Çok tanıdık, çok bildik bir senaryoyla başlıyoruz. Dünya berbat bir hâlde: Her tarafta habis, militarist diktatörlükler var; bütün ülkelerin dahil olacağı dev bir savaş geliyor. Ve bu savaşın sonucunda, hem medeniyetin ortadan kalkması hem de büyük ihtimalle gezegenin fiziksel imhası anlamında dünyanın sonunun geleceği çok açık.
Çare yok mu? Belki de var.
İnsanlığın taşınabileceği, her şeye yeniden başlayabileceği bir gezegen bulmak amacıyla bir uzay gemisi inşa ediliyor. Gemiye insan değil, insan ceninleri, bitki tohumları ve robotlar yükleniyor, uçup gidiyorlar.
Onlar uçup giderken, dünyada beklenen savaş patlak veriyor, on yıllarca süren bir barbarlık döneminin ardından ortaya tek bir otoriter rejim çıkıyor.
Bu arada, uçup giden gemi müthiş olumlu koşullara sahip, son derece verimli, cennet gibi bir gezegen buluyor. (Merak eden varsa, Alpha Centauri yıldız sisteminde buluyor!) Robotlar iniyor, insan yaşamı için gerekli her şeyi hazırlıyor, tarımsal üretime başlıyor, sanayi üretimi için gerekli tesisleri kurup tesislerde çalışacak robotları üretiyor ve nihayet ceninlerin gelişimini tamamlamasını sağlayıp gezegenin insan nüfusunu oluşturuyorlar.
Bu nüfusun çalışması gerekmiyor: Her şeyi robotlar yapıyor, her şey var, her şey bol, kimsenin bir eksiği yok. Bu koşullarda kavga yok, rekabet yok, eşitsizlik yok. Yaşayıp gidiyorlar.
Beş kuşak sonra, dünyada işler yine sarpa sarmaya başlıyor, yavru gezegene haber yolluyorlar: “Geliyoruz!”
Robotlar derhal işe koyuluyor, gelenler için yeni şehirler inşa ediyorlar.
Ve günün birinde dev bir uzay gemisi gelip yörüngeye giriyor. İçinde dünyadaki insan toplumunun daha küçük ölçekli bir karbon kopyası var. Başkan ve hükümet, ordu, polis, yargı, cezaevi… Mülk sahipleri ve mülksüzler, çalışanlar ve çalışmayanlar…
Yeni gezegende nasıl bir toplum olduğunu bilmedikleri için gemideki hükümet kaygılanıyor. Aşağıdakilerin protokole ve resmîyete önem vermemesinden iyice kıllanıyorlar, bir tuzak olduğundan kuşkulanıyorlar. Dolayısıyla aşağı önce bir askerî birlik gönderiyorlar; ne olur, ne olmaz.
Askerleri robotlar karşılıyor ve hepsini yeni inşa edilmiş şehirlere yerleştiriyorlar.
Askerlerden biri, diyelim ki Mustafa, önce kendisine tahsis edilmiş evin ne kadar iyi ve güzel olduğunu, her şeyin ne kadar hatasız çalıştığını fark ediyor, şaşırıyor. Sonra alışveriş yapmak gerektiğini düşünüp hizmet robotunun peşine takılıyor, süpermarkete gidiyor. Kapıdan girdiğinde bir sepet yanına gelip “Buyurun efendim, yardımcı olayım” diyor, yan yana dolanıp alacaklarını alıyorlar.
“Tamam,” diyor Mustafa, “Şimdilik yeter. Nerede ödeyeceğim?”
Sepet bakakalıyor. “Ne yapacaksınız?”
“Parayı nerede ödeyeceğiz?”
“Neyi?”
“Parayı, parayı. Bu kadar mal aldık, karşılığını vermeyecek miyim?”
“Ama bu mallar size lazım.”
“Evet, lazım.”
“E tamam işte. İhtiyaçlarınızı karşıladık, gidebiliriz.”
Mustafa gıcık olmaya başlıyor. “Bak sepet kardeşim, şu ekmeği aldım ya. Madem karşılığında hiçbir şey vermem gerekmiyor, ya yüz tane alıp gidersem!”
“Niye?”
“Ne demek niye? Oburluktan, bencillikten. İnsanlar çeşit çeşit, hepsi senin gibi değil ki.”
“Tamam da,” diyor sepet, “niye yüz tane alacaksın? Alıp nereye koyacaksın? Ekmekler zaten burada, istediğin zaman gelip bir tane daha alırsın!”
Mustafa ikna olmuyor, ama yapacak bir şey yok, çıkıyorlar. Sepetle sohbet ede ede yolda giderken, elde fırça, bir evi boyayan bir adama rast geliyorlar. Mustafa adamın ustalığına, gösterdiği özene hayran kalıyor, durup uzun uzun seyrediyor. “Tebrik ederim, ne güzel boyuyorsunuz evinizi,” diyor.
“Teşekkürler. Benim evim değil ama.”
Mustafa “para karşılığı” diye bir şey olmadığını öğrenmiştir ya, “Bir arkadaşınızın mı?” diye soruyor.
“Yoo, tanımıyorum evsahibini.”
Mustafa’nın yine kafası karışıyor. “Niye boyuyorsunuz o zaman?”
“Dün buradan geçerken baktım, evin boyanmaya ihtiyacı var. E, ben de boyacıyım. Seviyorum boya yapmayı. Bugün geldim, boyuyorum.”
“Ama ne kadar özene bezene boyuyorsunuz!”
“Tabii, sevdiğim işi yapıyorum işte.”
* * *
İrlandalı yazar James P. Hogan’ın romanının ismi Voyage from Yesteryear. Çok da başarılı bir roman değil doğrusu.
Ama komünizm propagandasının bu kadar gizlice ve bu kadar ikna edici bir şekilde yapıldığını hayatımda başka hiçbir kitapta görmedim. Roman boyunca açıkça siyasî olarak algılanabilecek tek bir kelime yok, siyaset dünyasına ait olan tek bir ifade yok. Didaktik bir tavır, ders veren bir ses tonu yok.
Ama her sahnede (yukarıda sadece iki tanesini aktardım), makul bir dünyanın nasıl bir şey olduğunu basitçe gösteriyor ve dolayısıyla kapitalist toplumun ne kadar akıldışı, uygunsuz, absürt ve saçma olduğunu göstermiş oluyor.
Dünyada bütün nüfusa yetecek kadar ekmek var mı? Var. Yaşamak için insanın doyması gerekiyor mu? Gerekiyor. O zaman makul bir dünyada, başka her şeyden bağımsız olarak, herkes her gün yeterince ekmek yer.
Kapitalizm bunu sağlayacak şekilde örgütlenmiş bir sistem mi? Hayır. “Parası olan insanların” değil, “insanlığın” temel ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan bir sistem mi? Hayır.
Demek ki makul bir sistem değil.