İngiltere’nin süper zenginleri kendilerine sunulan 45 milyar sterlini reddetti! Dahası, onlara bu parayı vermek isteyen başbakanı hiç gözünün yaşına bakmadan derhal devirdiler.
Ve böylece Liz Truss ülkeyi 44 gün yönettikten (yönetemedikten) sonra istifa ederek İngiltere tarihinin görevde en kısa süre kalan başbakanı oldu.
Aynı 44 gün içinde önce Maliye Bakanı, sonra İçişleri Bakanı, yani hükümetin ikinci ve üçüncü en önemli üyeleri de istifa etmişti. Onlar da kendi alanlarında “en kısa” rekorunu kırdılar mı, emin değilim, ama “uzun” olmadıkları kesin!
Truss hükümetinin sonunu, açıkladıkları ekonomik paket (“mini bütçe”) getirdi.
Hızlı ekonomik büyüme sağlayacağını iddia ettikleri paket uyarınca en üst gelir diliminden alınan vergiler azaltılacak ve çeşitli alanlarda devlet harcamaları arttırılacaktı. Dünyanın her yanında sağcı partiler zenginlerin parası çoğaldığında yaptıkları yatırımlar ve harcamalar sonucunda zenginliğin aşağı doğru akarak toplumun bütününe yarayacağını iddia eder. Oysa gerçekte bunun böyle olmadığını, zenginleri zenginleştirmenin başka hiç kimsenin işine yaramadığını başta zenginler olmak üzere herkes bilir.
Truss’ın yeni vergi politikası 45 milyar sterlinlik verginin (900 milyar TL) en zenginlerden alınmamasını ve bütçe gelirleri böylece azalırken devlet harcamalarının artmasını öngörüyordu. Nasıl kapatılacaktı peki bu açık? İşte, zenginlerin daha da zenginleşmesinin sağlayacağı hızlı büyüme açığı da kapatacaktı.
Ekonomiden anlayan hiç kimse buna inanmadığı için, faizlerin yükseldiği bir ortamda hükümetin fena halde borçlanmak zorunda kalacağını ve üstelik borçlarını belki de ödeyemeyeceğini herkes çaktığı için, 23 Eylül günü ekonomik paketin açıklanmasıyla birlikte piyasalarda ve siyasette çıngar çıktı. Yaygın olarak kullanılan İngilizce bir ifadeyi tercüme edersek, “Bok vantilatöre çarptı”.
Sterlin dolar karşısında tarihsel olarak en düşük düzeyine düştü. Devlet tahvillerinin fiyatları çöktü. Emeklilik fonları keza çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Mortgage faizleri yükseldi ve bu durumda 1,8 milyon aile (yani yaklaşık 10 milyon kişi, yani İngiltere nüfusunun yaklaşık beşte biri) her yıl aşağı yukarı 5.000 sterlin (100.000 TL) daha fazla ödemek zorunda kalacak. Ödeyemeyenler evlerini kaybedecek.
Milyonlarca kişinin emekli maaşını ve evini kaybetmesi İngiltere’nin (ve demek ki dünyanın) en zenginlerinin çok umurunda mıdır? Bu soru üç gün önce karşıma çıksaydı cevabım olumsuz olurdu, “Değildir, niye olsun ki?” derdim. Ve şimdi görünen o ki, yanılırdım.
Zenginler, hem piyasalarda, bankalarda, ekonominin zirve noktalarında bizzat faal olan kendileri, hem de siyasî temsilcileri, ceplerinde kalacak olan 45 milyar sterlinin maliyetini fazla yüksek buldular; hediyeyi reddettiler. Yüksek buldukları maliyet, sadece İngiltere ekonomisinin giderek daha da zayıflaması riski değil, emeklilik maaşlarını ve evlerini kaybedecek olan milyonların sokaklara dökülme tehlikesiydi.
Durup dururken 45 milyar sterlin fazladan kâra geçmek iyi güzel, ama olağan faaliyetlerinden olağan kârlarını kazanma koşullarının ortadan kalkması, sokak gösterileri, grevler, çatışmalar göze alınabilecek şeyler değil.
İngiltere’de zaten bu yıl (Truss’ın başbakanlığının öncesinden başlayarak) onyıllardır görülmemiş sayıda grev oluyor ve bunlara hayat pahalılığına karşı kitlesel gösteriler eşlik ediyor. Truss iktidarda kalsa ve ekonomik paketini uygulasa grevlerle gösterilerin artarak, radikalleşerek devam etme ihtimali çok yüksekti. Dolayısıyla, gitmesi gerekiyordu başbakanın.
Emeklilik ve mortgage kaygıları yaşayan büyük çoğunluğun çıkarları bir yana dursun, zenginlerin iyiliği için gitmesi gerekiyordu.
Nasıl sağladılar gitmesini?
Marksist olmayanlarınızı rahatsız etmemek için buraya kadar “zenginler” ifadesini kullandım, ama egemen sınıfı kastediyorum tabii. İngiltere’de Muhafazakâr Parti o kadar tarihsel/geleneksel, o kadar doğal ve o kadar doğrudan bir şekilde egemen sınıfın partisi ki, işler tüm diğer ülkelere kıyasla çok daha kolay oluyor.
Partinin milletvekillerinden (ve Lordlar Kamarası’ndaki üyelerinden) pek çoğu zaten ya bizzat egemen sınıfın üyesi ya da bu üyelerle aynı dünya görüşünü, ideolojiyi, değerleri paylaşan kişiler. Bu nedenle herhangi bir konuda egemen sınıf içindeki tepkiler ve görüşler kolaylıkla partiye yansıyor, karşılık buluyor ve partinin politikalarını belirliyor.
Egemen sınıf tek bir görüşe sahip monolitik bir insan grubu değil elbet. Muhafazakâr Parti’nin içinde de, dolayısıyla, farklı farklı politikalar savunanlar var. Ama bazen, Truss’ın mini bütçesinde olduğu gibi, hem egemen sınıfın hem parti üyelerinin büyük çoğunluğu görüş birliği içinde oluyor.
O zaman, kıdemli ve saygın birkaç milletvekili başbakanı ziyaret ediyor, kulağına birkaç kelime fısıldıyor, kibarca ama itiraz edilemez bir ses tonuyla: “Artık gitseniz daha iyi olur” diyor.
Bu sözleri dinleyen başbakanlar arasında gitmeyi reddeden hiç olmadı bugüne kadar.