Nobel ödüllü Alman yazar Günter Grass, 84 yaşındayken 2012’de ‘Was gesagt werden muss” yani “Söylenmesi Gerekenler” adlı bir şiir yazdı.
Şiir aynı anda Alman Süddeutsche Zeitung, İspanyol El Pais ve İtalyan El Mundo gazetelerinde yayınlandı.
Ve kıyamet koptu.
Çünkü Grass, o sırada bütün Batı dünyası İran’ın nükleer silahlarının peşine düşmüşken, İsrail’in nükleer silahları olduğunu hatırlatmıştı.
Şiiri de Almanya’nın İsrail’e yeni bir nükleer denizaltı vereceği haberleri üzerine kaleme almıştı.
Şiirin çok da iddialı olmayan bir Türkçe çevirisi şöyle:
“Neden susuyorum, epeydir gizliyorum,
Ortada olanı ve savaş oyunlarındaki deneyce
Ölümden kurtulmuş olacak bizlerin
Salt bir dipnot olacağını.
İlk saldırı hakkının gerekçesi,
Boyunduruğu altına aldığı
Ve organizeli alkışa tutturduğu
İran halkını yeryüzünden yok edebilecek,
Geveze birinin hükümranlığı bölgesinde
Bir atom bombasının yapılıyor olması tezi.
Ancak kendime neden yasaklıyorum,
Öteki ülkeyi tam ismiyle söylemeyi,
Yıllardır -eğer sır olsa da-
Büyüyen nükleer bir potansiyeli
Ama kontrol dışı olduğunu, çünkü hiçbir tahkike
Tabî olmadığını?
Bu olgunun genel gizlenişinin,
Altındaki benim bu gizleyişimi,
Sıkıntı veren bir yalan
Ve onun baskısı olarak hissediyorum; ki riayet
Edilmeyince alışılmış ‘Antisemitizm’
Ceza kararı hazır jürinin.
Ama şimdi, eşi ve benzeri olmayan
Cinayet ile cürüm işlemiş,
Ve bazı bazı durdurularak sorgulanan benim ülkem çünkü;
Ve yine gerekirse hamarat bir dudaktan
‘Hakları iadedir bu’ ticari beyanı zikrederek,
Tek bir atom bombasının varlığının ispatlanamadığı yöreyi,
Ya da isterse hedefindeki herşeyi
İçindeki atom başlıklarıyla
Yok edecek denizaltı gemisinden İsrail’e
Bir tane daha gönderilmesi gerektiği lafı
Ve hal böyleyken ispat kudretinin korkusu olsun diye
Söylenmesi mecbur olanı söylüyorum.
Ama neden şimdiye dek sessizdim?
Üzerinde silinmesi hiç mümkün olmayan lekeli
Kökenime inanmış olmamdan
Ve bu yalın söylenmeyen gerçekliğin yasaklılığının
Kendimi bağlı ve bağlı kalacağımı hissettiğim
İsrail ülkesinde beklenebilir olmasındandır.
Neden bu yaşıma kadar bekledim,
Son mürekkebimle bunları söylemek için:
Nükleer güç İsrail, zaten kırılgan olan dünya barışını tehdit ediyor.
Çünkü yarın çok geç olacağından bunun söylenmesi gerekiyor;
Çünkü, biz zaten yeterince suçlu bir geçmişe sahip Almanlar olarak,
Öngörülebilecek bir suçun taşeronlarına dönüşebiliriz.
İtiraf ediyorum: Artık sessiz kalmayacağım.
Kabul: Artık sessiz değilim,
Batı’nın ikiyüzlülüğünden
Bıkkınım çünkü; hem de umulur ki,
Çoğu bu suskunluğundan kurtulsun ve
Görünen tehlikenin sorumlusundan
Şiddet kullanmamasını taleb etsin,
Ve aynı zamanda, ısrarla
Sürekli ve sınırsız olarak İsrail’in
Nükleer gücünün ve İran’ın atom üretim yerlerinin
Uluslararası mercilerce izlenmesine
Her iki ülke hükümetlerinden izin verilmesini taleb etsin.
Bu şekilde ancak, İsraillilere ve Filistinlilere,
En önemlisi evham ve kuruntularca zaptedilmiş,
Yan yana düşmanca yaşamaya mecbur edilmiş
O yöredeki herkese
Ve de nihayet bizlere yardımcı olunur.”
Ama bu şiir en azından Günter Grass’a hiç de yardımcı olmadı.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Grass’ın İsrail ile İran’ı aynı kefeye koyarak “utanç verici bir karşılaştırma” yaptığını savundu.
İsrail, Grass’ı “istenmeyen adam” ilan ederek ülkeye girişini yasakladı.
Almanya’da da antisemit suçlamaları havalarda uçuştu.
Grass’a 2006 yılında kendisinin itiraf ettiği İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarında Nazi Almanyası’nın askeri kollarından Waffen-SS birliğinde görev alması hatırlatıldı.
Grass, kendisini “Pek çok kez İsrail’i destekledim, ülkede bulundum ve ülkenin varolmasını ve nihayet komşuları ile barışa ulaşmasını istiyorum” diye savundu ama işe yaramadı.
Günter Grass’ı eleştirenlerden biri de Alman düşünür Jürgen Habermas olmuştu.
Habermas “Grass’ın şiirini mazur gösterecek bir mazaret olmadığını ama Grass’a antisemit denemeyeceğini söylemişti. Cümlenin sonuna bir “ama” eklemişti:
“Ama bizim neslimizdeki Almanların söylememesi gereken şeyler var.”
Tam da Günter Grass’ın şiirindeki konuşma korkusunu faş eden bir cümleydi bu.
Geçen hafta üç Alman düşünürle altına imza attığı bildiri, 94 yaşında, artık kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, dünyanın en meşhur yaşayan düşünürü olan Habermas’ın hâlâ bu korkunun esiri olduğunu gösterdi.
Habermas, sadece bir Instagram hesabı olanın bile insanlığa karşı suçu teşhis edebileceği Gazze’de olan bitene karşı İsrail’in meşru müdafaa hakkını savundu, Gazze’de yaşananlara soykırım denmesine karşı çıktı, İsrail’i korumanın “Almanya’nın demokratik ethosunun” gereği olduğunu iddia etti:
“Hamas’ın genel olarak Yahudi yaşamını yok etme niyetiyle gerçekleştirdiği katliam İsrail Devleti’ni bir misilleme yapmaya sevk etmiştir. Temelde haklı olan bu karşı saldırının nasıl gerçekleştirileceği tartışmalı bir konudur. Orantılılık ve mütekabiliyet ilkeleri, sivil kayıplardan kaçınma, gelecekte barışa dönüşmesi arzulanan bir savaşın yürütülmesi yol gösterici ilkeler olmalıdır. Filistin halkının kaderine ilişkin tüm kaygılara rağmen, İsrail’in eylemlerine soykırımcı niyetler atfedildiğinde bu değerlendirmeler ve yargı standartları tamamen şaşmaktadır. İsrail’in eylemleri hiçbir şekilde, özellikle de Almanya’da, antisemit tepkileri haklı çıkarmaz. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin insan onuruna saygı yükümlülüğüne dayanan demokratik ethosu, Nazi döneminin kitlesel suçları ışığında Yahudi yaşamının ve İsrail’in var olma hakkının özel olarak korunmaya değer temel unsurlar olduğu bir siyasi kültürle yakından bağlantılıdır.”
Habermas, 94 yaşında yaptığı bu kötü finalle haklı eleştirilerin muhatabı.
Kamusal alanın, iletişimsel rasyonalitenin kuramcısı İsrail konusunda neredeyse kamusal alanda konuşmayı ve düşünmeyi reddediyor, bir neo-Kantçı olarak Kant’ın Aydınlanma’nın mottosu olan “düşünmeye cesaret et” çağrısına ihanet ediyor ve “iletişim kurduğumuz başkalarıyla birlikte düşünmezsek çok fazla ya da çok doğru düşünemeyiz” sözlerini ise doğruluyor.
Aslında oturup Habermas’ın zor anlaşılır kitaplarını karıştırmaya gerek yok.
Mesele basit.
Habermas’ın bizzat kendisi konuşmaya cesaret eden 84 yaşındaki Günter Grass’a hatılattığı gibi mesele Almanlıkla ve mensup olduğu kuşakla ilgili.
Çünkü Habermas, İsrail konusunda düşünmeyi bile kategorik olarak reddediyor.
Bunu 2012’de İsrailli muhalif gazete Haaretz’e verdiği bir röportajda açıkça söylemişti:
“Mevcut durum ve İsrail hükümetinin politikaları siyasi bir değerlendirme gerektirse de, bunun benim neslimden bir Alman vatandaşının işi değildir.”
Başka bir Alman düşünür Hannah Arendt, 1960’da Arjantin’den kaçırılıp 1961’de Kudüs’te yargılanmaya başlanan Nazi suçlusu Eichmann’ın duruşmalarını New Yorker dergisi adına izleyip yazarken de benzer bir “düşünmekten vazgeçme” halini görmüş ve yazdığı yazılarla Yahudileri çok kızdırmıştı.
Dava, Eichmann üzerinden bir Holokost yargılanmasına dönmüştü. İddianamede Eichmann “Yahudi halkına suç işlemekle” suçlanıyordu.
Ama Arendt bu çoşkulu atmosfer içinde davada ve basında çizilen canavar Eichmann profiline itiraz etmişti.
O ideolojik, bilinçli bir ırkçı, katil değil, basit bir kariyerist bürokrattı.
Kendisini amirlerine itaat eden, yasalara saygılı bir vatandaş olarak görüyordu.
Hatta duruşmada bir ara hayatını Kant’ın ödev ahlakına göre yaşadığını bile söylemişti.
Arendt, Ecihmann’ın durumunu anlatmak için hala pek çok konuda yerli yersiz karşımıza çıkan o meşhur tabirini kullanmıştı: Kötülüğün sıradanlığı.
Aslında bunu bir mazeret olarak söylememişti.
Eichmann’ı bir katliam makinesine çeviren “düşüncesizlik”ti. Yani düşünmekten vazgeçmesiydi. Ama bu onun aptal olduğu anlamına gelmiyordu.
Sadece “Yaptıklarına başkalarının gözünden bakmaktan” acizdi.
Çünkü yaşadığı Alman toplumunda iyi ve kötü ayrımını yapması imkansızdı. Yaptıklarının iyi olduğunu düşünüyordu. Dışarıdan, toplumdan ona vicdanını uyandıracak hiçbir ses gelmiyordu.
Duruşmaların ilerleyen safhalarında Arendt, Yahudi toplumunu Nazi suçlarına karşı birlik olup, yeterince direnmemekle de suçladı.
Arendt, bu analizleriyle hızlıca kendi kimliğinden nefret eden hain bir Yahudi’ye dönüştürüldü. Dışlandı, lanetlendi.
Hocası ve arkadaşı filozof Karl Jaspers, 1963 yılında ona moral vermek için bir mektup yazmış ve şöyle teselli etmeye çalışmıştı:
“Senin göremeyeceğin bir zaman gelecek, Yahudiler İsrail’de senin için bir anıt dikecekler.”
Ama bu anıt İsrail’de hiçbir zaman dikilmedi.
1963 yılında basılan “Kötülüğün Sıradanlığı” ilk olarak 2000 yılında İbranice olarak yayınlanabildi.
Arendt üzerine İsrail’de ilk konferans 1997’de yapıldı.
İlk kitaplardan biri de Türkiye’den akademisyenlerin Arendt üzerine yazdıklarından oluşan bir derlemeydi
Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri bile Türkçesinden sonra 2010 yılında ancak İbranice’ye çevrildi
Halbuki Arendt, dört dörtlük bir Nazi mağduruydu.
1933’te Gestapo tarafından tutuklanmış, Paris’e kaçmış, mülteci olarak yaşamış, savaş sırasında Yahudileri kurtarma örgütleri içinde çalışmış, Nazi işgali altındaki Fransa’da bir kere daha tutuklanmış. Hapisten kaçmış, ABD’ye gitmişti.
Ama bütün bu tecrübelere rağmen 1948’de İsrail kurulurken Yahudiler arasında yaşanan büyük coşku ve Arap düşmanlığı heyecanına kapılmayarak sözünü esirgememişti:
“Bir yanda Filistinli Yahudiler, diğer yanda Amerikalı Yahudiler arasında giderek artan görüş birliğinden daha da şaşırtıcı olanı, aşağı yukarı kabaca ifade edilen şu önermeler üzerinde esasen hemfikir olmalarıdır: Ya hep ya hiç, ya zafer ya ölüm; Arap ve Yahudi iddiaları uzlaşmazdır ve meseleyi sadece askeri bir karar çözebilir; Araplar -tüm Araplar- bizim düşmanımızdır ve biz bu gerçeği kabul ediyoruz; sadece modası geçmiş liberaller uzlaşmaya inanır, sadece cahiller adalete inanır ve sadece ahmaklar gerçeği ve müzakereyi propagandaya ve makineli tüfeklere tercih eder.
Yahudi deneyimi nihayet bizi uyandırdı ve bize kendi başımızın çaresine bakmayı öğretti. Yalnızca bu gerçektir, geri kalan her şey aptalca bir duygusallıktır; herkes bize karşıdır, Büyük Britanya anti-Semitiktir, Birleşik Devletler emperyalisttir – ancak Rusya belirli bir süre için müttefikimiz olabilir çünkü çıkarları bizimle çakışmaktadır; yine de son tahlilde kendimizden başka kimseye güvenmiyoruz; özetle – savaşmaya hazırız ve yolumuza çıkan herkesi bir hain ve bizi engellemek için yapılan her şeyi sırtımızdan bıçaklanmış olarak göreceğiz.
Her yerdeki Yahudilerin bu ruh hali ile yakın zamanda yaşanan Avrupa felaketi ve bu felaketin ardından acımasızca yerinden edilmiş kişilere dönüştürülen hayatta kalan kalıntılara yönelik inanılmaz adaletsizlik ve duygusuzluk arasındaki yakın bağlantıyı inkar etmek anlamsız olacaktır. Sonuç, ulusal karakter dediğimiz şeyde şaşırtıcı ve hızlı bir değişim olmuştur. İki bin yıllık “Galut zihniyetinden” sonra, Yahudi halkı aniden hayatta kalmanın kendi içinde nihai bir iyilik olduğuna inanmayı bıraktı ve birkaç yıl içinde tam tersi bir uç noktaya geçti. Artık Yahudiler ne pahasına olursa olsun savaşmaya inanıyor.
Fikir birliği çok kaygı verici bir olgudur ve modem kitle çağımızın bir özelliğidir. Doğamız ve inancımız gereği farklı olduğumuz gerçeğine dayanan sosyal ve kişisel yaşamı yok eder. Farklı görüşlere sahip olmak ve diğer insanların aynı konuda farklı düşündüklerinin farkında olmak, bizi tüm tartışmaları durduran ve sosyal ilişkileri bir karınca yığınına indirgeyen o tanrısal kesinlikten korur. Oybirliğine dayalı bir kamuoyu, farklı düşünenleri bedensel olarak ortadan kaldırma eğilimindedir; çünkü kitlesel oybirliği bir mutabakatın sonucu değil, fanatizm ve histerinin bir ifadesidir. Mutabakatın aksine, oybirliği iyi tanımlanmış belirli nesnelerde durmaz, bir enfeksiyon gibi ilgili her konuya yayılır.”
İşte Almanya’da da bugünlerde böyle korkutucu bir fikir birliği var.
Sosyal Demokrat, Yeşil, aşırı sağcı, Hristiyan Demokrat, Liberal bütün Alman siyaseti Avrupa’da ve Batı’da başka hiçbir ülkede olmadığı kadar net, nüanssız ve rezervsiz biçimde İsrail’in Gazze’de her şeyi yapma hakkı olduğunu savunuyor.
Hatta Başbakan, İsrail’in uluslararası hukuku ihlal ettiği iddialarına “absürt” bile dedi.
Alman siyasetçiler, en zor anında İsrail’e nüanssız bir destek vererek, üzerlerindeki tarihsel yükleri azaltmanın derdine düşmüş görünüyorlar.
Kendi dertlerine düşmüşlerken Filistinlilerin dertlerini de umursamıyorlar.
Onlar için şu anda İsrail’e destek vermek bir görev. Habermas’ındediği gibi tartışmaya kapalı “Almanya demokratik ethosunun” temeli.
Çünkü Almanlar her ne kadar Nurnberg’de Nazilerin önde gelenlerin yargılanmasına tanıklık ettiyse de bu sınırlı düzeyde kaldı, Alman toplumu suç ortaklığını daha geç tarihlerde keşfetti.
Willy Brandt’ın Varşova’da Yahudi anıtı önünde diz çökmesi bile Almanya için 70’lerde radikal bir eylemdi.
1980’lerde Alman televizyonlarında yayınlanan Amerikan Holokost dizisine kadar Alman toplumu Nazi suçlarının bir parçası olduğunun farkında değildi.
Ama sonra suçluluk duygusu, Hollywood’un da katkıları büyüdü, aşırı sağ Nazi hareketlerin yeniden ortaya çıkması tedirginliği artırdı ve Yahudilere karşı bitmeyecek bir utanç ve borç içinde olmak ilerici Almanlığın bir parçası, İsrail konusu ise Almanların konuşma hakkı olmayan bir tabu haline geldi.
Nazi Almanyası sırasında genç bir felsefe öğrencisi olan Habermas’ında dünyası Almanların bu suçlara topluca ortak olmasıyla yıkılmış ve hayatı boyunca da bir toplumun böyle bir kötülüğün peşinden sürüklenmesinin nedenleri anlamak ve bunun nasıl bir daha tekrarlanmayacağı üzerine düşünmekle geçmişti.
Yazdıkları demokrasi, sivil toplumun yükseldiği anti-faşist demokrasi çağında çok ufuk ve ön açıcı oldu.
Ama dünyanın yeni zamanlarında bu hazır formüller bütün kapıları artık açmıyor.
Kamusal alandaki iletişimsellikten sadece rasyonalite çıkmıyor. Popülizmler, irrasyonel fikirler, aşırı, radikal hareketler de çıkıyor.
Konu İsrail’e gelince kamusal müzakere Alman Habermas için bile kapanıyor. İletişimsel rasyonaliteyi yakalamak için kamusal alanda duyulması gereken farklı sesleri susturmak için demokratik haklar bile askıya alınmaya çalışılıyor.
Tarihsel bagajlar yüzünden İsrail ile ilgili kamusal iletişimi, müzakereyi reddetmek, “ilerici” normlara teslim olup düşünmekten vazgeçmek Habermas’ı 94 yaşında katliam apolojistine bile çevirebiliyor.