Evde kimse yok, sazı aldın eline. Babanın en sevdiği türküyü çalmaya başladın. Onun sazı duvarda asılı. Kendi yalnızlığına kapılıp gitmek istediğinde saz çalardın hep. Bu sefer ellerin titredi. Yalnızlık iyi gelmedi.
“Kalbinin teli titremeli, öyle ki dinleyene dinlemeyene ulaşmalı sesin,’’ derdi baban. Onun sesini duydun evde.
Telefonun çaldı, kulakların uğuldadı. Tıkandın, gözlerine yaşlar hücum etti. Fırlayıp çıktın evden.
Bir seferinde köydeydiniz. Eski bir çamaşır makinasının kazanını bulup bahçe sobası yapmıştı baban. İçine doldurduğu odunlar, çıralar çıtır çıtır yanıyordu. Yanaklarınız sıcacık olmuştu alevinden. Kazan nihayet asıl yapması gereken işe kavuşmuş, alevden bir top gibi yanıyordu. Baban bir sigara yakıp gülümsemişti. O karanlıkta bile yüzündeki gururu görebiliyordun. Annen omuzuna vurmuştu, baban nasıl her şeyin hakkını veriyor, bak, demişti. İkisine birden bakmıştın. Devlerin aşkı, diye düşünmüştün. Baban sazını istemişti annenden. O saz olmadan adım atmazdı hiçbir yere. Sen İstanbul’da duvarda duran kendi sazını düşünüp hayıflanmıştın. Çünkü çok severdin babanla beraber sazın teline vurmayı.
İlk sazın geldiğinde ya yedisindeydin ya sekizinde. Süt içtim dilim yandı’yı çalışıyordun durmadan. Annen ‘’hay o sütü sağmaz olalardı,’’ demişti de baban gene gülmüştü. O gülünce içinde bir şey oynamıştı.
Çal oğlum çal, oluyor, demişti baban sigarasını somururken. Masanın üstünden iç cebine yolculuk ederdi o sigara paketi. Elleri hep tütün kokardı. Baba kokusu aklına düştüğünde hep biraz tütün, biraz ter, biraz kolonya, biraz tebeşir kokusu gelirdi burnuna. Elini öptüğünde içine çekerdin kokusunu, öyle severdin.
Koşarak geçtin sokaklardan, hastaneye ulaştığında bahçedeki kalabalık sana doğru salındı. Oysa o bahçeye, o metal kazanın ısıttığı o soğuk şubat gecesine dönmek istiyordun.
Baban gitti oğlum, başın sağ olsun, dedi biri. Ardından başkaları sarılıp omuzuna vurdular. Gözlüklerin buğulandı, tuttun kendini. Tutmayıp ne yapacaksın, bir annen bir sen. İlk defa annen geldi aklına. Sordun birilerine. İçerde, dediler. Yatıştırıcı iğne yapmışlar, müdahale odasında yatıyormuş.
İçinde bir öfke kabardı, annem sevmez öyle şeyleri, bir gün hepimiz doğduğumuz yere döneceğiz, derdi her zaman.
Kimin işi ki bu, kim annemi acısından ayırdı, diye düşündün. Kafanda hala babanın sevdiği türkü.
İçeri girecekken tuttu birileri. Çay verdiler eline, sigara sonra. İçemem ben diyemedin, babamın yanında içmem.
Parmakların sararmış, kanın çekilmiş. Yakamadın sigarayı, biri kendi sigarasının ateşiyle yakıp sana geri verdi. Baktın amcan. Baban bakıyormuş gibi oldun göz göze gelince. Aynı siyah, kapaklı gözler. Kapaklar kızarmış, amcan ağlamış.
İç oğlum, derin nefesler çek, dedi amcan. Oysa sert adamdır babana benzemez. Bir eli omuzunda oturuyor yanında, bankın sırt tahtası kırılmış. Rahat değilsin oturduğun yerde.
Uzun boyun babandan yadigâr, belin bükülmüş, yaz sıcağında içinde bir titreme. Sabahın ayazından, dedi biri kısık bir sesle, utanma oğlum.
Duyuyorsun konuşulanları. Elinde değil, sözler gelip buluyor seni.
Biri, babasına benzemiş dağ gibi duruyor ama dokunsan ağlayacak, diyor senin için. Omuzunda amcanın sıcak eli.
Mırıl mırıl konuşuyor amcan, kalın seslidir oysa, baban saz çaldığında en ciddi haliyle türküleri söyleyen hep o. Usulsüzleri sever o, divanları, bozlakları. Baban kırık havaya geçtiğinde uzamış kaşları kalkar, yüzü asılır, kenara çekilir. Baban ladin gövdeli sazını kucakladığında, tezenesini eline aldığında, sazının teline vurduğunda gözlerinin güldüğünü bilirdin, amcana benzeyen kapaklı gözlerinde bir vuslatın yaşandığını bilirdin.
Annen hiç kimseler yoksa, baban saz çalıyorsa kalkıp iki döner mutlaka, hep ağlatmasın saz, der biraz da oynatsın. Başından omuzuna sarkan beyaz örtüsünü, elinde kaşıklarıyla sağ ayağını vura vura oynadığı oyunu hatırladın. Tahta kaşıkları babanın sazı kadar kıymetli, sazı kadar eski.
Bir rüzgâr esiyor, sigaranın uzayan külü düşüyor. Kafanı toplamak istiyorsun, annene bir bakmak. Eve gitmek, orada beklemek. Dizlerine vura vura ağlamak. Omuzların düşüyor, kulağında annenin oynamayı en sevdiği türkü.
Halan çıkıyor hastanenin kapısından, uzaktan görüyorsun onu. El ediyor birilerine. Üç beş kişi birden koşup gidiyor yanına. Sen kalkamıyorsun yerinden. Yeniden yeniden ölüm haberini duymaya korkuyorsun. Arkalardan biri, oğlu da çok yufkaymış, diyor. Adam olup ayağa kalkması lazım, yapması gereken işler var.
Amcanla göz göze geliyorsun, kapaklı gözler, hadi diyor, toparlan artık, ele güne söz söyletmeyelim. Anlıyorsun. Elindeki izmariti fırlatıp atıyorsun. Halana doğru yürüyorsun. Sarılıyor sana. Annem, diyorsun babam diyecekken. Halan ailenin erkeklerine inat küçücük bir kadın. Zor uyuttuk, diyor, ilişmeyin. Başını sallıyorsun. İkisi de içerde uyuyor, biri bir çekmecede, diğeri belki ilk defa tek başına.
Hastanede kalmak istemezdi, bir an önce kavuşturalım sevdiğine, diyorsun. Halan başını sallıyor. Ağzından çıkan sözcüklere şaşırıyorsun.
İçeriye doğru yürüyorsun, bu defa hiç kimse engel olmuyor sana. Acilin kapısından geçiyorsunuz halanla. Koridorlar, koridorlarda bekleşenler. Birileri solgun yüzleriyle duvar diplerinde bekleşiyor. Halan sessiz önünde yürüyor, bir kapının önüne geliyorsunuz. İçerde baban.
Kapıdaki adama babamı göreceğim, Cemal Hoca’yı, diyorsun. Önce kapı açılıyor içeriye giriyorsun, buz gibi bir yer. Ortada bir masa, duvarda çelik kasalar. Adam açtı birini tuttu çekiyor. Birden babanın gülümseyen yüzünü görüyorsun. Sararmış bıyıkları sarkmış, kırlaşmış saçları uzamış. Eğilip, saçlarını okşuyorsun, oysa bunu babanın sana yapmasına alışkınsın, soğuk alnına elini koyuyorsun, düşmüş kapaklarının altında göz bebeklerinin hareket ettiğini görüyorsun. Hem korkuyorsun hem umutlanıyorsun.
Yaşıyor babam! diye bağırıyorsun, gözleri hareket etti bakın…
Halan ağlayarak ellerine sarılıyor, baban artık rabbimin yanında oğlum, çağırsan da gelemez, diyor.
Çocuk gibi ağlıyorsun, ellerini öpüyorsun. Soğuk içinin ateşini harlıyor.
Birkaç litre kan, bir hayli kemik, epeyce korku
Kestiremedik ne yaptığımızı, kim olduğumuzu
Sanki bir teşbih koptu, tane tane savrulduk.
Kulaklarında babanın Attilla İlhan okuyan sesi. Orda bırakıyorsun babanı, şiirleri, çıkıyorsun omuzların düşmüş.
Anneni görüyorsun uzaktan, sırtını dönmüş dünyaya soluk almadan uyuyor bir müşahade odasında. Dokunmadan başında duruyorsun.
Bir sigara yakıyorsun bahçeye çıkınca. Amcanın yanına yürüyorsun gözlerin kıpkırmızı.
Bir cenaze arabası bekliyor kenarda bir yerde.
O zaman aklın başına geliyor.
Kara toprakla nerede buluşacak baban…
‘’Biz sorduk soruşturduk, Yakacık’taki yeni mezarlıkta yer bulduk,’’ diyor amcan.
Birileri seninle geliyor, bir arabaya binip mezarlık yeri satın almaya gidiyorsun. Uzaklarda bir yerde bir parça toprak. Babanı bırakıp geleceğiniz yer. Gözlerin telli turnaları arıyor. Yoklar.
Görevliyi bulup mezar yerini hazırlaması için para veriyorsun. Çam kokuyor ortalık. Annen o odada ağlayamadan uyuyor. Sıra sıra kazılmış toprağa bakıyorsun. Taze mezarları, toprağın bağrına dönecekleri düşünüyorsun. Toprağın rahmine, başladığımız yere.
Bir sen değilsin sevdiğinden ayrılan, biliyorsun ama gene de en çok babana yanıyor için, annene, kendine.
Orada durup bir sigara yakıyorsun. Bundan böyle sık geleceksin buraya, sigara yakıp oturacaksın yanı başında. Annen çiçek ekmiş olacak, yabani otları temizleyecek sen sigaranı içerken. Başına doladığı örtüsü yüzünü örtecek, ağladığını görmüyorsun sanacak. Sen başını çevireceksin kızaran gözlerini görmesin diye. Annen dualarını okuyacak. Mezar taşındaki bağlamayı okşayacak. Beyaz bir örtüye sarılıp sandığa kaldırılmış kaşıkları düşüneceksin annene bakıp.
Hadi! diyeceksin annene, eve dönelim artık.
Cenaze arabası ertesi gün sabah erkenden gelecek, babanı alacak. Bu hikâye burada bitecek.
Üstün başın sigara kokuyor, babanın kokusuna benzemiyor bu koku. Ağır, sefil, sıradan.
Hastaneye değil eve dönüyorsunuz. Arabada birileri durmadan telefonla konuşuyor. Senin telefonun evde. Koşarak çıktığında sazın yanında kaldı, iyi bir haber vermediyse bırak orda kalsın. Yol boyu kulağında o türkü usul usul.
Ezan sesi duyuluyor uzaklardan, aklındaki türkü siliniyor.
Eve geldiğinizde kapının önüne atılmış masalar, sandalyeler ve bir sürü erkek görüyorsun. İnce belli çay bardakları ellerinde. Koyu sohbetler başlamış. Daha önce sen de böyle masalarda oturmuştun babanla. Koyu çayları içmiştin, kimi sessizlik kimi muhabbet eşlik etmişti sizin masanıza. Babanın olduğu yere bir saygı halesi dev bir örtü gibi serilirdi. O uzun boylu vakur adamın yakınında olmak isterdi herkes, onu dinlemek, ona bakmak.
Amcanın oturduğu masaya çöküyorsun. Anlattın, yarın öğle namazından sonrası için hazır olacak, diyorsun mırıldanarak.
Amcan bu sefer sarılmadan oturuyor karşında, ‘’Yarın öğle ezanını müteakip, namazı kılınacak, oradan da mezarlığa geçeriz Allah’ın izniyle,’’ diyor kalabalığa.
Başı öne eğik sana bakmadan,
‘’Severdi rahmetli mahalledeki küçük camiyi, çok da emeği vardı. Bahçesindeki ağaçları da elleriyle dikmişti zamanında,” diyor kederle. Son yolculuk oradanmış.’’
Çınar ağaçlarını severdi baban, meyve ağaçlarını, kavakları, dutları, ardıçları, kestaneleri, ladinleri, selvileri…
Elleri toprağa değdi mi, yeşil bulaşırdı her yanına.
Okulunu, öğrencilerini severdi, matematik öğretirdi ama şiir de öğretirdi, türkü de.
Bugün gibi hatırlıyorsun. Okuldan sonra çıkışta babanı beklerdin, – sen çoktan ödevlerini yapmış bitirmiş olurdun-
Yürüyelim arkadaş, derdi sana. Yan yana yürürken şiirler okurdu sevdiği şairlerden, Yunus Emre’yi, Pir Sultan’ı, Nazım’ı, Ahmet Arif’i, Hasan Hüseyin’i, Can Baba’yı hep o dönüşlerde dinlemiştin babandan. Kimin olduğunu bilmediğin dizeleri biriktirdin, onları babanın sandın.
‘’Sevim senden başka bir kızı sevmedim’’ diye mırıldanmaya başlardı baban, şaşırırdın sonra Zeynep’le devam ederdi. Annene sıra geldi diye sevinirdin. Sevim kafanı kurcalardı, soramazdın.
Bazı mısraları ezberlemiştin, eve gelince haykırarak annene okurdun mutlaka,
‘’Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
Başladığımız filmi birlikte bitireceğiz’’
Annen gülerdi sana, çayı demlemiş olurdu. Ekmek arası tostunu hazırlardı çabucak. Anneni izlerdin, çayları koyarken. Baban balkona geçerdi. Minderinde kıçının izi çıkmış kolçaklı sandalyesine otururdu. Balkon demirlerine sabitlediği küçücük masanın üzerinde bir kitabı bir de çayı eksik olmazdı.
Annene bakardın, Sevim kim? diye sormayı düşünürdün her seferinde, bir şey engellerdi seni, bir sezgi.
Sormuştun babana yıllar sonra, Sevim kim? Gülmüştü yavaştan. Bir şiir demişti sadece, eski bir şiir. Annen çay getirmişti, o konu kapanmıştı.
Kapının önünde otururken birileri paket paket, tepsi tepsi yemek getiriyor. Bir anda beliren kadınlar masalara servis yapmaya başlıyor. Pide, kebap, ayran. Bir yiyen bir daha istiyor. Kahveler ardından. Şekerli, az şekerli, sade. Kahveler karışıyor, değiş tokuş yapanlar, yeniden isteyenler, telvesini az bulanlar. Sigaralar tellendiriliyor. Sandalyelerde mutlu kaykılınıyor. Cenaze evlerinin kaçınılmaz kaderi, muhabbetler bol, epeydir görüşmeyenler buluşmuş, küsler karşılaşmış. Yer yer yükselen kahkahalar irkiltiyor seni, gözlerin arıyor gülenleri, gidip ağzını yüzünü kırmak istiyorsun. Şerefsizler, saygısızlar, halden bilmezler. Herkes ağlasa, babanı anlatsa, sessiz olsa, sessizlik olsa…
“Yememişsin oğlum, güçlü olman lazım, azıcık çabala,” diyor başında beliren halan.
Yok, diyorsun. Canım istemiyor.
Çabala lafına takılıyorsun, ne için çabalanacak. Ölüm gelmiş en sevdiğini almış götürmüş. Karnın gurulduyor o sıra. Açlığa da lanet ediyorsun, tokluğa da…
Annem, diyorsun halanın üzeri kahverengi çil dolu ellerine bakarak.
‘’Uyuyor hala, hiç açmadı gözünü, şu kalabalık azalsın yanına çıkarsın,’’ diye fısıldıyor kulağına.
Beklemen gerek.
Annenin saklandığını düşünüyorsun o zaman, her şeyden, herkesten, senden.
Oysa yanına koşup;
“Zeynep beni bekle mutlaka döneceğim
Söyle kim önleyebilir buluşmamızı…”
diye mırıldanmak istiyorsun bembeyaz saçlarını okşarken. Bekliyorsun. Annen gelecek, seni bulacak.
Güneş yükseldikçe gölgelere kaçıyor erkekler. Biri nereden akıl ettiyse kahveden birkaç şemsiye taşıyıp getiriyor. Çaylara soğuk gazozlar eşlik ediyor artık.
Muhasip Osman Amca’yı görüyorsun uzaktan, koluna girmiş iki kişiyle zar zor yürüyerek geliyor sana doğru.
Bana değil, babama, diye düşünüyorsun. Ağır akan kanın bir parça canlanıyor.
Fırlayıp karşılıyorsun, ellerini öpüyorsun. Biraz tütün, biraz ilaç ve biraz kolonya kokuyor. Neredeyse babanın kokusu, neredeyse.
Kalabalık kıpırdanıyor, bir sana bir Osman Amca’ya bakıyorlar.
Ahretliğim beni bırakıp Yaradan’ına gitti, diyor. Herkes susup izliyor. Senin içinde bir şey yarılıyor.
Karşılıklı sessiz oturuyorsunuz, babanla oturur gibi.
Sazını getirin, diyor Muhasip Osman.
Anlamıyorlar önce. Amcanın uzun kaşları titriyor. Olmaz diye kükreyecekken babanın vasiyetini hatırlıyor. Kapaklı gözleriyle birine işaret ediyor. Genç bir oğlan yıldırım hızıyla alıp sazı bırakıyor kucağına.
Kalabalık onlarca gözden ibaret bakıyor size.
Sen sararmış parmaklarınla okşuyorsun, uzaklara bakıp başını sallıyorsun. Bir selam veriyorsun bulutlara, kuşlara, rüzgâra, telli turnaya…
Vuruyorsun sazın teline, sen çalıyorsun Osman Amca kavruk sesiyle söylüyor. İkiniz yalnızsınız masanın başında.
Hasret kimseye kalmasın
Sevdalılar ağlamasın, ayrılmasın
Ben yandım eller yanmasın
Sevdanın aşkın narına, cananıma…