi çünkü. Türkiye’yle, “vatan” ile ilgili değildi.

Bir toprak parçası

“Sen İstanbul’u özlemiş olabilirsin, ama vatan başka bir şey” diye düşünenler olacak kuşkusuz. Peki, nedir “vatan”?

“Vatan” afakî ve hayalî bir şey, “uydurulmuş” bir şey.

Türk Dil Kurumu, “vatan” kelimesini “yurt” olarak, “yurt” kelimesini de “bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası, vatan” olarak tanımlıyor. “Yurt” için de ayrıca “Göçebe Türklerin oturduğu çadır” diyor. Vatanı bu dar anlamlarıyla alırsak, üzerinde yaşanan toprak parçası olarak veya en dar anlamıyla gece sığınıp yatılan çadır olarak anlarsak, itirazım yok. Bu vatan hayalî değil, somut ve büyük ölçüde kişisel bir şey. Benim “İstanbulluyum” derken kast ettiğim şeye benziyor.

Ama açık ki bu dediğim vatan, Mustafa Kemal’in “Vatan sevgisi ruhları kurtaran en kuvvetli rüzgârdır” sözündeki veya Vatan yahut Silistre’deki vatan değil, “sözkonusu vatansa gerisi teferruattır” diyerek cinayet işleyenlerin düşündüğü veya “vatan haini” ifadesini kullananların hayal ettiği vatan değil. Onlarınki küçük bir toprak parçası, bir çadır değil, bambaşka bir şey, çok daha geniş kapsamlı, çok daha ulvî, adeta kutsal bir vatan. Ve kelimenin yaygın kabul gören anlamı da bu.

Bu anlamıyla vatan kelimesi basitçe bir toprak parçasını değil, ulus devlet kavramının çoğu diğer unsurunu da şu veya bu ölçüde içeriyor veya en azından ima ediyor: Sınırları belli ve değişmez olup silahlı kuvvetler tarafından korunan bir coğrafya, o sınırlar içinde yaşayan ve aynı tarihi, aynı dili, aynı kaderi paylaştığı iddia edilen bir insan topluluğu, bu topluluğun çok eski, çok medenî, çok mükemmel olduğunu hikâye eden bir resmî anlatı… İşte, afakî ve hayalî olan bu.

Niye hayalî?

Niye afakî ve hayalî? Çünkü uğruna ölümlere gitmemiz beklenen sınırlar tarih boyunca padişahlar, beyler, krallar, prensler, dükler arasındaki savaşlar ve savaş sonrası antlaşmalarla belirlenmiş, yani önemli ölçüde tesadüfî, daha da önemli ölçüde askerî güç dengelerinin sonuçları. Tarih boyunca sık sık değişen, savaş meydanlarıyla konferans masalarında çizilen bu sınır çizgilerinin bizim için niye kudsiyet taşıması gerektiğini anlamak zor!

Belli sınırlar içinde yaşayan insanların bin yıllardır kader birliği ettiği, aynı dili konuştuğu, aynı kültürü paylaştığı ise, basitçe palavra. Hemen hemen bütün ülkelerin (“vatanların”) 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıktığını ve öncesinde insanlık tarihi boyunca “vatan”, “ülke”, “ulus”, “millî” gibi kavramların mevcut bile olmadığını hatırlarsak, tüm resmî millî anlatıların ulus devletler ortaya çıkarken uydurulmuş/hayal edilmiş/yazılmış mitolojik anlatılar olduğunu kolayca görürüz.

Ben bu anlatılara inanmamayı seçiyorum. Bunlardan yola çıkarak tanımadığım bir Türk’ü tanımadığım bir Afgan, Alman veya Suriyeliden daha çok sevmeyi reddediyorum. Misak-ı millî sınırlarının bir adım içindeyken üzerinde durduğum toprağı çok sevip iki adım attıktan sonra Bulgaristan, Gürcistan veya İran toprağını daha az sevmeyi makul bulmuyorum.

Tevfik Fikret’in sözleriyle, “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev’i beşer.” Tanıştığımızda bazılarını sevebilir, bazılarını sevmeyebilirim, ama bütün insanlar benim vatandaşımdır. Gördüğümde bazı yerleri güzel bulabilir, bazılarını bulmayabilirim, ama dünyanın bütün toprakları benim vatanımdır.

- Advertisment -