“Ya her şey yaşanılmak zorunda değil, ya her şey düşünülmek…” Kısacık bir mektubu bir novellanın, neredeyse bir romanın kapısına taşıyan ve beni her hatırladığımda gezdiren bu dost sözü bazen bir filmi izlerken de kulağımda çınlıyor. Sinema “mânâ”ya görselliğiyle katıyor insanı, dürtüyor, açığa çıkartıyor, derinleştiriyor hislerini.
Hepsinden önce insanın seyretmeyi istediği bir filmin karşısındaki, hatta keyfe keder kucağındaki ekrana yerleşmesi, defalarca izleme olanağı tanıması beni de içine alan kuşaklar için en cümbüşlü mucize. Teknolojinin, film seyretme olanaklarının dünümden bugünüme gelişimi/değişimi bile büyülü bir tarih. Ama bu yazımdaki meramım o değil. O mevzu 32 kısım tekmili birden bir yazı dizisini hak ediyor.
İnsanın istediği filmlerin hevesini kırmayacak kadarını bu ülkede her fırsatta, durma daraltılan, yavaşlatılan internet ve sürekli genişleyen müdahale, sansür, karartma dünyasında hâlâ seyredebilmesi de ayrı mucize. Ekonominin mahv-ü perişan şartlarını düşündüğünde konfor da elbette. Neyse, bu yazımda o meseleye de girmeyeceğim. Yeterince seyrediyoruz.
Kendine has rengâhenk görüntüleri, sahneleri, sesi, müziği, hikâyesi, hayalleri, stiliyle insanın evine, istediği yere, istediği “an”da giren filmler daha baştan heyecan vesilesi. Yakan bağrın o keyfe açık oturuyorsun karşısına… Ve birisi seni filmiyle dünyasına alıyor. Bırakıyor seni içine.
İnsana geçen/geçmeyen filmler
İşte öyle anlara konuk olan bazı filmlerde girişteki cümleyle çınlıyor kulağım. Bazısı ille de iliklerine kadar anlaşılmak, enine boyuna düşünülmek, nedenlere sonuçlara bildiğin, alıştığın, ezberlediğin reflekslerle gömülmek/saplanmak, yönetmenin o rengârenk yumağını sonuna kadar çözmek için değil. Hissetmek, o “an”ı yaşamak, o hayal perdesinin tadını çıkarmak fazlasıyla yetiyor bazen. İnatlaşmıyorsun filmle. Kılı kırk yarıp “kıl analiz”e yönelmiyorsun.
Böyle, şahsa mahsus bir seyir-keyif psikolojisi, bazı kritik sinema bağımlılarını her filmde senaristin, yönetmenin koltuğunu devralmak külfetinden (ve bazen kibrinden) de kurtarabilir belki de. Sadece “Bana geçmedi/geçti” demek gibi bir şey. Ki bu cümle “sosyal medyasal!” yeni deyimlerin, deyişlerin itici gelen, hatta bazı örneklerde öyle de olan dünyasında bir filmle ilgili hoş bir duygu tercümesi fikrimce.
Düşünceleri değil hisleri anlatmak
Sinema dünyasına sarsıcı girişinden bu yana, 23 yıllık külliyatında “paramparça” anlatımlara da yer veren, o maharetiyle, çıkışıyla da nam salan Alejadro G. Inarritu’nun yeni filmi “Bardo: Bir avuç doğrunun yalan yanlış güncesi” hissiyatıyla benim için öyle bir tat bir bakıma. “Anlatılmaz yaşanır” da diyeyim bari. Anlaşılmaz değil ama daha çok ve önce hissedilir…
Eren Odabaşı’nın Altyazı dergisinde 19 Aralık 2022’de yayınlanan söyleşisinde Inarritu bu mevzuda bunaldığını vurguluyor: “Hislerimi değil de düşüncelerimi söylemekten bıktım.” Geçen ay Netflix’in nadir marka filmleri arasına katılan “Bardo”nun “anılar, anekdotlar, deneyimler, düşünceler, rüyalar, korkular gibi pek çok şey üstüne kurulduğunu” anlatıyor: “Meksika pozolesi (malzemeleri, zengin sosuyla çorba, güveç, bulamaç benzeri geleneksel Meksika yemeği) gibi, farklı bilinç akışlarının karışımı da diyebiliriz.”
“Twitter bir tımarhane!”
Filminin ana kahramanı gazeteci, belgeselci Silverio Gama (Daniel Gimenez Cacho) da meslek el kitabındaki gibi “daima mutlak bir doğrunun peşinde”. Inarritu onu şöyle tanımlıyor: “Kronolojik bir akış kurmak, bir yargıya ya da sonuca ulaşmak istiyor. Ama bence Silverio’nun yaşadığı kriz, ‘doğru’nun her zaman yalnızca inşa edilmiş bir gerçeklikten ibaret olduğunu, edindiğimiz bilgileri nasıl filtrelediğimize bağlı olarak değiştiğini fark etmesi. Bu yüzden artık kendi ‘kurmaca gerçekliğini’ kazıyarak bir şeyleri daha iyi anlayabileceğini hissediyor.” Filmi de öyle elbette.
Inarritu’ya göre onun bu ruh hali “bence hislerin düşüncelerden daha önemli olması ile de ilgili”. Bu iddialı cümle, derinliğini hayatın farklı alanlarına yayılabilen bir tartışmaya açık. Meksikalı yönetmen aynı söyleşide yine “bana kalırsa” diyerek devamını da getiriyor:
“Bana kalırsa günümüzün en büyük ıstıraplarından biri hepimizin ‘gerçeğe sahip olmak’ istemesi. Herkes yargıların, kesin hükümlerin peşinde. Twitter örneğin, bir tımarhane! Ama Silverio bunun farkına varıyor ve ‘Bu delilik; ben hislerin daha önemli olduğu başka bir düzenle ilgileniyorum’ diyor.
“Yalnızca hisset ve açık ol…”
Silverio’nun babasıyla olan rüyasındaki davet de bunun hakkında; babası onu kendisini bağlayan şeylerden kurtulup özgürleşmeye çağırıyor. Her şeyi anlamaya çalışmaktan vazgeçmeye… Bilinçaltı Silverio’ya ‘Bırak gitsin, yalnızca hisset ve açık ol’ diyor.”
Söyledikleri, hislerle düşünceleri terazilemesi ucu açık, bazen de endâzesi kaçan, yönetmenin meramından uzaklaşan tartışmalara, hükümlere de kapı aralıyor. Oysa bir film, bir kurmaca üzerine yönetmeniyle konuşuyoruz nihayetinde.
Ki yönetmenin, filmin iddiası da “doğrular”ı aramak-göstermek, “meşaj”ını doğrulamak, bir kronolojiyi takip etmek değil asla. Belki filmin dağınık, sıkıcı, anlamsız, anlaşılmaz olarak nitelendirilmesinde bu “eksik”inin de payı büyük! “Hiçbir şey anlamadım” cümlesi üzerine kurulan bir eleştirinin yönetmenle ilgili bir kritikten çok bazen bir özeleştiriyi çağrıştırdığını söylemek küstahlık olmasa gerek.
Duygu koleksiyonu kurmak
Filmiyle ilgili söyleşinin daha en başında uyarıyor üstelik: “Mutlak doğrular ya da gerçekler inşa etmekle ilgilenmedim, daha çok bir duygu koleksiyonu kurmak ilgimi çekiyordu. Bu yüzden günce kısmını filmin ismine ekledim.
Kesin ya da doğru olmak gibi bir taahhüdü yok filmin. Sinema bir yalan, izlediklerimizin bir yalan olduğunu biliyoruz ve hayatlarımız da böyle, hiçbir zaman hiçbir şeyden tam olarak emin değiliz. Deneyimlediğimiz olaylar zihnimizin, inançlarımızın süzgecinden geçiyor.” Buradan filmin adına, söyleşisinde de vurguladığı Budizm’in kıyılarına gelebiliriz belki. “Bardo” Budizm’de “ölümle yeniden doğuş arasında bir ara, geçiş, eşik hâli”. O ara katı/yaşamı film boyunca hissediyoruz.
“Hayat elden kaçan bir şey”
Filmin girişindeki böyle bir dünyaya doğmak istemeyen, doktorların, ebeveynlerin de onayıyla annesinin rahmine dönen, orada yaşayan bebek de birçok sahnenin anahtarı. Ayrıca çocuğunu kaybeden bir ana/babanın acısının, o hazin, müzmin hatıranın, travmanın en şiirsel ifadesi.
Filmde akan, “uçan” hayatın sahneleri bir kronoloji nizamında, düğümlerle bağlanmıyor birbirine. “Hayat elden kaçan bir şey”. Inarritu filmdeki bazı elementlerle oynama “şekli”nin, amacının da bu olduğunu vurguluyor: “Kumla dolan bir oda ya da tren vagonundaki su havuzu gibi. Bu elementler hayatın kimi zaman biçim değiştirdiğini, insanı dönüştürdüğünü ifade ediyor. Belki bu Budist bir düşünme şekli sayılabilir.”
Meksika bir ülke değil bir ruh hâli
Yönetmenin bu yaklaşımını kılavuz alınca filmin içindeki onlarca kısa film, o parçalar da yerine oturuyor. Inarritu’nun Amores Perros, 21 Gram, Babel’de olduğu gibi yine finalde birbirine bağladığı, uçuşunu bir anlama kondurduğu yeni filminin içindeki filmler de keyifli, daldan dala… Hayat insanın filmin başındaki gibi bir “uçma-konma” hâli, gölge oyunu. Birçok sahnede birlikte uçuyoruz, başka bir yere, “an”a, sahneye konuyoruz.
Bardo yönetmenin ilk filmi Amores Perros’dan (2000) sonra ülkesi Meksika’da çektiği ikinci film. Inarritu’nun “Meksika bir ülke değil bir ruh halidir” cümlesine hemen yakalanıyorum: “Açıkçası ülkemi hiç anlamıyorum tek yapabildiğim onu sevmek.” O an “Buldum” diyorum, tebessüm ederek: Türkiye’yi de bir ülkeden çok bir ruh hâli olarak düşünmek, beni hem hoş, hem hüzünlü, hem de irkilten duygularla gezdiriyor.
Bunun tekin, “normal” bir ruh hali olmadığını da belki söyleyebilir, en azından öyle hissedebiliriz ama yaftasını yapıştırırken “doğru” ya da “değil” den hareket etmek pek mânâlı, bereketli gelmiyor bana. Bazı şeyleri anlamamak ama sevmek ise daha hissedilebilir bir ruh hâli sanki.
Tarih kılık değiştirince tekrarlanmaz
Inarritu filminde Meksika’daki tarihi savaş kutlamalarını, öyle anmaların “zafer canlandırmaları”yla sergilenmesini de kara mizahın göbeğine yerleştiriyor: “Utanç verici bir yenilgiyi zafere ancak Meksikalılar çevirebilir.”
Filminde bunu Meksikalılara mal ederken, röportajda bu cümleyi açıp genişletiyor: “Meksika’da aslında bir bakıma utanç verici olan pek çok kutlamamız var, en küçük şeyleri bile kutluyoruz. Bir günlüğüne kazandığımız, ertesi gün kaybettiğimiz savaşlar var, biz o bir günü her yıl büyük bir zafer olarak kutluyoruz.
Bütün ülkeler böyledir, her ülke bir öyküler silsilesinden ibarettir, bir anlatıdır ve insanlar bu anlatıdan bir anlam çıkarmaya uğraşır. Bütün ülkelerde bu tarz mit haline gelmiş gülünç şeyler vardır”. Ne diyeyim, bakın etrafınıza… Tarih kılık değiştirince tekrarlanmıyor.
Inarritu’nun yandaş gazeteci tanımı
Filmdeki eleştirilerden, keskin ironiden medya-sosyal medya da fazlasıyla nasibini alıyor. Bağımsız gazeteci olmak için çalıştığı TV kanalından ayrılan Silverio o kanaldaki programcının bir keresinde Meksika başkanı ve ekibinin beceriksizliğine eleştirdiğini anlatıyor: “Kanal sahibi geldi canlı yayındayken onu aradı. Az daha onu canlı yayında sallandıracaktı.”
Inarritu Silverio’nun replikleriyle filmdeki yandaş gazeteciyi de sert tanımlıyor: “Bağnaz, vasat, dar görüşlü, şoven milliyetçi, taşralı, devlet başkanı ile dirsek temasında olan, o iktidarın linç kültürüne zevkle, hevesle hizmet eden, sahte, aşağılamaya bayılan, küfürbaz, nefret dolu, üstelik bir de bundan memnun. Günümüz gazetecisinin mükemmel örneği…” Anlattığı medya bize de yabancı değil.
Yorumda “Fellini esintisi” demirbaş
Filmle ilgili yorumlarda Bardo’nun İtalyan sinemasına, bilhassa Federico Fellini’nin “8 ½” filmine dair referanslar, esintiler taşıdığı vurgusu demirbaş gibi. Inarritu AFP’yle söyleşisinde bu yorumlara tepki gösteriyor: “Bardo son derece Meksikalı. Fellini güzel ve harikaydı ama bildiğim kadarıyla Fellini Roma’dan ayrılmadı, hiç göçmen olmadı ve çocuğu olmadı. Benim filmim de babalık ve göçmenler hakkında. Bunun 8 ½ ile ne ilgisi var?”
Filmde ille de, yaygınca bir kritik kuralı olarak Fellini’ye, bir tür İtalya esintisine kulp bulunacaksa, bunun “8 ½”dan çok İtalyan yönetmenin “Amarcord (Anımsadıklarım)”undan cımbızlanması daha makul gibi. Fellini’nin çocukluğundan bu yana uçuşan, filminin görüntüleri arasına bir anda, bir bağlantıya gerek duyulmadan “tavus kuşu” gibi konan sahneleri, Bardo’da da rastlanan ve sinemanın sık kullandığı bir üslup.
Inarritu’nun Meksika’daki TV kanalındaki show programının, bizim de aşina olduğumuz 40 yıl önceki Rafaella Carralı İtalyan RAI “show”larını hatırlatması da mümkün. Zaten Meksikalı yönetmen de İtalya’yı, özellikle Venedik’i büyüleyici buluyor: “Her gelişimde Venedik’e bakıyorum ve yalnızca bir rüyada olduğumuzu düşünüyorum. Bu şehir insana hayatın yalnızca bir rüya olduğunu hatırlatıyor.” Ama bunların kibar deyişiyle “bir esinlenme” olduğunu söylemek başka şey.
Hepsi yaşıtım, benim gibi, sıkıcı
Filmde doğumla ölüm arasında yaşlanan, “İşte hayat”ta insanın bir arpa boyu yol gittiğini fark ettiğini kesitler de çarpıcı. İhtiyar kadın arkadaşlarıyla sinemaya gitmiş, “Aaa… Ne güzel” diyen oğluna mırıldanıyor: “Sıkıcı… Bir avuç ihtiyar işte… Çok Sıkıcı. Hepsi benim gibi. Yaşıtım.” İşte ihtiyarlığın, asıl sıkıcılığının belki en güzel özeti. Inarritu bu konuya söyleşisinde başka bir yönüyle de değiniyor.
“Hayatta bir nokta var, belki 60 yaşına yaklaştığınız zaman. O noktada biraz daha cesur olabiliyorsunuz, bazı şeyleri paylaşmaktan artık çekinmiyorsunuz, korkmuyorsunuz. Bazı konulardan tepki göstermeksizin söz edebiliyorsunuz. Bu insanı özgürleştiren bir şey ama aynı zamanda savunmasız hissettiren bir yönü de var.
Sonuçta bu film benim kalbim, bu filmi yalnızca zihnimle yapmadım. İnsan neredeyse 60 yaşına gelince kendi iç dünyasına yönelmek istiyor, çünkü o dünya 20 yaşındaki halinden daha zengin artık”. (Bu filmi “Inarritu’nun kalbi” ve kalben de hakkı olarak izlemek bazı şeyleri anlamaktan öte yumuşatabilir de belki.)
İnsanın kendine gülmesi şifâdır
İç dünyanın gençken değil yaş aldıkça zenginleşmesi hem iddialı, hem yüzyılların mirası her cümle gibi tartışmalı. Inarittu’nun dürüstçe dillendirdiği bu duygular, bu iddia da kesin ve doğru değil belki… Ama insanın iç dünyasının belli bir yaşta zenginleştiğini değil ağırlığını hissettirmeye başladığını söylemek iddialı bir cümle değil.
Yaş aldıkça hayat daralan basamaklarla iç dünyaya inmeye başlarken, o dünya dış dünyanın içindeki bir tünelde çoğu kez. O basamakları inerken hayatına yerleştirdiği mutluluk-mutsuzluk, başarı başarısızlık tabloları da flulaşabiliyor, kararabiliyor. Ki Inarritu filminde Silverio’nun ağzından hayat boyunca peşinde koşulan başarı için “Nedir ki” diyor zaten:
“Tüm bunlar saçmalık. Benden nefret eden insanlardan onay bekliyorum. İstediğimi alınca da ondan tiksiniyorum. İstediğim için utanıyorum. Ömrüm boyunca kendimi yaptığım işin, takdir görmenin önemine inandırmaya çalıştım. İstediğim oldu ama hiçbir şey hissetmiyorum.”
Yaşadıkça hayatta sık karşılaşılan “absürtlüğün” daha görülebilir hâle geldiğini de anlatıyor. Belki artık “daha sağlam olduğu için” buna gülebildiğini de vurguluyor. Filminde bazı sahneleri yazarken de gülümsemiş. Zira insan bir zamanlar kendisini üzen şeylerden de çok şey öğrenebiliyor. Ve “insanın kendisine gülmesinin iyileştirici bir yanı var”.
Hiçbir şey olamayan her şey
Inarritu’nun bu filminde de göçmenlik, göçmen olmak hissiyatı çarpıcı sahnelerle karşımıza çıkıyor. Konuşturuyor onları, o göçmen hayata, yersiz yurtsuzluğa neden koştuklarını anlattırıyor: “Yaşadığımız yerde cehenneme gitmek için ölmen gerekmiyor. Köyümüzde her şey ölüm, açlık ve şiddetten ibaret. İki çocuğum öldürüldü.”
Silverio Boston’da yaşayan kızıyla konuşurken “Meksika’da olmak nasıl?” diye soruyor. Kızı biraz hüzünlü, hayal kırıklığı yaşamış, biraz da umursamaz bir tavırla “Hiçbir şey olamayan her şey” olarak tanımlıyor Meksika’yı ve orada kalan, orada yaşayan akrabalarını.
Hiçbir şey olamayan her şey… Bu ülke için de anlamı derin. Ve öyle şartlarda geçip giden hayatlar için de…