Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIHer şey geçer, geçmiş hariç

Her şey geçer, geçmiş hariç

Bugün mezarı bile belli olmayan Şeyh Said’i örnek alan, onun yolundan giden kimse de kalmadı. Ama Şeyh Said isyanının sonrasında yaşananlardan öğreneceğimiz çok şey var. Çünkü esas o tehlikeli ve sık sık da tekrarlanıyor. Takrir-i Sükun fırsatçılığı diye özetlenecek bu tavrın Cumhuriyet tarihinde pek çok örneği oldu. Özetle; isyan, darbe, terör gibi büyük toplumsal travmaları hukuku, insan hak ve özgürlüklerini atının terkisine atmak, siyaseti, muhalefeti kriminalize etmek için kullanma fırsatçılığı bu.

İngilizce’den çeviri bu güzel sözde geçmiş yerine tarih de yazabiliriz.

Her şey geçer ama tarih hariç.

Geçen hafta Türkiye’de yine nur topu gibi bir tarih tartışması vardı.

Üzerinden 100 yıl geçtiğine inanmak çok kolay değildi, sanki dün yaşanmış gibi hararetle herkes saf tuttu.

Şeyh Said İsyanı, Türkiye’nin kuruluş travmalarından biri.

Adı geçince toplumun ikiye bölündüğü, birilerine ihanet birilerine kahramanlık gibi görünen olan bu travmalardan başka ülkelerin ve milletlerin de var.

Mesela ABD’de Robert E. Lee’nin adı geçince ülkenin Kuzey’inin, siyahilerin tüyleri diken diken olurken, Güney’indeki bazı beyazların hala göğsü kabarıyor.

Çünkü Lee, 19’uncu yüzyılda, 4 yılda 600 bin Amerikalının öldüğü Amerikan İç Savaşı’nda Güneyli Konfederasyon ordusunun komutanıydı.

Yenildi. Teslim oldu. Ölene kadar da Virginia’daki ölümünden sonra adı verilen Washington ve Lee Koleji’nin müdürlüğünü yaptı. Hala pek çok güney eyaletindeki şehirde heykelleri var, adı caddelere, okullara verildi.

1975’de Başkan Gerald Ford bir açılım yaparak vatandaşlık haklarını iade etmişti.

2020’de siyahi haklar mücadelesi yükselirken, pek çok şehirdeki heykelleri tahrip edildi.

Üzerinden 200 yıl geçmesine rağmen konunun harareti geçmemişti. Çünkü tartışma, sorun halen sürüyordu.

Şeyh Said meselesi de böyle. Hala canlı ve tartışma hararetli, çünkü isyana neden olan sorunların hala içindeyiz.

O yüzden üzerinden 100 yıl geçmiş tarihi bir olay olarak ona mesafe almamız mümkün olmuyor.

Bir kayyum belediye başkanı Diyarbakır’da bir caddeye adını verince de tarih yeniden canlanıyor, güncel siyasetin hararetli bir tartışmasına dönüyor.

Hiç biraraya gelemeyen DEM’inden HÜDAPAR’ına, İYİP’lisinden AK Partilisine bütün Kürtler Şeyh Said’in arkasında duruyor, hakaret edilmesine tepki gösteriyor. Fırat’ın bu tarafında ise Şeyh Said Hitler’den bile tehlikeli bulunabiliyor, TikTokçu yeni milliyetçilik Şeyh Said’in idam edilmiş görüntüsünden araba kokusu yapıyor, Toroslu, Cem Erseverli video editlerle ‘delikanlılık’ yapıldığı zannediliyor.

Şeyh Said, halifeliğin ortadan kaldırılmasının ardından Türkler ile Kürtler arasındaki yüzlerce yıllık ortak bağ kopunca ülkeye aidiyeti kalmadığını hisseden dindar Kürtlerin isyanının lideriydi. Çok sürpriz değildi bu isyan. Dış güçlerin kışkırtmasına da ihtiyaç yoktu. İsyancı güçler pek çok şehrin kontrolünü elinde tutmuş, üzerlerine 60 bin kişilik ordu gönderilmiş, ilk savaş uçakları bu isyana karşı kullanılmıştı.

Ayaklananlar sadece şeyhler değildi, isyanın askeri güçlerini Kürt albaylar, yüzbaşılar yönetiyordu. Yani isyan büyük bir isyandı, estirdiği korku da büyük olmuştu.

Bitti, bastırıldı, devamında başka Kürt isyanları da oldu. Üzerinden 100 yıl geçti.

Şeyh Said ailesi bugün dağlarda değil, yasadışı bir örgütleri de yok, Meclis’teler, siyaset yapıyorlar.

Torunlarından Ali Rıza Septioğlu uzun yıllar Adalet Partisi, DYP’den milletvekilliği yaptı, Meclis’i yönetti. Leyla Zanaların yemin krizi sırasında, Merve Kavakçı’nın yemin töreni sırasında kürsüde o vardı.

Kamran İnan, uzun yıllar Adalet Partisi, ANAP’tan Meclis’teydi. Abdülmelik Fırat, Akşener ile birlikte 90’larda DYP milletvekiliydi. Daha sonra da Şeyh Said ailesinden milletvekilleri oldu. Bugün de AK Parti Erzurum Milletvekili Abdürrahim Fırat yine Şeyh Said’in torunlarından biri.

Yani bugün ne Şeyh Said’in ailesi ne mirası bu ülke için tehdit değil.

Ülkedeki milyonlarca insanın en azından saygısızlık yapılmasından rahatsız olduğu tarihi bir kişiliğe bugün hakaret etmenin, insanları rencide etmenin, adının ona saygı duyan insanların yaşadığı bir şehirdeki, ömründe bir kere bile geçmeyeceğin bir bulvara verilmesini sinir krizleriyle karşılamanın provokasyon yapmak dışında bir açıklaması yok.

Bugün mezarı bile belli olmayan Şeyh Said’i örnek alan, onun yolundan giden kimse de kalmadı.

Ama Şeyh Said isyanının sonrasında yaşananlardan öğreneceğimiz çok şey var.

Çünkü esas o tehlikeli ve sık sık da tekrarlanıyor.

Takrir-i Sükun fırsatçılığı diye özetlenecek bu tavrın Cumhuriyet tarihinde pek çok örneği oldu. Özetle; isyan, darbe, terör gibi büyük toplumsal travmaları hukuku, insan hak ve özgürlüklerini atının terkisine atmak, siyaseti, muhalefeti kriminalize etmek için kullanma fırsatçılığı bu.

Şeyh Said ayaklanması sonrası yaşananlar Cumhuriyet tarihinde bunun en kaba, en acımasız ilk örneğiydi.

İsyan rejim için kritik bir zamanda çıkmıştı.

1923’ün sonunda Cumhuriyet ilan edilmişti. İktidar Meclis’ten alınıp, Mustafa Kemal Paşa’da toplanmıştı. 1924 yılının ise üç büyük tartışması vardı: Otoriterleşme, Musul ve İstanbul’daki Halife.

1924 yılının Mayıs ayında İstanbul Haliç’te İngilizlerle yapılan Musul görüşmelerinden bir sonuç çıkmamış, konu Türkiye’nin isteği dışında Milletler Cemiyeti’nin bir meselesi haline gelmişti.

Cumhuriyet’in ilanının ardından İstanbul’daki Halife alternatif bir otorite odağı halinde kalmış, kaldırılması tartışılmaya başlanmıştı. Hatta bu sırada İstiklal Harbi’ne yardımlarıyla bilinen (Gönderdikleri yardım paralarıyla İş Bankası’nın kurulduğu) Hint Müslümanlarının liderleri İsmaili Cemaati’nin lideri Ağa Han ve Emir Ali, İsmet Paşa’ya mektup yazarak hilafetin kaldırılmamasını rica etmişler. Mektubu yayınlayan Tanin, İkdam, Tevhid-i Efkar, Vatan gibi gazetelerin sahipleri Hüseyin Cahit, Ahmet Emin, Ziyad Ebüzziya gibi İstanbul basınının en önemli isimleri vatana ihanetten tutuklanıp, bu yüzden kurulan İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmıştı.

1 Kasım 1924’de Hilafet kaldırıldı.

17 Kasım 1924’de otoriterleşmeye itiraz eden Kâzım Karabekir, Rauf Bey, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Adnan Adıvar, Halide Edip gibi isimlerin öncülüğünde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) kuruldu.

İstanbul’daki basın kendini liberal ve terakki yanlısı olarak tanıtan partinin destekçisiydi.

Yeni Cumhuriyet ve CHP için kudretli paşalar, itibarlı isimlerin kurduğu partinin varlığı bir beka sorunuydu.

İşte tam da bu sırada Şeyh Said Ayaklanması patlak verdi.

TCPF’nin kurulmasından üç ay sonra Şubat 1925’de.,

Zamanlama olarak o kadar denk düşmüştü ki, şimdi Şeyh Said ayaklanmasının arkasında olduğu iddia edilen İngilizler, ayaklanmanın Ankara’nın bir oyunu olabileceğini aralarında tartışmışlardı. ( Bknz. Robert Olson-Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı)

4 Mart 1925’de ülkedeki bütün aykırı sesleri kesen Takrir-i Sükun Kanunu Meclis’te kabul edildi.

Şeyh Said ayaklanması vesilesiyle Ankara, iki büyük düşmanından kurtuldu.

Üstelik bu tasfiye Şeyh Said’in ifadelerine dayandırıldı.

Savcılık sorgusunda ve mahkemede sorgulanırken, onu nelerin isyana teşvik ettiği ısrarla soruldu.

İddianameye göre savcı Ali Saip Bey Şeyh Sait’e “Sen mebusların şer-i şerife için muhalif olduğunu nereden biliyordun” diye sordu.

O da “Kitaptan, matbuattan, gelen haberlerden okudum. Bilhassa Sebilürreşad’dan duyardım. Sebilürreşad, Tevhit’i Efkâr-ı okurdum. Son Telgrafı da.. Erzurum Mebusları gelirdi, onlardan haber alırdık. Raif Hoca’yı bir kere gördüm. Ziya Hoca’yı tanımam. Raif Hoca’nın beyanatını gördüm. Risalede Peygamberimizin miracını inkâr ediliyordu. Bilmem Abdullah Cevdet mi, Ahmet Cevdet mi yazmış okuduk. Sebilürreşad yazıyordu. İzmit’te Kılıçzade Hakkı Peygamberimize izale-i lisanda bulunmuş, müftü mahkemeye müracaat etmiş, 100 lira hüküm giymiş, Ankara adliyesi beraat ettirmiş, buna da kızdık. Yine Sebilürreşad’ta okudum. Kız mektepleri açılmış ve orada birisi piyano, birisi keman çalıyormuş. Bir gece o mektepte müsamere vermişler. Yazık dedik. Bir risalede gördüm, Afyon mebusu sabıkı Şükrü Hoca “Hilafet lazımdır.” diyordu. Sebilürreşad bize çok tesir ediyordu. Erzurum tüccarlarından Bitlisli Seyfettin’den haber alırdım. Sebilürreşad’a biraderim müftü Bahattin abone idi” diye cevap vermişti.

Yine mahkemedeki sorgusunda hakim, konuyu ısrarla siyasete ve gazetelere getirdi.

“Şeyh Said Efendi sen geçen celsede bu kıyama beni sevk eden iki sebep vardı, dedin ne idi onlar?” diye sordu.

Şeyh Said, “Birisi şeriat kitapları ve akide idi. Ruhumuz çıksa akidemiz çıkmaz. İkincisi de matbuat din bakımından mütemadiyen bizim kinimizi tezyid ediyordu.”

Hakim: “Demek sebep üçtür, birisi ahkamı diniyenin tatbik edilmemesi, İkincisi matbuat, üçüncü sebep de milli meclisteki muhalefet öyle mi?”

Şeyh Said: “Muhalefet vardı fakat o sebep değildi.

Hakim: Din ahkamının tatbik edilmediğini matbuatta en fazla hangisi yazıyordu?

Şeyh Said: Evet matbuat idi çok müessir oluyordu? Sebilürreşat çok yazıyordu. Şeriate muhalif hareket olunduğundan bahs olunuyordu. –

Hakim: Demek gazetelerin yazmış olduğu bütün şeyleri hakikat olarak kabul ettin öyle mi?

Şeyh Said: Der idik ki eğer yalan olsa yazamaz, cesaret edemez. Hükümet kapatır der idik. Binaenaleyh hakikat sayardık. Sebilürreşat daima gazetelere istinat ederdi bunlar bizim kin ve düşmanlığımızı doğurur ve arttırırdı.

Hakim: Sebilürreşat kadar sana müessir olan hangi gazete vardı? -Tevhid-i Efkâr. O da din bahislerinde tesirli olurdu? Gazeteler tâ ecnebiler içine kadar gidiyor bunlar iftira olsa nasıl kabul eder? Hükümet müsaade eder mi derdim.”

Tabii bu fırsat hemen değerlendirildi.

Haziran 1925’te Şeyh Said’in verdiği ifadelerden hareketle Elazığ Şark İstiklâl Mahkemesi İstanbul basınının, aylar önce yine İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat etmiş neredeyse bütün ünlü muhalif gazetecilerini tutukladı:

“1- Eşref Edip Fergan (Sebilürreşad), 2- Velid Ebuzziya (Tasvir-i Efkâr), 3- Sadri Ethem Ertem (Son Telgraf), 4- Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu (Son Telgraf), 5- Abdülkadir Kemali Öğütçü (Tok Söz-Adana), 6- Ahmet Emin Yalman (Vatan), 7- Suphi Nuri İleri (Son Telgraf), 8- İsmail Müştak Mayakon (İstiklal Gazetesi), 9- Ahmet Şükrü Esmer (Vatan), 10- Gündüz Nadir (Sayha Gazetesi-Adana)”

İstiklâl Mahkemesi Savcısı Süreyya Bey’in 7 Haziran 1925’teki tutuklama gerekçesi çok tanıdıktı:

“İsyanın türlü türlü sebepleri vardır. Bunların arasına basın hürriyetini şahsî maksatlar veya şahsî siyasî gayeler uğruna kötüye kullanan, kasıtlı veya kasıtsız sûrette yazılan yazıların, isyan üzerinde tesirleri dokunan gazetelerin tutumu da girebilir. Bu sebeple gazeteler buraya getirilmeli, yazılarının isyana tesiri dokunduğuna kanaat gelen gazeteciler davaya katılmalıdır.”

Gazeteciler ellerinden ve ayaklarından zincirlenerek önce Diyarbakır’a sonra Elzaığ’a getirildi, aylarca yargılandı, en son Ankara’ya bir daha iktidarı eleştirmeyecekleri ve bu mesleği yapmayacaklarına söz verdikleri telgraflar çekerek serbest kalabildiler.

Ve tabii muhalafet.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası; programındaki “fırkamız itikad-ı diniyeye ve fıkriyeye hürmetkardır” maddesi ve bazı parti mensuplarının açıklamaları gerekçe gösterilerek, Şeyh Said İsyanı’ndan sorumlu tutuldu ve 5 Haziran 1925’te kapatıldı.

Böylece Cumhuriyet’in ilanından iki yıl sonra ülkede muhalefet adına hiçbir şey geride bırakılmadı.

Bu patern Cumhuriyet tarihi boyunca darbeler, toplumsal olaylar, terör saldırıları sonrasında tekrar etti.

Büyük travmalar, muhalefeti susturmak için fırsat olarak görüldü. Her şey hızlıca birbirine bağlandı.

Son terör saldırısından sonra konunun hızlıca siyasete, partilere, haberlere, yorumlara gelmesi, yeniden konuşmanın, itirazının, eleştirinin suç gibi görünmesi aslında bu uzun geleneğin bir devamı.

Bugün Şeyh Said isyanını değil, bu kötü adeti konuşmaya daha fazla ihtiyacımız var…

- Advertisment -