Kendime dair birşeyler söyleyeceğim ve sonra Gurnah’a geleceğim. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin Girit muhaciri, İzmir’e yerleşmiş, aşağı orta sınıf, çok entellektüel, çok solcu bir ailesi içinde doğdum. Babam herhalde kendi neslinin en iyi Marksist aydını ve düşünürüydü. Böyle bir ortamda, küçük yaştan itibaren kendimi Marksist, sosyalist, emekten yana, ezilenlerden yana, gerçeklerden yana, doğruluktan yana, hakkaniyetten yana sayarak büyüdüm.
Ev kitap doluydu, çok kitap okunan bir evdi. Maarif Vekâleti’nin Dünya Klasikleri (tercümeleri) vardı örneğin. Bir büyük ahşap dolap dururdu holde, kırmızı boyalı. İçi yığma kitaptı. Bütün Rus ve Fransız edebiyatı. Moliere, Balzac, Stendhal, Zola, Tolstoy, Puşkin, Lermontov, Turgenyev.
Hep iyi öğrenci oldum, iyi okullara gittim. İlkokulda İngilizce öğrenmeye başladım. İzmir’de Amerikan Kütüphanesi evimize beş dakika yürüme mesafesiydi. Bütün tatillerde oraya dadandım. O zamanki adıyla İzmir Koleji vardı (şimdi BAL, Bornova Anadolu Lisesi); ortaokulu orada yatılı okudum. İngiliz ve Amerikalı öğretmenlerimiz vardı. Bütün Matematik ve Science (Fizik, Kimya, Biyoloji) dersleri de İngilizce okunurdu. Oradan Robert Kolej sınavlarını kazanıp burslu olarak İstanbul’a, Robert Lisesi’ne, Robert Akademi’ye gittim. Bunlar, bir tür toptan Batı karşıtı söyleme göre, “Batıdan empoze edilmiş” (emperyalist? sömürgeci? gayri millî?) okulların ve müfredatın tipik örnekleriydi. Hele Robert Kolej, bir misyoner okuluydu üstelik. Dahası, Robert’te iyi öğrenci olduğum için tam burs kazandım; Amerika’ya, Yale Üniversitesi’ne gittim. Yale’de dört yıl lisans okudum. Ekonomi okuyordum, yine ekonomi alanında doktoraya kabul edildim. Doktorada birinci yılımda, artık ekonomi okumak istemediğime karar verdim. Bütün ömrümü matematiksel iktisatla geçiremeyeceğimi anladım. Ama ne istediğimi bilmiyordum henüz. Yale’i bırakıp döndüm. Türkiye’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne asistan olarak girdiğimde daha 22 yaşımdaydım.
1960’ların sonları, bir ultra-radikalizasyon ortamıydı. Ben zaten Marksist, sosyalist bir geçmişten geliyordum. O militanlık devam etti. 12 Mart rejiminde hapse girdim. Yüzlerce insan gibi ben de Kontrgerilla’dan geçtim. İki buçuk yıla yakın yattım, çıktım. 1974-77 arasında hayatımı kazanmak için çeşitli işlerde çalıştım. Yazılı çeviri yaptım, simültane tercümanlık yaptım, yabancılara Türkçe dersleri verdim. 1977’de eski kürsümün asistanlığını, mahkeme kararıyla değil, tekrar sınava girip kazandım. Beş yıl daha devam ettim. Bu sefer 12 Eylül geldi. 1983’te Sıkıyönetim Kanunu’nun 1402. maddesiyle üniversite tasfiyelerine giriştiler. En yakın hocalarım okuldan atılırken kalmaya tahammül edemeyeceğim için, istifa ettim. 1985’ten itibaren, artık hayatta olmayan Orhan amcamın desteğiyle doktoramı İngiltere’de, Birmingham Üniversitesi’nde bitirdim. Tarih doktorasıydı; ekonomiden tarihe geçişimi böyle tamamladım. 1990-91’de Türkiye’ye döndüm; ilk önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdim. Oradan Boğaziçi Üniversitesi beni transfer etti, oradan da Sabancı… Ocak 2016’da Sabancı Üniversitesi’nden, 68 yaş haddinden emekli oldum. 2017 başlarında İbn Haldun’dan teklif aldım ve buraya geldim.
Şimdi Doğu-Batı, 1-0, ak-kara zıtlığı üzerine kurulu bir anlatım açısından, benim “iflah olmaz bir millî hain” olmam gerekiyor sanırım. Tümüyle Batılı, modern, modernist okullarda okumuşum. İndirgemeci bir anlayışla, kolonyalist eğitimin yarı sömürge varyantını almış; tümüyle kötü ve yanlış şeyler öğrenmiş olmalıyım. Ne ki hem siyasî, hem fikrî, hem akademik planda sonuç, bu katı kehaneti tekzip ediyor. Bir, öyle topyekûn, politika dahil her konuda eleştirisiz bir Batı hayranı olduğumu hiç sanmıyorum. Nasıl olurum; Marksist bir anti-emperyalizm geleneğinden geliyorum. Gerekirse kapitalizmin çelişkilerini ben size anlatayım. Neden; çünkü herhangi bir endoktrinasyon, bir dogmatizm, bir tek-çizgililik değildi söz konusu olan. İçerik de çok önemliydi, ama içerikle birlikte asıl bir okuma ve düşünme yöntemi kazandırılıyordu. Nitekim ister ODTÜ’de, ister Boğaziçi’nde, ister Sabancı’da, ister beş yıldır İbn Haldun’da öğrencilerime geniş bir tarih ufku ve birikimi verebildiysem, verebiliyorsam, bunu edindiğim demokratik, özgürlükçü, plüralist, tabusuz, eleştirel müktesebat sayesinde verebiliyorum. Bu oluyor, bu alınıyor, evrensel modernliğin iyi okullarında. Ve hiç de öyle Batı-merkezci, Oryantalist veya Oryantalizan bir paradigma içinden ders vermiyorum. Emperyalizmi, sömürgeciliği gözardı eden, yok sayan, bunları 19. ve 20. yüzyıl tarihinin en önemli boyutları arasında değerlendirmeyen bir perspektiften ders vermiyorum.
Yani şunu diyeceğim: Öyle satılmış hain fideliği diye bir öğretim yok Batı okullarında ve ayrıca insanlar da robot değil, “beyin yıkama” mümkün değil; insan bugünden yarına ne yapacağı çok belirsiz olan bir varlık. Ernest Gellner’ın deyimiyle “eksik programlanmış” bir yaratık. Bu prensibi kişisel düzeye indirirsek; geçtiğiniz öğrenim, gördüğünüz dersler, edindiğiniz kültür ne yapacağınızı bire bir belirlemiyor. O tevarüs ettiğiniz birikimleri ne yapacağınız sizin kendinize, özgür iradenize, bireyliğinize bağlı. Şu veya bu okulda okumak veya şu veya bu cemaat ya da mahallenin içinde büyümekle, o ilk katmanlar kalan bütün hayatınızı determine edecek diye birşey yok. En basiti, eğer öyle olsaydı, meselâ benim hep “Batı” hayranı ve yanlısı ve/ya hep Leninist-Stalinist olarak kalmam gerekirdi.
Ara not; kendimi nasıl mı sorgulamaya başladım? Bu süreç birikiminize göre değişir. Düşünsel ufuklarınıza, dünya görmüş olup olmamanıza göre; başka dünyaların, başka kültürel birikimlerin varlığının farkında olup olmamanıza, gidecek yeriniz olup olmamasına göre değişir. Cesaretinize (medenî cesaretinize) ve ahlâkınıza göre de değişir. Bir teorinin, bir paradigmanın içinde yaşıyorsunuz. Ve aynı zamanda onu görüyor, bunu görüyor ve şüphe ediyorsunuz. Bu şüpheler ve soru işaretleri içinizde birikiyor, birikiyor, birikiyor. İnsanlar o kadar alışkanlıklarına bağlı ki, bir yere kadar bastırıyorsunuz. Çünkü belki içinde yaşadığınız cemaat, mahalle vesaire dışında bir hayat tahayyül edemiyorsunuz. Geç görebilirsiniz, ama bir kere gördüğünüzde, direnebilecek misiniz, geri adım atmadan, tekrar boyun eğmeden? En azından solda, benim yaşadığım dar kadro örgütleri, militan örgütler ve liderleri, tam da bu nedenle, hep bağımlılık içinde tutabilmek için, bütün diğer alternatifleri daima yok etmeye çalıştılar. Mesele militanlarınızın, kadrolarınızın, sempatizanlarınızın gideceği başka hiçbir yer kalmamasıydı. Örgütün esiri olmalarıydı. Mesela bu Aydınlık, Türkiye İşçi Köylü Partisi hareketi içinde benim bilimsel kimliğim, yurt içindeki ve dışındaki akademik camiayla bağlantılarım, İngilizce yayınlanan tarih dergilerine yazıyor olmam ve yazılarımın kabul ediliyor olması, liderlik kültünün gözünde hep istenmeyen bir unsur oldu. Stalin döneminde Sovyet aydınları, sanatçıları, bilim insanları veya diplomatları için, uzun süre yurt dışında kalmış (velev İspanya İç Savaşında savaşmış) ve dolayısıyla yabancı dostlar peydahlamış olmak nasıl suç unsuruysa, “emperyalizm” tarafından ele geçirilmişlik deliliyse; bugün de Osman Kavala nasıl Batı ve dünya kamuoyuyla ilişkileri yüzünden kötü örnek gösterilip kaç yıldır hapiste çürütülüyorsa; ben de (çok daha küçük ve zayıf ölçekte de olsa) benzer bir şaibe altındaydım, hele Aydınlıkçılığın 1985 sonrası kriz ve daralma yıllarında. Aydın, tarihçi, bilim insanı özelliklerimle varlığından gurur duyulan bir aydın değildim; tersine, hepsi benim üzerimde bir soru işareti oluşturmuştu. Kendi açılarından çok da haklıydılar aslında. Çünkü bu adam üzerinden bize yabancı fikirler geliyor da diyorlardı; bu adamın başka bir dünyası da var ve icabında çekip gidebilir de diyorlardı.
Şimdi bakın bu, esas konumuzla bağlanıyor. Çünkü bence bugün Türkiye’de başarısız olmaya mahkûm da olsa habire pompalanmaya çalışılan oksidantalizm için de, yekpare Batı düşmanlığının amaç ve işlevlerinden biri işte bu: başka dünya bırakmamak. Türkiye’nin dindar-muhafazakâr mahallesinden gelen, İslâmî inançlar taşıyan genç kadın ve erkeklere başka bir dünya alternatifi bırakmamak. Öyle umacılaştırmak ki Batıyı, bir yere gidemesinler. “Batı bilimi” diye şeytanlaştırılan duygu ve düşünce dünyası içinde bir yere gidemesinler. O edebiyatı okumasınlar, o şiiri, o romanları okumasınlar, o tarihçileri okumasınlar. Böyle çok önemli bir mesele var. Bu isteniyor.
Kendi öyküm ve sonra Abdulrazak Gurnah… Ters sırayla da olabilirdi. Kendi öykümü şu nedenlerle anlattım: Böyle tamamen yanlış bir “Batı bilimi” diye bir şey yok. Toptan yanlış, bütünüyle reddedilmesi gereken bir eğitim-öğretim de yok. Ayrıca mahalleler, cemaatler, kültürler veya alt-kültürler gibi, eğitim de insanın özgür iradesini, vicdanını, özgür düşünme ve değerlendirme kapasitesini yok eden bir belirleyici değil.
Geldiğim yerde, ben ne Doğunun veya Batının militanıyım, ne de Doğunun veya Batının haini. Kendimi içinden çıkmış olduğum topluma, kültürüne, halkına yüz çevirmiş, kopmuş, yabancılaşmış, yüzde yüz Batı hayranı biri olarak görmüyorum. Madalyonun diğer yüzünde, insanlık tarihinde belirli bir anda Batıyla birlikte çıkagelen insanlık ve medeniyet kazanımlarına sırf Batıdan geldi diye sırt çevirmekten de çok uzağım. Evet, güçlü bir Batı kültürüm var; aynı zamanda ve bununla birlikte, kendi memleketime, yurduma, halkıma çok güçlü bir demokratik angajmanım da var. Kendi toplumumu ilerletmeye, bilgi vermeye, genç kadın ve erkeklere bilim vermeye çok güçlü bir angajmanım da var. Esasen o nedenle buradayım.
Ha, burada ne mi yapıyorum? Öyle mi diyorlar; Halil Berktay İHÜ’de ne arıyor diye mi soruyorlar? Tersten sorayım; bunda şaşacak ne var? Çok tuhaf bir soru aslında; cevabı son derece basit; burası bir üniversite ve ben de burada kendi alanımda ders veriyorum. 2017 başlarında İbn Haldun Üniversitesi bana teklif yaptığında kendi kendime şunu düşündüm: Aktif öğretim hayatının şöyle böyle otuz yılını daha ziyade Türkiye’nin laik, Kemalist, sol, liberal, sol liberal ya da sol Kemalist denilebilecek üniversitelerinde öğretim üyeliği yaparak geçirdin. Tabii önüne gelen öğrencinin ne kadarının hangi mahalleden geldiğini her zaman bilmen imkânsız. Ama ODTÜ, Boğaziçi, Sabancı üniversitelerindeki öğrencilerinin yüzde yüzü değilse bile herhalde çoğunluğu Türkiye’nin işte o mahallesinden, seninle aynı mahalleden geliyordu. Sen onlara bilim verdin. Şimdi öğrenci çoğunluğunu Türkiye’nin dindar, muhafazakâr mahallesinden gelen genç kadın ve erkeklerin oluşturduğu bir üniversiteden davet alıyorsun. Bu genç kadın ve erkeklerin senin biliminin üzerinde bir hakları yok mu? Hangi vicdani tavırla, kendi biliminden onları da yararlandırmayı reddedebilirsin? Onların da senin üzerinde bir hakkı var. Git, onlara da bilim ver. Benim için tayin edici mesele bu oldu. Ve burada da beş yıldır çok severek, çok isteyerek tarihçilik yapmaya devam ediyorum.
Abdulrazak Gurnah’a gelelim… Bir kere harikulade romanlar. Bence çağımızın Çehov’u. 19. yüzyıl Rus edebiyatında Çehov’un çok özel bir yeri vardır. Çünkü onun öyle insanlık dışında bir büyük anlatısı, bir ideo-politik dâvâsı, paradigması yoktur. Başka herkesin vardır da onun yoktur. Tolstoy’un vardır, Dostoyevski’nin vardır, Turgenyev’in vardır, Çernişevski’nin vardır. Ama reform, ama devrim, ama Panslavizm, ama Hıristiyanlık; vardır bağlandıkları bir dâvâ. Bir şeyleri ispatlama ve savunmanın peşindedirler. Çehov ise, doktor ya zaten, âdeta pozitivist doktor gözlemciliğiyle, sanki sadece insanlık hallerini, genel olarak insanlığa ilişkin bir sempatiyle kaydetme peşindedir. Bizde Sait Faik bana biraz Çehov’u hatırlatır. Gurnah da öyle. Gurnah 21. yüzyıl başlarının Çehov’u bu anlamda. Hiçbir kültürün, medeniyetin, eğitim-öğretimin militanı da değil, haini de değil. Bütün romanları, Zanzibar ile İngiltere, yani Doğu ile Batı arasında dönüyor. Zaman ve mekân içinde bir tür göç söz konusu. İnsan hayatları 19. yüzyıl sonlarında Doğu Afrika’da başlıyor, 20. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’den geçiyor ve Doğu Afrika’ya geri geliyor. Gurnah’ın bir ayağı orada, bir ayağı burada. İkisini de hem kabulleniyor hem kabullenmiyor. Hem seviyor hem sevmiyor. İmparatorluk kalıntısı benmerkezci İngiliz hülyalarını da teşrih ve teşhir ediyor, yerel Zanzibar/Tanzanya toplumunun zihinsel geriliği ve dar kafalılığını, iç savaşlarını, diktatoryal yolsuzluklarını da. Dolayısıyla ikisinde de tam yerini bulamıyor. Nobel Edebiyat Ödülünü kazandıktan sonra Tanzanya’da önemsenmemesi, Türkiye’nin Orhan Pamuk’a muamelesini andırıyor.
Özellikle Türkçeye Terkediş diye çevrilen Desertion’ı okuduğumda, Raşid’in şahsında hem kendi hayat hikâyesini, hem kendi hayat hikâyemi buldum. 1899’da Zanzibar’da deniz kıyısında, ismini vermediği küçük bir köy veya kasaba var. Sabahın alacakaranlığında çölden sendeleye sendeleye garip bir yaratık geliyor ve caminin önündeki meydana düşüp bayılıyor. Orada oturan Hasan Ali adında bir dükkân sahibi, bir bakkal veya manav alıyor, kurtarıyor, evine götürüyor. Kendine getiriyorlar. Martin Pearce diye bir İngiliz. İç bölgeleri keşfe çıkmaya çalışmış bir yarı maceracı, yarı oryantalist. Kiraladığı Sudanlı silâhendazlar bunu soymuşlar ve çölün ortasında tek başına bırakmışlar. Yürüye yürüye hayatını kurtarmış.
Sonrasında bir Hasan Ali anlatıyor Martin Pearce’i; bir, gelip burada bir İngiliz varmış diye onu alan sömürge yetkilisi Frederick anlatıyor. Frederick ve ondan da fazla yardımcısı Burton, emperyal zihniyet sahipleri. Martin Pearce yanlarında kalıp sağlığını kazanmaya çalışırken, üçlü konuşmalarına tanık oluyoruz. Frederick zalim değil ama dünyaya bakışı Batı-merkezci. Esaslı İngiliz edebiyatı biliyor; hasbelkader düşmüş Zanzibar’a. Edebiyat sevgisi, insaniyeti, üstünlük duygusu, yerlileri küçümseyişi, onlara medeniyet götürme sorumluluğu (ki buna inanıyor gerçekten) — hepsi karmakarışık. Martin Pearce ise çok daha evrenselci bir duyarlılıkta. Hasan Ali’nin evine teşekkür etmeye gidiyor. Yemeğe alıkoyuyorlar. Bir daha gidiyor, bir daha gidiyor. Hasan Ali’nin kızkardeşi Reyhane (Rehana) ile birbirlerine âşık oluyorlar. O küçük köyü terkedip Mombasa’da birlikte oturmaya başlıyorlar. Her şeye göğüs geriyorlar. Çok âşıklar birbirlerine. Bir kızları oluyor. Yıllar sonra Martin Pearce, “İngiltere’ye dönmem lazım. Ama geleceğim ve seni alacağım” diyor; gidiyor ve gelmiyor. Rehana’nın adı, yerel ataerkil kültür itibariyle zaten kötü kadına çıkmış.
Yıllar geçiyor. Muallim Faysal ve karısıyla karşılaşıyoruz. İkisi de orta-lise öğretmeni. Zaten öğretmen okulunda tanışmış ve evlenmişler. Küçük, yoksul, mütevazi bir yerel toplumun yerel/yerli münevverleri. Eğitime ve eğitim yoluyla ilerlemeye inanıyorlar. Üç çocukları oluyor: Feride (Farida), Emin (Amin), Raşit (Rashid). Eğitimden bahsetmeliyim; tamamen İngiltere’deki eğitimin kopyası. Yani sömürgelere, “alt-insan”lara göre özel olarak tasarlanmış bir eğitim değil. Aynen İngiliz ortaokul-lise sistemi. Diyelim ki, oranın yerel Robert Kolejleri. Robert’in lise müfredatı (Türkçe, Tarih, Coğrafya hariç), İngilizce (Edebiyat), Fizik, Kimya, Organik Kimya ve Biyoloji derslerinde Amerika’nın en iyi özel liselerinin müfredatı neyse aynen oydu (ve aynı derecede iyi öğretmenlerin ellerinde). Gurnah’ın Zanzibar örneğinde anlattığı İngiliz okulları da, ister Afrika’da ister Hindistan’da, İngiliz sömürge okulları hakkındaki genel bilgilerimize uyuyor: kolonyal bir ortamda liberal yaklaşım. Özel olarak endoktrine etmeye kalkmıyorlar. Bildiklerini iyi öğretmeye çalışıyorlar. Bildikleri, sadece Batı. İngiliz tarihi, kültürü, şiiri, romanı. Afrika’nın kendi tarihi, kültürü, sanatı, edebiyatı yok bu tabloda. Bilip de yok saydıklarından değil; muhtemelen hiç bilmiyor, düşünmüyor, aramıyorlar. Osmanlı hiç sömürgeleşmediği, Cumhuriyet de bağımsızlığı koruyup kurtardığı ve yeniden tanımladığı için, Robert’te (ve bütün diğer Fransız, Alman, Avusturya, İtalyan liselerinde) vardı (ve gene var) tabii, yukarıda da söylediğim gibi, Türkçe (Edebiyat), Tarih ve Coğrafya dersleri. Kötü öğretiliyordu; o başka. Faraza İngilizce (İngiliz-Amerikan Edebiyatı) derslerimizin çok gerisindeydi. Metodolojik bakımdan, anlatım ve tartışma tarzı bakımından, metin seçkileri ve metin analizi bakımından. En basiti; İngilizcede komple şiirler, komple romanlar, komple hikâye ve denemeler okuyup 15 kişilik küçük gruplarda tartışırken (ve bu eserler her yıl değişir, öğretmenlerimiz de buna göre çalışıp hazırlanırken) belirli bir güzellik hissinin içimizde uyanabilmesine karşılık, Türkçede tek ciltlik bir ders kitabına bir yığın eserden seçilip konmuş bir iki sayfalık parçalar hakkında hocalarımızın herhalde yirmi otuz yıl boyunca hiç değişmeyen klişelerle ördüğü “takrir”lerden ne bir bütünlük kavrayışı, ne bir analiz yöntemi, ne de (en önemlisi) herhangi bir estetik duygusu edinebiliyorduk. Dolayısıyla mesele neyin öğretildiğinden ibaret değil. Nasıl öğretildiği muazzam bir sorun. Ve bu noktada, kim ne derse desin, “Batı” ağır basıyor. Kimileri “Batı bilimi” (maalesef) ağır basıyor, diye bakıyor buna. Bana sorarsanız, bütün insanlığın kazanımı olan evrensel, eleştirel ve tabusuz bir metodoloji, ister İngiliz edebiyatı ister Alman kültürü ister Rus tarihi anlatılsın, çeşitli kutsallıklarla zırhlanmış yerli ve millî yaklaşımlara ağır basıyor.
Geçelim. Raşit ve Gurnah’la aramdaki paralelliği işlemeye çalışıyordum. İngiliz sisteminde kademe geçiş sınavları vardır. Nereye, hangi okula devam edip edemeyeceğinizi belirler. Eskiden Higher School Certificate vardı. Yerini 1950’lerde O-level (Ordinary Level) ve A-level (Advanced Level) sınavları aldı. Hangi üniversiteye girip giremeyeceğiniz artık bu sınavlara bağlı. Gurnah’ın İngiliz sömürgesi Zanzibar’ında da, ortaokul bittiğinde girilmesi gereken evrensel bir sınav var. Liseye devam edip edemeyeceğinizi belirliyor.
Feride geçemiyor bu sınavı ve üzülmüyor, ağlamıyor. Kendisini elişlerine ve özellikle dikiş-nakış öğrenmeye veriyor. Kendi kendini yetiştirerek çok iyi bir kadın terzisi oluyor. Evin bir bölümünde kendisine terzihane açıyor ve o küçük kasabanın genç-yaşlı bütün kadınları zamanla Feride’ye elbise diktirmeye (veya tadil ettirmeye) geliyor. Aralarında Cemile diye çok güzel bir genç kadın da var. Kim bu Cemile? Martin Pearce ile Rehana’nın torunu. Emin ve Raşit ise Feride’nin iki erkek kardeşi. Çok zekiler, çok çalışkanlar; çok iyi okuyor ve sınavı takır takır geçerek lisede okumaya başlıyorlar. Derken Emin ve Cemile birbirlerine âşık oluyor. Bir süre gizli bir aşk yaşıyorlar. Ama çok küçük bir toplum; bir yerden sızıyor bir şekilde. Herhangi bir şeyin, hele böyle bir aşkın çok uzun süre gizli kalması imkânsız. Baba, Muallim Faysal, öğreniyor ve küplere biniyor. İlerici münevverliği oraya kadarmış. Dünyayı oğlu Emin’in başına yıkıyor. Bir yerde oğlunu tokatlayacak gibi oluyor, ama elini havaya kaldırıp son anda duruyor. “Ailemizi lekeledin, şerefimize halel getirdin.” Söylenebilecek ne varsa söylüyor. Ve Emin aile baskısına göğüs geremeyip büyük aşkı Cemile’yi terk ediyor.
Ama bu travma Emin’i âdeta dümdüz ediyor. Duygusal, düşünsel hayatı âdeta bununla sona eriyor. Gelişmiyor artık Emin; sadece yaşlanıyor; gidebileceği yerlere gitmiyor. Üzerine titrediği, himaye ettiği küçük kardeşi Raşit çok iyi okuyor. Edebiyat okuyor. İngiliz usulü bir okulda ne okunur? İngiliz edebiyatı okunur. Dedim ya, Robert Kolej gibi; İngiltere’nin iyi okullarının edebiyat müfredatını olduğu gibi kolonilerde de okutuyorlar. Özel olarak ırkçı bir telkinatta bulunmuyorlar. “Bu iyidir, sizinkisi kötüdür” demiyorlar. Dünyaları bundan ibaret; bunu biliyor ve bunu okutuyorlar. Ama bunu okuturken, tekrar edeyim, bütün ileri metodolojisiyle ve geniş kültürel ufuklarıyla birlikte okutuyorlar. Raşit çok esaslı öğrenci oluyor. İngiltere’ye burs kazanma sınavı var. Çalıştırıyorlar. Özel olarak “Sen gideceksin; çok parlaksın ve üniversite okuyacaksın” diyorlar. (Şimdi bu röportajı redakte eder ve yer yer düzeltirken, 1963-64 ders yılında İngilizce öğretmenlerimizden Floyd Couch’un, bana Yale ve Harvard’a referans yazmak için önce bir saatlik bir mülâkat yaptığını; bitiminde “Seni ve Marsel’i [sınıf birincimiz Marsel Meşulam, şimdi Amerika’da çok ünlü bir beyin doktoru; ben sınıf ikincisiydim] en iyi Ivy League okullarına sokmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız” dediğini hatırladım.)
Raşit müthiş çalışıyor ve sınavı kazanıyor. Ben Yale’e gitmiştim; o Londra’ya, Londra Üniversitesi’nde King’s College’a gidiyor. Orada, İngiliz İmparatorluğu’nun diğer köşelerinden gelmiş altı yedi kişilik bir arkadaş grubu kuruyorlar. İlk ağızda kültür şoku (ben yaşamadım). İngiltere’de, Batıda neye şaşırıp neye şaşırmadıklarını, neye tepki gösterip nelere tepki göstermediklerini onlardan öğreniyoruz. Türkiye’nin, İzmir’in ve İstanbul’un alla franca mahallesinin beyaz çocuklarına kıyasla çok daha derin, “ırk” farkı yüzünden bu Hintli, Arap ve Afrikalıların yaşadığı. Hem söyleniyor, hem adapte oluyor, hem okumaya devam ediyorlar. Gurnah taşralı reaksiyonlarını da idealize etmeksizin, soylu bir anti-emperyalizme dönüştürmeksizin, hep Çehov havasında anlatıyor. Neyse. Raşit üniversiteyi bitiriyor. Hattâ doktorasını da bitiriyor ve bir İngiliz üniversitesinde iş buluyor. Anlıyoruz ki edebiyat profesörü oluyor (Gurnah gibi). Anlıyoruz ki bir İngilizle evleniyor. (Ben evlenmedim ve kalmadım Amerika’da, ama bana değilse de amcama benziyor; fizikçi Orhan amcama ve Barbara teyzeye. Orhan amcam da Türkiye’den İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ilk devlet bursu sınavını kazanarak İngiltere’ye gitmiş; orada Birmingham’da okurken Barbara teyzeyle tanışmış ve evlenmişler. Kültürleri enlemesine kesen hayatlar ne kadar birbirine benzeyebiliyor!)
Raşit bu İngiliz eşiyle mutlu olamamış. Bir yerde kadın Raşit’i terkedip gidiyor (işte bu, benim de başıma geldi). Yalnız kalıyor. Sadece mesleğiyle, edebiyatıyla, öğrencileriyle… Çok fazla birşey söylemiyor o konuda. Derken bir yere konferans vermeye gidiyor ve Zanzibar’la ilgili, Martin Pearce’la ilgili birşeyler anlatıyor. Konferanstan sonra Barbara adında bir kadından bir mektup alıyor. Meğer Frederick İngiltere’ye dönmüş, edebiyat doktorası yapmış, edebiyat profesörü olmuş. Martin Pearce de İngiltere’ye dönmüş ve evlenmiş (ya da tekrar evlenmiş). Sonra Frederick’le Martin’in çocukları evlenmiş birbiriyle. Barbara o evlilikten olan kız. Hikâyeler birleşiyor. Barbara, Martin Pearce’den ve Frederick’ten, yani iki büyükbabasından öğrendiği şeyleri Raşit’in anlattıklarıyla birleştiriyor ve bütün bir tablo ortaya çıkıyor. Bu arada Zanzibar bağımsız olmuş. Ama özgür olamamış, çünkü Julius Nyerere diktatörlüğü kurulmuş, güya sosyalizm gelmiş. Gurnah o konularda da hiç lâfını sakınmıyor, ama dediğim gibi hiçbir şeyin militanı da değil. Romanın sonunda, besbelli Raşit ve Barbara birbirlerinde daha iyi, daha mutlu bir beraberlik bulmaya doğru yol alırken, Raşit 29 yıl sonra ülkesine dönmeye, yaşlı babasını ve ağabeyi Emin’i görmeye karar veriyor. Barbara da onunla birlikte gidecek. 1899’da açılan parantez 1960’larda kapanıyor; kapanıyor demeyeyim, bir yere geliyor. Büyük, neredeyse yüz yıllık bir kavis. Roman burada son buluyor.
Raşit gibi, Raşit’in gerçek hayattaki örneği olan Abdulrazak Gurnah da o toplumdan, o eğitimden çıkıyor ve İngiltere’de Kent Üniversitesi’nden emekli oluyor (Benden bir yaş küçükmüş. Ben 1947 doğumluyum, o 1948. Bu kadar yakın yani hayatlarımız.) İngiliz Edebiyatı ve Post-kolonyal Edebiyatlar profesörü olmuş. Dikkat edin: İngiliz edebiyatını atmıyor. O, elde var bir. Raşit’in Zanzibar’daki okullarda ilk öğrendikleri. (Benim de Robert’te, Türk edebiyatından çok daha iyi öğrendiğim, çünkü çok daha iyi öğretilen.) Ama onun yanına, Batı dışı toplumların sömürge öncesi ve sonrası kendi edebiyatlarını koyuyor. Batıyı toptan reddeden oksidantalist bir dikotomi yaratmak yerine, doğru bir bilgi genişlemesi ve düzeltmesine, elbirliğiyle varılan evrenselci bir rektifikasyona işaret ediyor.
Gurnah anti-emperyalist mi? Kuşkusuz. Ama nasıl bir anti-emperyalist, onu iyi düşünmek lâzım. Doğu Afrika’daki Alman ve İngiliz sömürgeciliğini, sömürge ordularını, bu sömürge ordularının nasıl yetiştirildiğini, erlerin Alman veya İngiliz subaylar ve onların yerli astsubayları elinde ne kadar korkunç zalim bir eğitimden geçtiğini, Alman sömürgeciliğinin zihinsel yapılarını, İngiliz sömürgeciliğinin zihinsel yapılarını öyle bir anlatıyor ki… Benim okuduğum başka hiçbir romancı emperyalizmi ve sömürgeciliği bu kadar ince ince anlatmıyor. Emperyalizmin ve sömürgeciliğin olanca kötülüğünü, habisliğini gözler önüne seriyor. Ama sadece anti-emperyalist değil ve anti-emperyalizmin de militanı, tebliğcisi değil. Yani ne yok? Bunu bir millî kurtuluş mücadelesi neferi veya liderinin üslubu ve ses tonuyla anlatmıyor. Görüyor, gözlem olarak anlatıyor. Örneğin Alman subay ve ister Alman, ister yerli astsubaylarının Hamza’ya yaptıklarını; askari diye de bilinen Alman Schutztruppe’sinin, yerel güvenlik birliklerinin nasıl yetiştirildiğini gözler önüne seriyor. Ama Frantz Fanon’da olduğu gibi bizi bir millî kurtuluş cephesi mensubiyetine, hattâ sağaltıcı dediği bir “haklı şiddet”e çağırarak değil, sadece hayatın bir boyutu ve kötülüğün çehresi olarak resmediyor. İnsanların yaşadıkları olarak önümüze koyuyor.
Madalyonun diğer yüzünde, yerel toplumu da asla idealize etmiyor. Bu Doğu Afrika, ister sömürgecilik öncesinde, ister Alman veya İngiliz sömürgeciliği altında, yoksul ve çok mütevazı bir toplum. Bununla birlikte, kendi içinde de kültür, sınıf, etnisite, insan, birey farkları var. Hint Okyanusu başlı başına bir “dünya ekonomisi” (Braudel anlamında). Kendi içinde iki alt-bölgesi var: (Batı ve Doğu Akdeniz gibi) Batı Hint Okyanusu ve Doğu Hint Okyanusu. Batı Hint Okyanusu, Hindistan’ın batı kıyısı ile Afrika’nın doğu kıyısı arasında uzanıyor. Dolayısıyla Zanzibar’da da, Hindistan’dan göçüp gelmiş, yerel ölçekli bir Hintli tefeci-tüccar sermayesi mevcut. Yerli siyahlardan ise, yasaklanıncaya kadar iç bölgelere kervanlarla gidip gelerek köle ticareti yapanlar da var. Hilekârlar var, zalimler var, yalancılar var, yeğeni olan genç kızın malını mülkünü gaspedenler var. İyiler de kötüler de bu kanevada, bu büyük tabloda yerini alıyor.
Ben Gurnah’ın on romanına sondan başladım; tarih sırasıyla değil, önce son iki kitabını, Desertion’ı ve Afterlives’ı okudum. Bence asıl sonuncusunda, Nobel ödülü almadan önceki son eseri olan Afterlives’da, sanatının şu âna kadarki doruğuna ulaşmış (Sonraki Hayatlar diye çevrilebilir, ama neyin sonrası, o ayrı mesele). Burada iki kişinin; Hamza ve İlyas’ın hikâyesini anlatıyor. 1880’lerde başlıyor, 1960’lara kadar getiriyor. Gene o küçük ve yoksul toplum. İslâmiyet var, herkes Müslüman. Ama geçmişte büyük bir imparatorluk ve onun İstanbul gibi bir payitahtı yok. Türk Müslümanlığını ve İslâmcılığını düşündüğümüzde, bu imparatorluk faktörünü, mirasını ve tahayyülünü, bir özgüllük boyutu olarak ne kadar hesaba katıyoruz, bilemiyorum doğrusu. Yani bu toplumun kendi Müslümanlığına baktığımızda, gördüğümüz ne kadar “gerçek İslâm” (her ne demekse); ne ölçüde çok özel bir vakıa, İslâmiyetin ve İslâm kültürünün (kültürlerinin) ne kadar özel bir varyantı acaba? Nitekim işte Gurnah’ın Doğu Afrika’sında, yok öyle emperyal veya post-emperyal, bir zamanlar muzaffer ve kudretli, şimdi hem o anılarla hem öncesindeki klasik İslâm imparatorluğu’nun anılarıyla yaşayan ve bir şekilde geri gelmeyi uman bir İslâm. İlginçtir; Gurnah’ta hemen hiç yok, bırakalım bilmedikleri Osmanlıyı, o klasik İslâm imparatorluğuna yaslanan bir İslâm tarihi ve medeniyeti anlatısı… Bununla övünmüyor, buna yaslanmıyor, göklere çıkarmıyorlar. İnanıyor ve ibadet ediyorlar. Ama belki bizim alıştığımız ölçülere göre “tarihsiz” denebilecek bir İslâmı sırf bir din, kültür ve ahlâk olarak yaşıyorlar.
Yanı sıra, ekonomi de çok geri, Avrupa’yla ticarî ve kültürel ilişkiler (kısaca medeniyet ilişkileri) de. Küçük küçük, yoksul, yeknesak şehir ve kasabalar; belki, Osmanlıdan soyutladığınızda, kendi içine kapalı bir İç Anadolu’ya benzetilebilir. Osmanlının 17. ve 18. yüzyıl ulemasının (devlet ulemasının) karşılığı yok. 19. yüzyılda İstanbul’da ortaya çıkan türden bir Müslüman-İslâmcı elit kesim de yok. İdeo-politik bir akım olarak İslâmcılık da yok. Münevver olarak Mehmet Akif’in muadilleri, edebiyatta Yahya Kemal’in muadilleri mevcut değil. Her şey çok daha küçük, çok daha mütevazı, çok daha yerel ölçekte cereyan ediyor. Dolayısıyla karşımızda münevver diye, olsa olsa Desertion’da Muallim Faysal’ı, Afterlives’da (Faysal’ın da bir gömlek altı) Hamza’yı buluyoruz. Bu Hamza günde beş vakit namazını hiç kaçırmıyor. Müslümanlığı tamamen kendisine ait. Çok yumuşak, melek gibi, karısı Afiye’yi âdeta bir melekmiş gibi seven, karınca incitmez bir insan. Yani meselâ Hamza ve Afiye’nin oğulları küçük İlyas, Desertion’da (Terkediş) Amin’in (Emin) Jamila’yla (Cemile) yaşadığı gibi bir aşk yaşasa ve bu ortaya çıkacak olsa, Hamza’nın ve Afiye’nin asla Muallim Faysal ve karısı gibi davranacağını tasavvur bile edemiyorum. Benim tanıdığım Hamza, sevmişsiniz birbirinizi, ne güzel, ama bir an önce evlenin, diyebilir ancak.
Muallim Faysal’a dönersek; İslâmiyetin kültürel etkisi ve öğretileri Faysal gibi insanları ve ailelerini de sadece günlük hayat düzeyinde ve sadece kadın konusunda, cinsel ilişkiler konusunda, evlilik ve çocuklar konusunda etkiliyor. Sömürgelikten İslâmiyet sayesinde kurtulmak gibi bir proje hiç mevcut değil. Bugün Türkiye’deki genelgeçer Batı düşmanlığı ve bazı İslâmiyet yorumlarının buna kalkan yapılmak istenmesinden ötürü, bunun altını çiziyorum. Tekrar edeyim; yeryüzünde tek bir Müslümanlık yok. Geçmişinde büyük ve yüzyıllarca dayanmış bir imparatorluk olmayan bu küçük, yoksul, mütevazı Doğu Afrika toplumunun içinden, bizimki gibi bir İslâmcılık ve öyle bir Batı düşmanlığı çıkmıyor. Batının şeytanlaştırılması çıkmıyor. Sömürgeciliğin kötülüğünü, habasetini, aşağılanmayı kendi günlük hayatlarında yaşıyorlar. Ama bu küçük şehirler, kasabalar, köyler toplumunda İslâmcı bir kurtuluş projesi yok. Bir emperyal İslâmiyet geçmişi, bir devlet İslâmı geçmişi olmadığı için, Müslümanlık en azından bu romanlar ölçeğinde bir sömürgecilikten kurtulma ve yeni, İslâmî bir nizam kurma projesine dönüşmüyor. Dolayısıyla karşımıza topyekûn bir Batı nefreti de çıkmıyor. Hayatta kalmaya çalışıyorlar. İngiliz okullarını da şeytanlaştırmıyorlar. Gönderiyorlar çocuklarını. Raşit ve akranları Londra’da buluştuklarında, (tam da ben 1961-64 Robert Kolej’de ve 1964-69 Yale’de okurken) 1960’lar İngiltere’sinde arkadaş bulamamaktan, akranlarının kendilerine karşı duruşlarından şikâyetçiler; bunu kendi aralarında konuşuyor, bundan yakınıyorlar. Dertleşiyorlar, ama bu ister Marksizm üzerinden, ister İslâmiyet üzerinden, ideolojileştirilmiş, paradigmalaştırılmış bir Batı düşmanlığına dönüşmüyor. Ve dediğim gibi, bunu da sadece Londra’ya gittiklerinde ve o kültür şokunu yaşadıklarında gözlemliyoruz. Yoksa Zanzibar’da yerli halkın kendi aralarında böyle bir sohbet ve muhabbete tanık olmuyoruz.
Hamza ve Afiye. Ne kadar yumuşak bir aşk hikâyesi, anlatamam. Okurken aman bu çocukların başına birşey gelmesin; Ayşe diye cadı bir kadın var, kendilerini kâh şu kâh bu şekilde evine alıp himaye eden adamın, Khalifa’nın (Halife) karısı; aman müdahale etmesin de Afiye’yi başkasıyla evlendirmeye kalkmasın diye, korkular içinde çevirdim sayfaları. Uzun süre sadece bakışıyorlar uzaktan. Kahve alıp verirken bir iki kere parmakları birbirine dokunuyor. Afiye bir şiir istiyor Hamza’dan. Schutztruppe’de emireri olduğu ve kendisine Almanca öğreten subay, bir de Schiller cildi hediye etmiş Hamza’ya, medeniyet misyonu çerçevesinde. Hamza oradan bir şiir çevirip, küçük bir kâğıda yazıp, defalarca katlayıp gizlice veriyor Afiye’ye. Sonra Afiye, bir ikindi vakti koşarak geliyor Hamza’nın odasına ve sarılıp “Habibi” diye fısıldıyor. Sevgilim. Sonra tekrar geliyor ve sevişiyorlar, birbirlerinin oluyorlar. O kadar hoş, masum ve lirik bir karşılıklı âşık oluş ki, içi gidiyor insanın. Neyse, bir engel çıkmıyor (Halife koruyor) ve evleniyorlar. Bir çocukları oluyor. Adını İlyas koyuyorlar.
İlyas, Afiye’nin 1914’ten beri kayıp olan ağabeyinin adı: İlyas Hasan. Çocukken evden kaçmış ya da kaçırılmış, iyi yürekli bir Alman çiftçisi tarafından kurtarılmış, yanına alınmış, okuma yazma ve Almanca öğrenmiş. Sonra, “artık benden öğreneceğini öğrendin, git hayata atıl” dercesine, sıkı referans mektuplarıyla birlikte, adı verilmeyen (sonradan Hamza’nın da geleceği) o sahil kasabasındaki Alman sömürge yönetimine gönderilmiş. Hayatını bu Alman çiftçinin himayesine borçlu, dolayısıyla Alman kültür ve medeniyetine hayran büyümüş. 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Afrika’nın doğusunda, yukarıda, bugünkü Tanzanya’nın büyük kısmının, Tanganika’nın üzerine oturmuş bir Alman egemenliği var (Deutsch-Ostafrika), hemen onun kuzeyi, batısı ve güneyinde de çepeçevre İngiliz sömürge ve protektoraları (Rhodesia, British East Africa, Nyasaland); bunlar da savaşıyor birbiriyle. Yani Birinci Dünya Savaşı sadece Avrupa’da değil, Afrika’da da cereyan ediyor ve ne kadar korkunç bir şekilde cereyan ettiğini hiç bilmiyoruz aslında. Bizim bildiğimiz, sadece Batı cephesi (Erich Maria Remarque), Güney cephesi, Alpler (Ernest Hemingway), belki biraz Doğu cephesi (Jaroslav Hasek), bir de tabii Çanakkale. Oysa Doğu Afrika’da, dağlarda, nehirlerde, ormanlarda, bataklıklarda bir aşağı bir yukarı dört yıl süren korkunç bir savaştan söz ediyor Gurnah. Somut Batı-merkezcilik eleştirisi işte böyle olur. Almanların eğittiği sömürge orduları ile İngilizlerin eğittiği sömürge orduları birbirine giriyor. Ölü sayısı yüzbinlere varıyor. Toplam zayiat hiç bilinmiyor. Ne çıkar; onlar beyaz değil ki, alt-insan. Subhuman. Takma kafaya.
İlyas, büyük İlyas, Afiye’nin ağabeyi İlyas, küçük kızkardeşinin üzerine titreyen, ona okuma yazma öğreten iyi yürekli İlyas, bütün arkadaşlarının yapma etme demesine karşın, Alman hayranlığı yüzünden (İttihatçıları hatırladım) Schutztruppe’ye gönüllü yazılıyor, askari olup savaşa gidiyor — ve kendisinden bir daha haber alınamıyor. Yıllar sonra, Hamza ve Afiye’nin oğlu küçük İlyas ise, gene en iyi sömürge okullarında okuyor. Raşit’in (ve benim) muadilimiz gibi. Spor yapıyor. Yüzme öğreniyor. Dalıp balık vuruyor (olursa bu kadar olur, zira benim de büyük tutkumdu yıllar boyu). Gazeteci oluyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1950’lerde Federal Almanya’dan bir gazetecilik bursu alıyor ve gidiyor. Orada, babası Hamza’nın sağladığı bazı ipuçlarından hareketle, arşivden arşive iz sürerek büyük İlyas’ın izini buluyor. İlyas, dayı İlyas, Birinci Dünya Savaşı’nda ölmemiş, savaşın en sonunda yaralanmış ve İngilizlere esir düşmüş. Savaş bitince serbest kalmış. Bir süre gemilerde çalışmış. Sonra Almanca bildiği, Alman kültürü almış olduğu için 1926’dan itibaren Hamburg’da karşımıza çıkıyor. Hamburg’a yerleşmiş, bir Alman kadınla evlenmiş, üç çocukları olmuş. Müzik yapmaya başlıyor, gece kulüplerinde çalıyor, hayatını öyle kazanıyor. Derken 1933’te Naziler iktidara geliyor. Daha iktidara gelmeden önce de İmparatorluk Sömürgeleri Birliği (Reichskolonialbund) diye bir şey kurmuşlar: 1919’da Versailles Antlaşmasıyla kendilerinden alınan Afrika’daki sömürgelerinin Almanya’ya geri verilmesi hareketi. İlyas gidiyor, bu Nazi yanlısı örgüte katılıyor. Küçük İlyas, amcasının Nazi SA (Sturmabteilung) üniforması içinde katıldığı yürüyüşlerin fotoğraflarını buluyor. Anomaliyi düşünebiliyor musunuz? Nazi olan bir siyah Afrikalıyı?
İşte bu arada evleniyor, üç çocuğu oluyor. Naziler 1935’te bildiğimiz ırkçı Nürnberg Yasalarını çıkartıyorlar ve Ârî ırktan olanla olmayanların evlilik dahil her türlü cinsel ilişkisini yasaklıyorlar. İlyas Hasan, bu arada ismini Elias Essen olarak değiştirmiş. Elias Essen’in evliliğine dokunmuyorlar, çünkü Nürnberg Yasalarından önce. Fakat İlyas bu yasalar çıktıktan sonra bir Alman kadınla evlilik dışı bir ilişki de yaşıyor ve işte o zaman İlyas’ı yakalayıp toplama kampına atıyorlar. Resmî evliliğinden olan oğlu Paul, babasını çok sevdiğinden, temerküz kampında yalnız kalmasın diye, kendisi gönüllü olarak toplama kampına giriyor. Ve ikisi de Sachsenhausen toplama kampında ölüyor. Dayı İlyas kamp koşullarından ötürü, Paul ise babası öldükten sonra kamptan kaçmaya çalışırken SS’ler tarafından kurşunlanarak can veriyor.
Küçük İlyas Almanya’dan dönüp babası Hamza ve annesi Afiye’ye her şeyi anlatıyor. “Dolayısıyla emin olabileceğimiz birşey varsa, birileri İlyas amcayı, yanından ayrılmamak uğruna yüzde yüz ölüm demek olan bir toplama kampına girecek kadar sevmiş meğerse.” Kitap bu cümleyle son buluyor.
Deryalar var bu kitaplarda. 1880-90’larda açılan parantezler – Doğu, Batı, emperyalizm, sömürgecilik, kültür, yerel kültür, yerel toplum, kadın-erkek ilişkileri, bağımsızlık, sonrasında gelen otoriter rejimler — 1950’lerin sonları ve 60’larda kapanıyor. Anti-emperyalizm mi, evet. Anti-kolonyalizm mi, evet. Bloklaşmış Batı düşmanlığı mı, hayır. Batının, dış dünyanın toptan şeytanlaştırılması mı, hayır. Doğunun, Doğu toplumlarının küçümsenmesi mi, hayır. İdealize edilmesi mi, o da hayır. İslâmiyetin idealize edilmesi mi, hayır. İslamofobi mi, o da hayır.
Doğu-Batı dikotomisinin, 1-0 zıtlığının, ister o açıdan, ister bu açıdan birbirine düşman özcülüklerin ne kadar yanlış olduğunu; dünyadaki eşitsizliklerin, klasik kolonyalizm çağıyla başlayan Avrupa-merkezli sömürge imparatorluklarının eleştirisinin ve gerçekliklerinin ortaya dökülmesinin ötesinde, buradan hareketle ve bunu manivela olarak kullanıp Batıyı toptan şeytanlaştırmanın, bir dönem Batı ile çıkagelmiş bütün insanlık ve medeniyet kazanımlarını toptan Batıya hediye ederek, “Batıyla geldiyse bunların hepsi kötüdür” demenin ne kadar yanlış olduğunu, benim asla kifayet edemeyeceğim derecede Abdulrazak Gurnah anlatıyor.