İki hikâye aktaracağım önce. Bu ortamda hem fıkra demeye dilim varmıyor, hem de bence cürmü, kıssası “fıkra” diye geçiştirilmeyi hak etmiyor. Bir akşam Nasrettin Hoca evinin önünde, sokak lambasının altında yere çömelmiş bir şey arıyormuş. Mahalleli, komşular filan görüp gelmişler: “Hayrola Hocam, bir şey mi kaybettin?” Hoca keyifsiz, “Evin anahtarını kaybettim, onu arıyorum” demiş.
“Biz de bakalım, yardım edelim, sokakta mı düşürdün?” diye sormuşlar. “Hayır” yanıtını vermiş Hoca, “Evde, avluda kaybettim”… Şaşırmış herkes: “Pes Hocam, avluda düşürdüğün anahtar burada aranır mı…” “Ne yapayım” demiş, “Avlu çok karanlık, onun için burada arıyorum”…
Diğerine gelince… Sırrı Süreyya Önder’in HDP milletvekiliyken anlattığı o hikâyeyi videodan izlemiştim: Bir Ermeni, bir Kürt, bir Türk bir bahçeden erik çalıp, yiyecekler. Tam ağaca çıkarken bahçenin sahibi Türk’e yakalanmışlar. Adam önce Ermeni’nin yakasına yapışmış, “Hadi” demiş, “Bu Kürt’le Türk Müslüman, sen benim dinimden de değilsin ne hakla eriğimi çalarsın?”. Türk ile Kürt’ü din faslından bir köşeye ayırıp, Ermeni’yi dövmüş.
Sonra Kürt’e yönelmiş, “Hadi bu Türk, yahu sen Türk bile değilsin hangi hakla benim eriğim çalarsın?”, ona da girişmiş. Ardından kenarda bekleyen Türk’e dönmüş, “Yahu hiç utanmıyor musun, Ermeni’yle Kürt’le bir olup bahçeme girip erik çalıyorsun”, onu da pataklamış, dışarı atmış. Üçü de ağız burun dağılmış kaçarken Kürt sormuş, “Yahu bu adam nasıl üçümüzü birden dövdü?”. Türk içini çekmiş, mırıldanmış: “Ermeni’yi dövdürtmeyecektik”.
Dağılmıyor yerine oturuyor
Hikâyelerin dumanı tüterken, meseleyi önce İYİP Genel Başkanı Meral Akşener’in “Kazanacak aday” bahaneli çıkışına bağlamak istiyorum. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun televizyondan Akşener’in tiradını izledikten sonra basına tebessüm ederek kurduğu “Hiç merak etmeyin, taşlar yerine oturacak” cümlesini, “Her şey dağılmıyor, tam tersine şimdi her şey yerine oturuyor”a da genişletmek mümkün herhalde. Bu iki hikâye de fikrimce bu cümleyi kurmadan önce muhabbet faslında anlatılabilecek kıssalar.
Sırrı Süreyya Önder’in yaklaşık bir hafta, yani bu şiddet celalli çıkışından önce Akşener’le ilgili sözlerini de giriş faslından bu yazıya alabilirim. Halk TV’de o günlerde katıldığı programda Akşener’in “Kazanacak adayla seçime gideceğiz” sözlerini hatırlatan gazeteciye şunları söylüyor:
Seçmenin karşısına çıkacak yüz
“O kendi iç tartışmaları, çirkin olur, özensiz olur ama olgusal düzeyde bir laf edebilirim. Kazanacak aday bir siyasi liderin edeceği en son laf olmalı. İddianız ‘Biz şu adayda mutabık kalırız, bu ilkeler ışığında ve onu kazandırırız’ olmalı. Kazanacak aday dediniz mi seçmenin eşiğine gidecek yüz olmaz. Siyaseten en son sarf edilecek laftır. Bu yönüyle sıkıntılı bir laf.”
Ardından da seçimi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kazanacağıyla ilgili tevatürleri, o minvalde kurgulanmaya çalışılan iktidar matematiğini düşündüren bir vurguyla “O zaman git ona çalış. Bu siyaseten yanlış bir laf… Sayın Akşener’e saygısızlık etmek istemem, Millet İttifakı’nın iç işleri de benim işim değil ama siyaseten sorunlu bir yaklaşımdır. Gerçekten sakil duruyor” değerlendirmesini yapıyor.
“Mantıkî bir tutarsızlık”…
Halil Berktay’ın bir dizi soruyu sıraladığı Serbestiyet’teki “Bazen kurnazlık, aptallık demektir” başlıklı son yazısında da Akşener’in “kazanacak aday” kriteri (de) layığını buluyor: “Peki, asıl sorum şu: Motivasyonu ne olursa olsun, Altılı Masa’dan ayrılmak için bulduğu gerekçeye (bahaneye) ne demeli? Henüz çok yakın geçmişte, çok ayrıntılı bir program üzerinde anlaşıp, artık iki değil altı parti olarak Millet İttifakı’nı yeniden tanımlamadılar mı? Akşener ve İYİP de bu programı toptan benimsemedi mi? Böyle bir ittifak, sırf ‘kazanacak aday’ meselesi yüzünden bozulabilir mi? Bozulursa, zayıf gördüğü o kazanma şansı artar mı, yoksa azalır ve büsbütün yok mu olur? Sırf ‘bu adayla kazanılmaz’ iddiasıyla Altılı Masa’dan kalkmak, büyük bir mantıkî tutarsızlığı içermiyor mu?”
Aday bir teferruat mıdır
Bütün bunlar seçimin ve o yolla kurulacak yeni, ortak mutabakata dayalı yönetimin anahtarını Nasrettin Hoca gibi olması gereken yerde değil de sokak lambasının solgun ışığında aramaya benzemiyor mu? Ötesi “kazanacak aday” seçimle ilgili garanti bankasından alınacak teminata dayanmıyor elbette. Öyle bir teminat aramak da insanı orada hep durup duran “kamusal” sokak lambasına, hep onun dibini aydınlatan ışığına muhtaç olmaya götürüyor çoğu kez.
Seçimi kazanmaktan öte seçimden sonrasının yeni yol haritasını ortaya koyan, üzerinde anlaşılan, imzalanan “Ortak politikalar mutabakat metni”nin, o ilkelerin, ona dayanan bir ortaklaşa iktidarın yüzü, uygulayıcısı, temsilcisi, taşıyıcısı, güvencesi olacak “aday” teferruat mı?
Öyleyse… Demin Önder’den aktardığım mecazi “Seçmenin karşına hangi yüzle çıkacaksınız?” sorusu, Akşener’in iki şıklı aday (yani kendi) dayatmasıyla “Kılıçdaroğlu dışındaki her hangi bir yüzle” yanıtına daha çok yanaşmıyor mu? Burada 6‘lı ortaklık, “ortak masa” koşulunu bizatihi o çiğnemiyor mu? O yüz neyin yüzü, neyin ifadesi, itirafı?
“Ya tutarsa” Nasrettin Hoca mıyız biz?
Erdoğan iktidarına karşı alternatifler, her şeyden önce “demokrasi” kelimesini cümle içinde kullanmaktan geçiyor. Demokrasi konusundaki sicilini bir yere kadar rötuşlamaya çalışan ama ihtivası gereği demokrasiyle arasına o yerden bile uzak mesafeler koymaktan kaçın(a)mayan Akşener’de orada kaybettiğimiz ve yine orada bulacağımız hangi anahtar var da, onu orada arayalım?
Kazanılacak seçim sonrasında üzerinde anlaşılan ortak haritaya uygun bir sürecin gerektirdiği adımlara Akşener’in değiştirmediği her fırsatta, her vesileyle ortaya çıkan demir topukları uyum gösterir mi? O kayıp anahtar onun çantasında aranabilir mi? “Ya tutarsa” Nasrettin Hoca mıyız biz?
Lunapark’taki kovboy maketleri
Milletin önüne çıkarılacak aday sadece varsayılan o “ihtimal”e ve o ihtimale biçilmiş kaftan olduğu varsayılan şablona, makete göre mi belirlenmeli yoksa üzerinde anlaşılan ilkelere, programa ve onun işle(til)mesine, sonrasındaki sürece, güvene, manzaraya, o ortak akla uygun olarak mı?
“Kazanacak aday” üzerine kurulu projeksiyonlarda Ekmeleddin İhsanoğlu’nun milli ihsanını, Muharrem İnce’nin inceliğini tecrübe etmedi mi bu ülke? Meselenin sadece “kazanacak her hangi bir aday” tasavvurundan, varsayımından ibaret olmadığını, seçmenin önünde o tasavvurun işlemediğini sandıkta yaşadık.
Seçimlerde her yere asılacak karşı aday posterleri, milletin önüne çıkarılacak fotoğraflar, portreler, eskiden Lunapark’ta “herkesin kahramanı” insan boyunda kovboy maketlerine tırmanıp oradaki boşluğa kafayı sokmakla çözülmüyor. Ötesi varsayılan “herkes”e sempatik o şablonun o maket olup olmadığı da şüpheli.
Yerel seçimdeki oyun izahı
Bir aday sadece varsayılan milli nabza tıpatıp uygun ve o nabzı kendi kronometrisiyle tutan, yayanların hengamesinde varsayılan yoklamalı “zafer”e mi endekslenir… Yoksa “birleştiricilik” denilen kelimenin büyüsü daha mı derindedir? Ki kamuoyu yoklamalarında konuşulan üç adayla ilgili ölçümler arasındaki farkın ne olduğu, ne kadar olduğu, anketlerin o sıcak, değişebilen süreçte kime gülümsediği/gülümseyeceği de tartışmalı.
Son yerel seçimde İstanbul’un adayı olan Ekrem İmamoğlu’nun aldığı ilk oy toplamıyla, iktidarın seçimi iptal-yenileme operasyonundan sonra aldığı oy sayısı arasındaki tokat gibi fark neyi anlatıyor… Yahut o farkın, o “Yeter artık”ın izahını sadece “aday”ın şahsında toplamak mümkün müdür?
Oradaki farkın nedenleri üzerinde düşünmek, hikmetini anlamak bu kadar zor mu da bu saatte meseleyi hâlâ “kazanacak aday”a sabitlemeye, oralardan bahane üretmeye çalışıyor ya da o kılıfta dolandırıyoruz.
Kazanmaması gereken aday
Akşener’in Kılıçdaroğlu’nu ısrarla, inatla reddedip durma kendi seçeneklerini ortaya sürmesinin altında sadece “kazanacak aday” kaygısı, masum kamuoyu yoklamaları külliyatı mı var? Yoksa Etyen Mahçupyan’ın Serbestiyet’teki “Meral Akşener’e niçin teşekkür etmeliyiz” yazısındaki niyet mi iyice ortaya çıktı:
“Acaba Akşener, Kılıçdaroğlu’nun açıkça reddetmesine ve Masa’daki diğer partilerin destek vermemesine rağmen, ‘kör gözüm parmağına’ İmamoğlu ve Yavaş isimlerinde niçin ısrar etti?
Herhalde sahayı biraz takip eden hiç kimse ‘kazanacak aday peşindeydi’ demez… Çünkü son dönemde ‘bugün seçim olduğunda’ Kılıçdaroğlu’na verilen oy herkesten daha fazlaydı ve daha önemlisi Altılı Masa HDP’nin destekleyeceği her adayla seçimi 55-45 alıyordu.
Demek ki mesele Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmaması, Akşener’in ‘yönetebileceği’, Akşener’e yaslanmayı tercih eden bir cumhurbaşkanının aday olmasıydı. Ne var ki Masa dışından ‘partiler üstü’ bir adayın kabul görmeyeceği işin başında belli olmuştu. Akşener’in iki seçeneği vardı: Kendisini aday olarak önermek veya CHP içinden kendisine yakın bir adayı öne sürmek.”
Halil İbrahim Sofrası nedir
Kılıçdaroğlu’nun Akşener’in “kazanacak aday” bahanesinden çok “kazanmasını istemediği adayı-ortaklığı” ortaya koyan çıkışı sonrasındaki videolu açıklaması önümüzde: “Biz bu yola çıkarken hep Halil İbrahim sofrasından bahsettik. Çünkü ‘Bu sofraya bu ülkenin tüm renklerini davet etmemiz gerekir’ dedim. ‘Yoksa bu ülke iflah olmaz’ dedim. Türkiye’nin bütün renklerini birleştire birleştire kazanmak için yola çıktık. Soframız böylece gittikçe genişledi.
Çünkü amaç sadece ceberut sarayı göndermek ya da değiştirmek değildi. Amaç aynı zamanda yeni, güzel bir Türkiye oluşturmaktı. Bu sofraya ‘O oturmasın bu oturmasın’ diyerek sofrayı toparlayamayız. Birilerini hor görerek, göz ardı ederek Türkiye’yi değiştiremeyiz. Bu Türkiye’yi 20 senedir yaşıyoruz zaten. ‘Erdoğan gitsin ama Erdoğanizm gelsin’ bu da olmaz.”
Akşener’in sicili, tutumu, başta nispeten “dikkatle”, sonunda baklayı ağzından çıkararak kurduğu cümleler öyle “izm”lere çok mu uzak? “Kıskaca alındık” yakınmasındaki, belki itirafındaki o kıskaç, o 240 sayfalık ortak mutabakat metni, demokrasiye, birleştiriciliğe dair bir çerçeve değil mi, biraz düşününce… Akşener’in tasavvurundaki sofranın “Halil İbrahim Sofrası”nı azıcık andırdığı bile söylenemez. Kıssası ille bir hikâyeye konu edilecekse, kulağımı girişteki ikinci hikâye, o bahçe çınlatıyor.
Öyle ya da böyle tarihî seçim
Öyle ya da böyle bu seçimlerin, tarihî bir süreç olacağı, tarihte müstesna bir yere yerleşeceği anlaşılıyor. Kazanmak için “elinden gelen”i yaptığı, yapacağı aşikâr olan iktidarın, “elinden gelen”in kapsamını bile zorlayacağı, elinden geleni ardına koymayacağı belli. Bu iklimde şimdi Akşener’in “elinden gelen”ler de açılıyor.
Akşener’in çıkışındaki “Tarih yazacağız” cümlesindeki “tarih”in, temenninin ne olduğu da tecrübeyle sabit, gayet açık herhalde. Çıkışındaki üslup, o duruş yine kendi ifade ettiği “Ya da tarih olacağız” şıkkını daha çok akla getirse de, Türkiye açısından o eriyişi -mecazî bir ifade olarak bile- “tarih olma” sıkletinde, kıymetinde değerlendirmek tartışılabilir. Ayrıca kısa vadede böyle şeylerin tarihe karışması da zor. Erise de, iyice acayipleşse de, görüyoruz durup duruyor bir yerlerde…
Devletlû “beka tabldotu”
Açıklamasındaki bahane menüsüne yerleştirdiği ve 6’lı masada artık yitirildiğini savunduğu “milletin iradesi” de o mahut, devletlû “beka tabldotu”nun pilavı tadında. Kaşıklanan o “irade”. Bunu “Milletin kazanma ümidini yok etmeyeceğiz. Türk Devleti’nin varlığını, Türk Milleti’nin iradesini bir kişinin iki dudağı arasında bırakmayacağız” vurgusuyla da netleştiriyor.
Bekada millete ayrılan tadımlık pay, biçilen rol de pişirilen o resmi tabldotta belli. O da gidip Kılıçdaroğlu’nun altını çizdiği, karşı çıktığı “izm”e ilişiyor. O “beka”nın kime ziyafet, sofra olduğu, Akşener’in çıkışının iktidarda, o çevrede yarattığı gizlenemeyen heyecanda da sırıtıyor.
Millet İttifakı açısından Akşener’le ilgili süreç önümüzdeki günlerde nereye varır, Akşener nerede, nasıl durur, ne olur, akla yakın tahminler dillendirilse de, bilemiyorum. Ama oradan yazımda gezindiğim genel karakteri, hikâyeleri eskitecek yeni bir Akşener çıkmayacağına dair düşüncem net.