Eğitim teknolojisi konusunda çalıştığım dönemde, sağda solda yapmak zorunda kaldığım sunumlarda ve yazmak zorunda kaldığım yazılarda, muhatabım, dünyanın her yerinde en muhafazakâr kesim olan eğitimciler idi. Bütün muhafazakârlar gibi, her daim son derece saldırgan oluyorlardı. Anlaşılmaz bir şey yok; insanlığın en muazzam birikiminin muhafızı, istikbalinin sigortası olarak görüyorlardı kendilerini.
Başka hususlarda pek akıllı biri sayılmasam da, defansta kalarak maçı kazanamayacağımı bilecek kadar sezgilerim çalışıyordu. Dolayısıyla tez zamanda ofansif bir lisana ihtiyacım olduğunu fark etmiş, bu anlamda işe yarayacak bir silah aramıştım. Bulduğum silah, eğitim camiasında da prestiji yüksek olan evrim düşüncesi idi. Kabaca özetleyecek olursam, yazıp çizdiklerimin, söylediklerimin ana omurgasını, “dünya değişiyor, eğitim de değişmek zorunda, teknoloji okulu evrimleştirecek” cümlesine sığdırabilirim zannediyorum.
Söyleye söyleye, yaza yaza ben de inanmaya başlamıştım bu hikâyeye. Sonra bir gün, aniden, evrim dediğim şeyin öyle işlemediğini hatırladım. Yani okul var, evrimleşecek, değişecek ve başka bir şey olacak. Öyle olmuyor işler. Okul var, bir ihtiyacı karşılayan bir şey üretiyordu, artık üretemiyor. O halde ölecek. Yerini başka bir şey alacak. Dinozorlar evrimleşip memelileri meydana getirmeyecek yani; dinozorlar yok olacak, meydan memelilere kalacak.
Girizgâhı böyle yaptım ama eğitimden filan söz etmeye niyetim yok. Günümüzden söz edeceğim. Günümüz derken sözünü ettiğimiz şey, esasen, dinozorların can çekişerek yok olduğu, sağda solda memeli türlerinin belirdiği… Ama henüz son dinozorun ortadan kalkmadığı, memelilerin de “hah, gelecek bunların olacak” denecek kadar güven vermediği bir dönemden söz ediyorum.
Eğitimden söz etmeyeceğim dedim, ama yok olmakta olanın esas taşıyıcı kolonlarından biri okuldu. Bir başkası aile. Bir başkası ortodoks ekonomi politikaları. Bir başkası temsili demokrasi. Liste uzar gider. Bana sorarsanız, dinozorların ortadan kalkmasına sebep olduğu düşünülen meteorun muadili, 68 başkaldırısı idi. Sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Dolayısıyla elli yılı aşkın bir dönem boyunca, giderek artan bir sancıyla can çekişen bir dünden söz edebiliriz. 21. yüzyılın ilk on yılında, eski düzeni sürdürmenin artık iyice imkânsızlaştığı gizlenemez hale gelmişti.
Muktedirler ölmekte olana rıza üretebilmek ümidiyle muazzam ölçekte para bastılar. Hepimizi paraya boğdular. Ama ölmekte olan ölmekteydi; işe yaramayı sürdürse zaten ölmezdi. İşe yarayamaz hale gelmiş olduğundan, sisteme enjekte edilen para sistemi enfekte etti. Mânâsız meslekler, faaliyet alanları türedi. Tarihte benzeri görülmemiş mânâsızlıkta bir eşitsizlik zuhur etti. Teorik olarak bir üretim faktörü olan ve üretime yaptığı katkıyla bağlantılı bir biçimde hissesini alması beklenen finans, üretime zerre kadar temas etmeden zenginlik üreten bir sektör halini aldı.
İktisat işin sadece bir yanı. Okul da sadece bir başka yanı. Bünye bir bütün olarak hayatiyetini yitirdi. Dünya çoklu organ yetmezliğinden muzdarip. Her bir organın dertlerini ayrı ayrı ele almaya lüzum yok. Dün öldü. Yarın henüz kurulmadı. Aradayız.
Arada olmanın çeşitli dertleri var. Bizim gibi okullandırılmış insanlar açısından bakacak olursak, o dertlerin en başında, öngörülemezlik geliyor. Dünya, elbette, 68’e kadar da değişiyordu. Ama nasıl değişiyor olduğu az çok belliydi. Tahminler yapılıyordu… Ve tahminler tutuyordu. Ne saadet.
Şimdi ise, Rusya-Ukrayna savaşında bir sonraki hamlenin ne olabileceğini tahmin etmek güç. ABD Moskova’da komple bir “Amerikan evi” sergilediğinde ve Nixon ile Kruşçev arasında mutfak tartışması alevlendiğinde, nükleer savaş tehdidi çok daha popüler bir kıyamet senaryosu idi. Yine de, havada asılı olmasına ve medya tarafından durmadan pompalanmasına rağmen, gerçek nükleer risk son derece öngörülebilir bir şeydi. En azından toplumlarını nükleer savaş tehdidiyle zapturapt altında tutan muktedirler biliyordu, nelerin mümkün olduğunu, nelerin olmadığını.
Bugün öyle bir dönemde yaşamıyoruz. Ve derdimiz Putin ve Biden’ın çapları ile Kruşçev ve Nixon’un çapları arasındaki fark gibi meselelerden kaynaklanmıyor. Yapısal bir derdimiz var. Eski sistemlerimizin neredeyse hiçbiri değişen şartlara uyum sağlayamıyor. On binlerce yıl sabit kalmış olan kadının statüsü meselâ, göz açıp kapayana kadar değişti. Daha vahimi var, dünyanın pek çok yerinde gençler, eş bulmak ve çocuk sahibi olmak gibi temel —biyolojik olduğunu varsaydığımız, dolayısıyla dünya sahnesine çıktığımızdan beri bizimle olduğunu düşündüğümüz— güdülere sahip değillermiş gibi görünüyor.
Kendi hesabıma bu mevzulara takmam yeni bir şey değil. En azından doksanların ortalarından bu yana, iflas etmiş organlar listesine her yıl yenilerinin ekleneceğini düşünüyorum. Dünyanın beni yanıltmadığını zannediyorum — eğer gözlemlerim bir teyit yanılgısından ibaret değilse. Dolayısıyla Rusya-Ukrayna savaşının gidişatının öngörülemez olması beni ürkütse de, şaşırtmıyor.
İlâveten şu da var. Yaklaşık yirmi yıl kadar önce, “bu çapta bir bunalım bir dünya savaşı olmadan çözüme kavuşturulamaz” diye iddia etmeye başlamıştım. Bir formun tasfiye edilip yenisinin tesis edilmesi, hep, büyük ölçekli savaşlarla ancak mümkün oldu. Büyük ölçekli dinler de meselâ, kendi çağlarının ölçeğine göre dünya savaşlarıyla kavram haritalarını yerleştirdiler. Zamanla bu tür dünya savaşlarının boyu —süreleri— kısaldı, şiddetleri artı. Buradan bir eğilim türetmeye kalkmayacağım. Derdim, yeni olanın inşası için gerekli olan zemin düzeltme, enkaz kaldırma işlerinin genellikle savaş gerektirmesi.
Sonra… Pandemi. Pandemi belki de savaşın yerini tutabilirdi. Hâlâ tutabilir. Rusya-Ukrayna savaşı, pandemi sayesinde ne kadar anakronik kaldığını idrak etmemiz gerekirken idrak etmemekte direndiğimiz birçok kavramımız ve tercihimizin ayak altından kaldırılmasına yetebilir belki de. Devlet denen şeyi, istihdam denen şeyi, diploma denen şeyi ve daha birçok başka şeyi, bir bütün olarak gözden geçirmemiz ve hepsini birden yenilememiz gerekiyor.
Hepsini birden.