Geçtiğimiz haftanın uluslararası alandaki en önemli olayı G20 zirvesi olmuştur. Ülkemizde bu zirvedeki gelişmelerden en fazla dikkat çekeni Karadeniz üzerinden tahıl ihracatını sağlayacak ve 17 Temmuz’da nihayete uğrayan anlaşmanın yapılması ve canlandırılması için ülkemizin gösterdiği gayretlere ifade edilen takdirdir. Dış dünya ise Ukrayna savaşından bahsedilirken Rusya’nın istilasındaki sorumluluğuna değinilmemesi üzerinde durmuş, BM, NATO ve başka örgütlerden, hatta geçen yıl Endonezya’da toplanan bir önceki zirveden farklı olarak Rusya’yı suçlayan ifadelerin yer almamasına dikkat çekilmiş, yumuşatılmış ifadeler bu alanda Batının bir başarısızlığı olarak yorumlanmıştır. Batı ülkeleri ise metinde yer alan savaş yoluyla toprak edinmenin kabul edilmezliğine dikkat çekmişlerdir. Rusya’nın üyesi bulunduğu bir oluşumdan onun kabul etmeyeceği açık olan suçlayıcı bir metnin çıkması tabiatıyla beklenemezdi. Savaş başladıktan sonra düzenlenen daha önceki G20 toplantılarında yapıldığı gibi ortak bir bildiri yerine, oydaşma gerektirmeyen bir başkanlık açıklaması ile iktifa edilmesi mümkün olabilirdi. Ancak öyle anlaşılıyor ki başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri, Çin’le karşılaştıkları ihtilaflarda Hindistan’ı yanlarına çekmeyi çok arzu etmekte ve bu amaçla zirvenin Hindistan Başbakanı Modi için bir başarıyla sonuçlanmasını ve dolayısıyla oydaşmaya yol açacak, Rusya’nın kabul edebileceği yumuşatılmış bir metne razı olmuşlar. Aslında 37 sayfayı bulan G20 sonuç bildirisinin sadece bir paragrafı Ukrayna savaşı ile ilgilidir. Başka hiçbir siyasi konu da bildiride yer almamaktadır.
Bununla birlikte ülkemizde dikkat çeken bir gelişme de ABD, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderlerinin Yeni Delhi’de imzaladıkları, Çin’in Kuşak-Yol koridoruna rakip yeni bir projeyi hedefleyen, Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayacak yeni bir ağ ile ilgili anlaşma olmuştur. Türkiye’nin bu projeden dışlanması iktidarın hışmına yol açmıştır. Aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik duruma bakılınca Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayacak bir koridorun ülkemiz üzerinden geçmesine imkân maalesef yoktur. Hindistan’ın ilk komşusu Pakistan ile ilişkileri malum. Ötesinde İran var. Onun da dış dünya ile ilişkileri karşısında böyle bir proje içinde olması mümkün değil. Suudi Arabistan üzerinden ülkemize uzanacak bir koridor ise ya Irak’tan, ya da Suriye’den geçmek durumunda. Ona da imkân olmadığı açık. Nitekim Türkiye’nin önerdiği Irak üzerinden geçecek koridorun şimdilik pek alıcısı yoktur.
Sanırım Yeni Delhi’de imzalanan anlaşmanın amacı Hindistan Başbakanı Modi’ye bir çiçek atmak ve onu Çin’den uzaklaştırmaktan ibarettir diyebiliriz. Gerçekleşecek olursa, Suudi Arabistan’ı Ürdün üzerinden İsrail’e bağlaması gerekecek projenin Orta Doğunun bitmeyen ihtilafları karşısında duvara çarpması çok muhtemeldir. Kaldı ki halihazırda Süveyş Kanalı üzerinden deniz yoluyla Avrupa’ya bağlanan Hindistan’ın alternatif ve maliyetli bir güzergaha neden ihtiyaç duyacağı da cayi sualdir. Tabii Hindistan’a çiçek atan Batının ülkemizin onun için stratejik önemini düzenli bir şekilde gündeme getiren iktidarımıza neden benzer çiçekler atmadığı da düşündürücüdür.
Aslında G20 siyasiden ziyade ekonomik bir oluşumdur. Tarihçesine bakacak olursak 1999 yılında Kanada, Almanya ve ABD Maliye Bakanlıklarının üst düzey yöneticilerinin bir inisiyatifi olarak ve 1997 ile 1998 yıllarında sırasıyla Güney Doğu Asya ile Rusya’da meydana gelen mali krizlere çözüm bulmak üzere tahayyül edilmiş bir oluşumdur. İlke olarak dünyanın en büyük yirmi ekonomisini bir araya getirmesi hedeflenen oluşum, aslında bunu yapmamıştır. Yapılsaydı, İspanya, Hollanda ve İsviçre G20 üyesi olur, Arjantin, Güney Afrika ve Nijerya ise ekonomilerinin yeterli ölçüde büyük olmaması nedeniyle G20’ye giremezdi. Oysa amaç kapsayıcı bir örgütlenmeye gitmekti. Türkiye sınırda olmakla beraber zamanın Kanada Maliye Bakanı Paul Martin’in ısrarı üzerine G20’ye davet edildiği söylenirdi. Basit bir sıralamaya göre hareket edilmiş olsaydı, oluşum yine Batı ağırlıklı olacak, Afrika’dan hiçbir ülke katılım sağlayamayacaktı. Bu da tabii kapsayıcılığına bir darbe indirmiş olacaktı. G20 üyeliği ile ülke ekonomisinin boyu arasında direkt bir bağ olmaması ve dolayısıyla teşekkül tarzının yıldan yıla sıralamadaki değişikliklerden etkilenmemesi şüphesiz bizi rahatlatan bir unsur olarak görülmelidir. Nitekim, kurulduğundan bu yana hiçbir ülke sıralamadaki yeri aşağıya indiği gerekçesiyle oluşumdan çıkarılmamıştır. Rusya Ukrayna’yı 2022 yılında istila ettikten sonra siyasi nedenlerle G20’den çıkarılması için teşebbüslerde bulunan olmuştur ama bunlar başarısız kalmıştır.
G20’den önce G7 vardı. 1974 yılında petrol krizine cevaben kurulan G7 sadece ve sadece en fazla gelişmiş 7 ülkeyi bir araya getirmekteydi. Bunların hepsi de beklenebileceği üzere Batı ülkesiydi. Tabii Japonya coğrafi anlamda Batı ülkesi olmamakla beraber, siyasi açıdan tabii ki Batı ile hareket eden bir ülkedir. Dolayısıyla başından itibaren G7’ye dahil edilmiştir. Bir ara Rusya’yı da içine alacak şekilde G8’e dönüşen G7, siyasi konularda nispeten ahenkli bir şekilde faaliyet gösterebildiği için Ukrayna’ya 2014 yılında açtığı savaştan sonra ve Kırım’ı ilhak etmesi üzerine Rusya’yı oluşumdan çıkarmış ve G8 tekrar G7 olmuştur.
G20 tarihinin ilk on yılında Maliye Bakanları ve Merkez Bankaları Başkanları düzeyinde toplanır, çok fazla dikkat çekmezdi. Bu arada G7 faaliyetlerini sürdürüyor, zirvelerini her yıl yapıyordu. Zirvelere çeşitli ülkeler misafir olarak kabul ediliyordu. Biz de o tarihlerde düzenli aralıklarla zirvelere davet edilmek için girişim yapar dururduk. Ancak bu konuda başarılı olamıyorduk. G7’nin elli yıllık tarihinde Türkiye hiçbir zirveye davet edilmemiştir.
Derken 2008 yılı sonlarında ABD kaynaklı yeni bir mali ve bankacılık krizi patladı. Kriz çok çabuk şekilde tüm dünyaya yayıldı. Birçok ülkede bankalar battı, hükümetler ekonomilerinin çökmesi endişesiyle muazzam miktarda para basmaya başladı, parasal likidite görülmemiş ölçüde genişledi ancak ekonomilerin sert bir yavaşlama sürecine girmesi neticesinde enflasyon artmadı.
Bu ortamda görev süresi dolmakta olan ABD Başkanı Bush Kasım 2008’de Vaşington’da ilk G20 zirvesini topladı. Aslında ABD yönetimi açısından ilginç bir dönemdi. İki dönem sınırlaması nedeniyle Bush tekrar aday olamamış, Demokrat Parti adayı Obama seçilmiş, Cumhuriyetçiler birkaç hafta sonra iktidarı terk etmeye hazırlanırken Demokratlar da kendi ekiplerini henüz kuramamışlar, ABD yönetimi açısından bir boşluk meydana gelmişti.
Ancak maksat bağlayıcı kararlar almak değil, dünya liderlerinin ekonomik krize karşı ortak bir tutum benimsediklerini kamuoyuna göstermek ve ekonomik çevrelerdeki paniği bir ölçüde azaltmaktı. Zaten G7’den daha kapsayıcı, daha demokratik olmasına rağmen tüm dünya ülkelerini bağlayacak kararlar alma imkanına sahip değildi. Egemen ülkelerden oluşan bu dünyada başkalarının aldığı kararların bir ülkeye dayatılması haliyle mümkün değil. Dolayısıyla G20’nin işlevi, yol gösterici olmak ve tavsiyelerde bulunmaktan ibaret olacaktı.
Bizim için ise G20 bulunmaz nimetti. Yıllar boyunca G7’nin kapısını başarısız bir şekilde aşındırdıktan sonra ve o oluşumun sınırlı olması, dünya nüfusunun sadece küçük bir bölümünü içermesi gibi gerekçelerle temsili yönünün zayıf olduğunu, dolayısıyla demokratik bir oluşum olmadığını her fırsatta bizim gibi dışlanmış ülkelerle birlikte anlatıp dururken birden bire önümüze beklenmedik bir fırsat ortaya çıktı.
14-15 Kasım 2008 tarihlerinde Vaşington’da yapılan ilk G20 zirvesi öncesi düzenlenen hazırlık çalışmalarına Başbakanın özel temsilcisi (şerpa) sıfatıyla katılmıştım. Aslında bu görevle ilgili bir talimat verildiğini hatırlamıyorum. Zaten krizin finans boyutunu değerlendirmek bakımından benden çok daha ehil olan zamanın Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı da benimle birlikte hazırlık toplantılarına katılıyordu.
İlk şerpa toplantısında ABD temsilcisi belki yönetimin yakında değişecek olması nedeniyle kendisinden sonrakileri bağlamak istemediği için veya bilmediğim başka bir nedenle, G20 zirvesinin finansal krizle bağlantılı olduğunu, kriz çözümlenip de dünya ekonomisi normale döndüğünde G20’nin geleneksel Maliye Bakanları ve Merkez Bankaları Başkanları düzeyine dönmesini önermekle başladı. Tabii G7 dışında kalan ülkelerin hazmedemeyeceği bir öneriydi. Nitekim benimle birlikte Suudi Arabistan temsilcisi başta olmak üzere birkaç kişi daha G20’nin rolünün finans kriziyle sınırlandırılamayacağını, çok daha geniş bir yelpazeye sahip olması gerektiğini söyledik. Hatta teröre karşı mücadeleyi de oluşmakta olan kataloğa eklettiğimi hatırlıyorum. ABD ısrar etmedi, G20 kalıcı bir oluşum şeklini aldı.
İlk yıllarda yılda iki defa zirveler toplanır, bunlardan ve onların hazırlık çalışmalarından başka herhangi bir faaliyet yokken, 2010 yılından itibaren zirveler yılda bire indirildi, buna karşılık G20’nin Dışişleri Bakanları dahil birçok başka bakanları ayrı ayrı toplanmaktadır. Dışişleri Bakanları haliyle siyasi konulara da değinmektedirler. Ancak Mart 2023’te Yeni Delhi’de yapılan son toplantılarında Ukrayna savaşı ile ilgili farklı görüşler nedeniyle ortak bir bildiri kabul edilememiş, sadece bir başkanlık açıklamasıyla iktifa edilmesi gerekmiştir.
G20 kalıcı oldu ama yapısının homojen olmaması dünya sorunları hakkında etkin bir tutum almasını engellemektedir. Nitekim Yeni Delhi zirvesi sonuç bildirisinin de gösterdiği gibi oydaşma uğruna metinlerin sulandırılması kaçınılmaz. Metin sulandırılmazsa son Dışişleri Bakanları toplantısında görüldüğü üzere ortak bildiri kabulü mümkün olmamaktadır.
Dolayısıyla G20’nin çok etkin bir oluşum olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak dünya nüfusunun 2/3’ü, yüzölçümünün %60’ı, dünya ticaretinin %75’ini ve gelirinin %80’ine sahip ülkeleri düzenli aralıklarla bir araya getiren bu oluşum vazgeçilmez bir hal almıştır. Benzer görüşlere sahip ülkelerin buluştuğu başka forumlarla yarışması beklenmemelidir. Örneğin aradan geçen süre içinde G7’in ortadan kalkması söz konusu olmamış, tek ortak yönleri ekonomik alanda ve belki bir ölçüde de siyasi alanda ABD karşıtlığı olan BRICS (Breziyla, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) gibi yeni bir forumun ortaya çıkması de mümkün olmuştur. Dolayısıyla farklı görüşlerin dile getirildiği ve olabildiği kadar ahenkleştirilmesini sağlayacak bir oluşuma her zaman ihtiyaç olacaktır. Ancak başarabileceklerinin sınırlı olduğunu da her zaman hatırda tutmak gerekli olacaktır.